Savaş, ölü ya da diri
Aram PAÇİYAN
Nasıl eve döner insan?
Krikor Beledyan
Savaş hakkında nasıl yazacağımı bilmiyorum. Ne yazacağımı, belki – o kadarını yapmaya yetkin olabilirim, ancak savaşı nasıl yazacağını bilmek bugünün dünyasında imkansız bir marifet, hele de sıradan bir yeteneğe sahip, normal şartlarda kalemine zaman zaman, para, kısa öyküler, romanlar ya da düzyazılar yazmak için başvuran bir yazara göre. Öyle ki, her sözcük seçimi, sözcüklerin bütün özge anlamları, yakarışlar, dünyaya köhnemiş evrensel gerçeklerden bir şeyler sunma uğraşı, parça pinçik şikayetlerden başka bir şey getirmiyor. Bombalar patlıyorken her şey gücünü yitirmeye yatkın, özellikle sözcükler; onları tartıyorsunuz, titizlikle veya saygısızca, okuyorsunuz, düşünüp ölçüyorsunuz onları ama derinlerinde ya da yüzeylerinde esaslı veya sığ bir anlam bile bulamıyorsunuz, boşluk bile.
Sözcüklerin de sınırları var, var olmayı sürdürdükleri hâlde.
Yaşadıkları terör ve çaresizlikten nasıl bulabilir ifadelerini, Stepanakert ve Şuşa’nın sığınaklarında, hava saldırılarından gizlenen çocuklar, kadınlar, yaşlılar? Sözde ‘’uygar dünya’’nın tarafsızlığına başvururken duygularını karşılayacak uygun sözcükleri ve biçemi nasıl bulabilir onlar, adalete kavuşma yolunda; bir yandan, pahalı takım elbiselerine sarınmış, günlerini temel insan haklarına dair duyurular yaparak geçiren siyasetçilerin desteğini kaybetmeden?
Karabağ’ın barşçı halkının sesi olma cüretine sahip değilim, onlar ki her gün katlediliyorlar, çünkü biz Ermenilerin neredeyse otuz yıldır hayatımızın bir parçası olan bu savaş kendi sesim olmaktan bile aciz kıldı beni, beni kendi sesimi duyma ve tanıma yetisinden mahrum bıraktı.
Savaşın gerçekliğini gözümde tekrar canlandırmayı denediğimde, bedenim ve düşüncelerim düzen ve düzensizliğin kasırgasında kapana kısılıyor, Paul Valery’nin, benim en önemli ve etkili hocalarımdan birinin, o meşhur sözleriyle. Valery’e göre, ‘’İki tehlike tehdit ediyor dünyayı: düzen ve düzensizlik.’’ Yılardır, bunların katı ve açık ilişkisi canımı sıktı benim, çünkü düzen en az kaos kadar gerçek. Aslında o düzen, gerçekliğin kaosunun yansımasından başka bir şey değil, öyle ki kaos çoklukla kendini emirler yağdıran bir insan kisvesinde sunar – bu örnekte, Karabağ’daki tek ve kırılgan yaşamı için savaşan barışçı bir topluma sunar; bir toplum ki yasal sınırlarda yapılmış füzelerden ve ‘’uygun’’ güvenlik gereklerinden dolayı yok olmanın kıyısında. Bu yüzden şu anda, kendime banal, romantik, duygusal, acınası, kahramanca, kör, nefret dolu ya da şaşkın olmaya izin verdiğimden değil – işte bunların hepsiyim, çünkü bir savaş var. 21. yüzyılda, makul savaşlara ve makul cinayetlere makul bir tavır almak çılgınlığın en fenası. Bunu şimdi, şu an, bu savaşa rasyonel bir şekilde yaklaşmama hakkımı güvenceye almak için söylüyorum, zamanı geldiğinde eleştiri oklarınıza, okkalı fikirlerinize, eksiksiz akademik eğitiminizden çıkardığınız sonuçlara karşı kendimi savunacak desteği yine kendime vermek için.
27 Eylül’den çok önce, bu kanlı askeri harekatlar, Türkiye’nin açık ve doğrudan katılımıyla, Azerbaycan-Karabağ sınırında patlak vermeden önce, oradaydı herkes: ‘’uygar dünya’’, Birleşmiş Milletler, UNESCO. Orta Doğu’nun zamanla harap oluşunu, Suriye’nin dümdüz edilişini izlemek için, ‘’özgürlük savaşçıları’’ sözümona bütün uluslar adına davranıp otoriter liderleri öldürürken, Yezidiler Sincar Dağı’nda katledilirken, an be an oradalardı. Uluslararası insanî kuruluşları oradaydı ve şimdi de oradalar, Türkiye’nin Hitlervarî terörist Erdoğan’ı emperyalist arzularla ve askerî harekatlarla komşu ülkelerin varlıklarına tecavüz ettikçe. ‘’Uygar dünya’’ oradaydı, silah satışlarının, ‘’demokratik değerler’’in yayılmasının, sermayenin yeniden dağıtılmasının canlı yayınını yapmak için; öyle maharetle ki sanatsal denecek kadar. Bu canlı yayının tüketicisiydi, onun tüketicisi olmaya da devam ediyor. Yüzyıllardır, sömürgeciler ve fatihler bizi o kadar çok şey yapmaya zorladı, o kadar çok şeye inandırdı ki onları ‘’uygar dünya’’yla karıştırmaya başladık. Beklentilerinizin ve umutlarınızın boşuna oluşunu fark edince bu kafa karışıklığının sisi yavaş yavaş kalkıyor. Ermeniler, kendilerini korumaktan yoksun hâlde 1915’te de ‘’uygar dünya’’ için beyhude beklediler ve evlerinde, şehirlerinde katledildiler, ellerinde hiçbir şey kalmadan, beklentilerinde yalnız. Bundan yüz yıl sonra, Türkiye soykırımı sürdürmeye çalışıyor, bu defa Azerbaycan devlet kademesine dikilmiş Ermenifobi tapınağını kullanarak.
Fakat burada duracağım ve onaysız bir yola gireceğim: savaşı kişiselleştireceğim, ‘’büyük felaket’’in müşterek bir trajedi olduğu, herkesi ilgilendirdiği fikrini kasıtlı baltalayacağım. Bireyci değilim, hizipçiliği kınarım ve bir o kadar da makul bir orta yolcu olacağımdan şüphe ederim.
Uygar dünyayı bir gün olsun beklemeyen bir varlıktım. Tek yaptığım babamı beklemekti.
Hadrut ve Stepanakert’teki bütün insanları iyileştirip eve döneceğine mutlaka inanıyordum. Savaş tam gaz devam ediyordu, 1990’lardı. Onu yedi yıl bekledim. O yıllarda, belirli aralıklarla bir adam gördüm: evimizde belirir, tıpkı babam gibi selamlar bizi, babamın dolabından temiz çamaşırlar alır, kahvesini kibarca yudumlar, dalgın yudumlar, babam gibi, tıbbi erzakları paketler, aynı babamızın yaptığı gibi, yatak odasına gider, onun yatağına uzanır, tam da babamın uzandığı yere ve gün doğmadan gözden kaybolurdu, babamın gün doğmadan gittiği gibi. Evimizde zaman zaman beliren o aşina olduğum insanın babam olduğundan emindim, yerinden edilmiş Erzurumluların soyundan, cerrah Hakob Tamamyan, onu tanımalıydım – neticede, onun oğluydum, savaştan yalnızca bir şeyi, babalarının dönüşünü, kavrayabilen binlerce Ermeni ve Azeri çocuktan biriydim. Ara sıra, bana fotoğrafı gösterilen ve ‘’Tanımıyor musun, baban o senin,’’ denilen adam, varlığını, eve yolladığı, insan vücutlarından çıkarılmış mermilerle, şarapnel parçalarıyla, boş mermi kovanlarından yapılmış bir yılbaşı ağacıyla, alüminyumdan yapılmış ve sapına iğne ucuyla ‘’Tsavd tanem, 1990’’ yazılmış bir kaşıkla bildirirdi.
Babam hastalarını Erivan’daki evimize hastaneden çıkınca dinlensinler ve iyileşsinler diye yollardı; bizde kalırlardı, kötü günlerimizi, solgun gazyağı ışığını, sıcak levhada pişen arpa kahvesini, matnakash bazlamasını, sobadaki soğuk odun ateşini paylaşırlardı. Babamın hastaları sessizce gelir, yatağa sessizce gider, sessizce iyileşir, evden sessizce ayrılır ve sessizce ölürlerdi. Onlardan nefret ediyordum; gelmelerini istemiyordum. Nefret ediyordum çünkü gelirlerse, bu şu anlama geliyordu ki gitmeliydiler. Onlardan nefret ediyordum çünkü yaşıyorlarsa sonunda ölecekler demekti bu. Nefret ediyordum çünkü onlar varsa, onları öldüren kurşunlar da var demekti. Babam neden onları bize gönderip duruyordu? Hastalarına bağlanmamı, onları -yaşayanlar arasındaki en ölümlüler onlardı- kalbimle ve ruhumla sevmemi neden sağladı, ki bu onlara olan sevgimin ne kadar lanetli olduğunu defalarca yeniden yaşatıyordu bana. Neticede onlardan gerçekten nefret etmemiştim.
Bekleyip durdum babamı, öldürüldüğü haberini duyduktan sonra bile. Stepanakert’teki bombalanan hastanenin enkazına gömülüymüş, öyle diyorlardı. Ölüm haberi yalanlandığında da onu beklemeye devam ettim. Ölüm haberi tekrar duyurulup tekrar yalanlandığında da bekliyordum babamı. Ne kadar kolay ölüyor ve hayata dönüyordu! İncil’deki Lazarus’u çoktan aşmıştı o. Bildiğim kadarıyla, Lazarus ölümden bir kez dönmüştü. Babam iki kat Lazarus’tu: ölmek ve dirilmek en sevdiği uğraşıydı onun, bekledim durdum. Haftada bir, annem, kız kardeşim ve ben radyoyu açar ve aynı sesin, aynı tonda, duyurmasını dinlerdik, ‘’Doktor Hakob Tamamyan hayatta.’’ Ama babamın ölü ya da diri olduğunu neden umursamalıydım? Onu beklerken ‘’diri’’ ve ‘’ölü’’ sözcüklerinin ne önemi vardı, bekleyişimi durdurmuyorlarsa, onu bölecek veya beni ondan azat edecek bir çareleri yoktuysa eğer? Savaşı akla uygun hâle getirme hayalim ve bütün dünyanın iradesini yok sayan hummalı bekleyişim şifasızdılar. Sonraları, insanlar bana o hatırladığım, askerîde ve Karabağ’ın seyyar hastanelerinde ameliyatlar yapan adamın babam olduğunu ve eve dönmüş olduğunu söylediler. Eve gelen kişiyi tanımamıştım ama; kaç kere tam tersini söylerlerse söylesinler, ona bakıp durdum ve bir başkasını bekledim.
Babam evimizde çöküşünün ve korkunç varoluşunun bütün evrelerini yaşadı: şefkatini, utancını; cephede edindiği, acısını ve ölümün yakınlığını içkide boğma alışkanlığını, bütün erdem ve ayıplarını. O evde, adım adım, çocuklarını ve eşini diri diri gömdü, telaşsız, işkence yapar gibi ve görünüşte kendi iradesine rağmen. Gerçekten böyle olmasını istememişti ama başka türlüsünü de isteyemezdi. Yalnızca bir baba olan babam, dokuz yaşındaki oğlunun gözlerinde insanların acısını iyileştiren ve dünyadaki en iyi insandı – en iyi olması sırf savaşa gitmeden önce, bir şekilde, bilmeyerek, oğlunu türlü oyunlarla kandırmasındandı: oğluna kitapların ve okumanın dünyasını, akşam sohbetlerinin büyüsünü, inceliğin güzelliğini açmıştı – oysa şimdi aynı oğlunun canını ölümün toprağıyla alıyor, bu toprağı ona kaşık kaşık yediriyordu, öyle özenle ve inanılmaz bir dikkatle yapıyordu ki bunu, bir tek zerrenin bile israf olmadığından emin olmak istiyordu sanki.
Böyle olsun istemediğini biliyorum, fakat başka türlüsünü de isteyemezdi.
Hiç kimse savaştan dönmez. Cephede düşen askerler dönmez. Hadrut’ta kendi evlerinde katledilmiş, merhametsiz davranılmış, paramparça olmuş barışçı siviller – anne ve oğul –, evlerinde öylece kalır. Savaşı yeniden yaşayan ve eve dönenler aslında ne tekrar yaşarlar ne de gelirler. Savaştan dönüş yoktur. Babam 2017’de öldü, yaklaşık kırk yıl çalıştığı hastanede. Yoğun bakım ünitesinde, son nefesinde, bana onu eve götüreyim diye yalvardı.
Ölüsü tanıdık geldi bana: 1990’larda evimizde gördüğüm adamı andırıyordu, savaştan asla dönmeyen o adamı da. Avrupa’nın yapay, para odaklı ‘’uygar dünya’’sına ait değildi; Rusya’nın militan otoritarizmine de. Milyonlarca çocuktan birinin babasıydı, savaşa gitmiş ve asla dönmemiş. Bu esnada, çocuğu onu bugüne dek bekleyip duruyor, babasının asla dönmeyeceğini açıkça fark etmesine rağmen. Yine de bekliyor. İnsan, asla dönmemeye mâhkum olanları beklemeli sadece.
Erivan, 20 Ekim 2020