Sesimizin ulaştığı yerde bir devrim ihtimali
Josef H. KILÇIKSIZ
Bir yıl daha geçti Ada'nın güneşi batalı.
19 Şubat 1972’de katledilen THKP-C önderlerinden Ulaş Bardakçı, bu sene Ankara Karşıyaka Mezarlığı'nda anılabildi mi, emin değilim.
12 Mart'ın cuntacılarına karşı mücadele ederken katledilmiş, tarihin akışını düze çıkarmaya çalışan bir devrimciydi Ulaş.
Darbeler ve cuntalar toplumun her kesiminde travma yarattı. Bu travmalardan en çok gençlik etkilendi. Aydın, ileri görüşlü, gerçekliği çok yönlü kavrayabilen gençleri paletlerin altında ezdiler.
1971 yılında dört kuvvet komutanının verdiği muhtıranın ardından hükümet istifa etti. Ordu, fiilen yönetime el koymuştu. Altı ilde sıkıyönetim ilan edildi. TİP ve DİSK kapatıldı. "Balyoz" adı verilen bir harekatla, devrimciler üzerinde militarist bir devlet terörü uygulanmaya başlandı. Böylece cuntalar geleneğine yeni bir milat eklenerek intikama ivme kazandırılmak istendi.
Çünkü, intikam döngüsünü devrimcilerin idamı üzerinden bir gerilim hattı açarak sürdürmek Sağ’ın geleneğinde sık başvurulan bir yöntemdi. Devletin militarist tarafında işleyen bütün kodlara, bütün kurumların iştirakiyle, siyasallık, toplumsallık ve operasyonellik kazandırılmıştı. İnsanların meydanlarda "idam idam" diye bağırmalarının arka planında, işte bu toplumsal işlevsellik kazandırılmış intikamcı operasyonellik yatmaktadır.
12 Mart'ın karanlık dönemlerinde faşizmin iç yüzünü ortaya çıkarma zorunluluğu Ulaş ve arkadaşları için ölümcül sonuçları olan sancılı bir süreçlerde gerçekleşti.
Gerçi, "Minerva’nın baykuşu" kanatlanmamıştı henüz. Ama Ulaş ve arkadaşlarının politik sosyalleşme dönemi çoktan başlamıştı.
Arkadaş ve yoldaş anlamının çok güçlü olduğu zamanlardı, arkadaş için can verilen zamanlardı.
Deniz’lerin idamını engellemek için öne sürülen talepleri kabul edilmeyince İsrail başkonsolosu Ephraim Elrom kaçırılıp öldürüldü. Bu trajik olay, ölümcül bir kırılmaya karşılık geliyordu. Kaçırılma olayı, çok boyutlu bir sıkışmışlığın kışkırttığı aşırı bir eylemsellik olarak da okunabilir.
Elrom’un öldürülmesinin ardından başlatılan "Balyoz Harekâtı" sırasında esir düşen Ulaş Bardakçı askeri cezaevine konuldu.
Bardakçı, Kasım 1971’de Mahir Çayan, Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin ve Ömer Manga ile beraber cezaevinden kaçan beş devrimciden biriydi.
Bu dönemde bir süre Yılmaz Güney’in evinde saklandı. 19 Şubat 1972 günü Arnavutköy’de kaldığı ev kolluk güçlerince kuşatıldı. Kuşatma saatler sürdü. Ardından düzenlenen kanlı operasyonda "ölü olarak ele geçirildi". Vücudundan 25 tane mermi çıktı. Bir rivayete göre Ulaş'ı öldüren mermilerin bazıları Hiram Abbas’ın silahından çıkmıştı. (Mihri Belli, "Esas Hadise O Kiraz Ağaçları")
Onunkisi, yeryüzünde geniş bir kesimin "ortak yazgısı" olan, ya da olması gereken sosyalizm düşünün alevlendirdiği bir hayat döngüsüydü.
Sömürünün, finans burjuvazisi ve yerli iş birlikçilerinin "ahlaki misyon" maskesini kaldırıp atabilecek bir mücadele biçimiydi.
Silahın bu savaşımı gölgeleyen bir tarafı vardı kuşkusuz.
Silaha başvurma, erk çekirdeğinin periferisindeki muhkem mevkilerin devre dışı bırakılıp zayıflatılmasına yönelik bir eylemsellikti. Bu eylemsellik, demirden bir tasma olan sömürgeci emperyal koşulların reforme edilemez, ancak kırılabilir olduğuna dair bir şiarın izdüşümlerini taşıyordu
Ulaş ve arkadaşları, silahlı operasyonelliği, demokratik ve tam bağımsız bir ülke düşünün gerçekleştirilmesi için, zamanın koşullarında kaçınılmaz görüyorlardı.
Ceberrut devlet bildik olağan refleksiyle, Türkiye'nin tartışmalı ve fırtınalı yakın tarihine damgasını vuran bu gençler için, halkın anlamını bilmediği, korkutucu tınısı olan «Anarşist» diye bir adlandırma bulmuştu. Halk bu kelimeyi deforme edip "anarşik" diyordu.
Onlara yakıştırılan "anarşist, terörist" yaftasını devlet refleksinin bir yansıması olarak okumak mümkündür.
Zira tarih, başta terörist olarak adlandırılan birçok ismin, bilemediniz on sene sonra, devlet başkanı sıfatları kazandığı kaygan terminoloji geçirgenliklerinde, terörist kavramının öznelliğini ve göreceliğini kanıtlayan çarpıcı örneklerle doludur.
Bu görecelik bağlamında, döneminde hükümetle silahlı çatışmalara giren ANC lideri Nelson Mandela’yı, döneminin devletinin güvenlik güçlerine karşı TMT’de elinde silah mücadele eden Rauf Denktaş’ı döneminin Saray’ı tarafından hakkında idam kararı çıkartılan Mustafa Kemal’i, Yaser Arafat’ı ve daha adını anımsamadığım birçok ismi anmak mümkündür.
Ulaş ve arkadaşları silahlı mücadeleyi savunmuş olmalarına rağmen radikal bir hümanizmi hep yedekte tuttular.
Onların hayat serüveni, sosyalizm mücadelesinde başarısızlık ve geri çekilmeler ile birlikte yeni gelişen Üçüncü Dünya öznelliğinin kırılganlığını da ortaya çıkardı.
Onların mücadelesi, karakterleri ve olayları gerçek yaşamdan, sosyalizme dair bir hikâyenin, "ulusal alegori" niteliğindeki sürümüydü.
Ulaş ve arkadaşları, bu hikâyedeki bazı karakterlerin kırılgan ve çelişkili toplumsal konumları ile güç asimetriğine değin değişkenleri yeterince dikkate almamakla ilgili bir yanılgıya kapılmışlardı.
Oysa devrimci, yaşamının yönelimlerini anlamına uygun olarak yorumlarken, yaşamın aykırılıklara, çelişkilere, olanaksızlıklara ve "düşmeye" dönük yönelimlerini de doğru analiz edebilen kişidir.
Emperyalizmin yerli iş birlikçilerinin tahakkümü altında olan bir toplum, kurumları yıkıma sürüklenip taşlaşmış, dinamikleri itibarıyla yozlaşmış, "hastalıklı bir toplum"dur.
Jean-Jacques Rousseau, Emile’inde ifade ettiği şekliyle "Efendi ve köle birbirini yozlaştırır." İşte Türkiye toplumundaki yozlaşma tam da bu ifadedeki anlamına karşılık geliyor.
Toplumun derin katmanlarına gizlenmiş bu maraza dair birçok örnek verilebilir.
İnsanlar, onları günde on saat çalıştırıp eline iki kuruş veren multinasyonal firmaya karşı çıkacak kadar, finans oligarşisine bağımlı olan ülkede mal ve mülkün değerinin bir anda düşeceği gerçeğini, dolar spekülatörlerinin bir günde zengin olduğunu, maaşlarının üçte birini vergi olarak ödediklerini, devletin ayrıcalıklılardan ne kadar vergi al(ma)dığını, dışarıda kendileriyle ilgili olmadığını zannettikleri gelişmelerin, içeride onları oyalayan türban, "Ergenekon" gibi davalarla bağlantısızlığını ya da aralarındaki habis ilişkiyi görecek kadar bir sınıf bilincine sahip değildir.
Gençler, Ulaş ve arkadaşlarının anti-emperyalist meydan okumasına düşük bir nicelikle cevap veriyorlar.
Toplumun yapısal dönüşüm gerektiren bütün arızaları, kimliğin yeniden kazanılması uğruna bir kenara bırakılıyor.
Sosyalizm mücadelesi, Üçüncü Dünya ruhunun tavsamasıyla onun mirasçılığına soyunan ve kendi toplumsal cansızlığını bir kimlik politikasıyla ikâme eden kimlikçi takipçilerle doludur.
İnsanların hâkim post-modernist kimlik tasavvurlarından ne kadar etkilendiklerini gözlemlemek mümkündür. Oysa sosyalist mücadeleyi, kimlikçi, kimliği geri kazanmaya yönelik reaktif bir hareket haline gelmeden, onu sınıfsal karakteri üzerinden yürütmek gerekir.
"Devrime duyduğunuz romantik özlem; dönemin realistik dinamikleri içinde beyhude bir hülyadan ibarettir." diyenler ya kapağı yurt dışına attı ya da o savrulmalar içerisinde, birçok vicdanlı, hürriyet müptelası kişi sonradan siyasi bir metamorfoz geçirerek iyi bir kapitalist oldular.
Özetle, Türkiye sosyalliğindeki zorlu yolculukta, insanların korkuları, aşağılanmaları ve kültürel arada kalmışlığı çarpıcıdır. Camus’nun bir "varlığın imkânsızlığı" deyişi bu sosyalliği çok iyi betimliyor.
Ulaş ve arkadaşlarının mücadelesi, geç kapitalizmin yönsüzleşmiş kültürel iklimine (postmodernizme) karşı, neo emperyalistlerin mukavemet bilinci edinmelerini engellediği "sınıfsız" insanlarına bilişsel haritalar sunabilecek niteliktedir.
Ulaş, Türk, Kürt, Afrikalı, Kübalı, milliyetçi, ulusal bağımsızlık yanlısı, enternasyonalist, seküler, sosyalist, anti-emperyalist gibi Marksizm’den miras alınmış ve ülke özelinden seçilmiş kimlikleri tek bir bünyede birleştirebilen bir karakterdi.
Bu kimlikler karşılaşması ise, bütünüyle özgür iradenin komutasında ve tarihsel mücadelelerden bağımsız meydana gelmez. Hangi kimliğin nasıl seçileceği meselesi, nesnel koşullara ve iktidar konumlarına kopmaz bir biçimde bağlıdır.
Ulaş ve arkadaşları, Milli Demokratik Devrim ilkesiyle, sömürü karşıtı anti emperyalist bilincin, nesnel bir gerçeklik kazanıp eklemleyici pratiklere dönüşmesinin kavramsallaştırmasını gerçekleştirdiler.
Ulaş, mahkeme savunmalarında, «Milli Demokratik Devrim'in devletçi, işçi sınıfının proleter diktatoryasını sağlayan devlet değil, içinde halkın bütün millici sınıf ve tabakalarının mevzilendiği bir devlettir. Burada yeri olmayan yalnız yalnız ve emperyalizmin bir avuç finans oligarşisi ile onun uzun süre müttefiki olmuş tefeci-bezirgandır.» der.
Ulaş ve arkadaşları, tam bağımsız Türkiye mücadelesini, Nietzscheci anlamda -kölelerin efendiye duyabileceği- bir hınçtan (ressentiment) ayırarak ulvileştirme (sublimation) momentiyle doruğa ulaştırdılar.
Ulaş ve arkadaşları hiçbir zaman dışarlıklı akımların Türkiye "politbürosu" olmadılar. İthal bir sosyalizm onlar için sosyalizm anlamına gelmiyordu.
Ulaş ve arkadaşlarının milliyetçiliği "tam bağımsız vatan" aşkıyla doludur. Onlarınki, Üçüncü Dünya milliyetçiliğinin gerici metafizikten ve köktendincilikten kaynaklanan marazlarını içinde barındırmaz. Bu çeşit gerici milliyetçilikte eski mitler "tehlikeli bir biçimde" yeniden üretilir; din veya etnisite tek birleştirici unsur olarak canlandırılır.
Günümüz Türkiye’sinde siyasetin aktörleri ile halk arasında, vaatler ve oy alışverişinde ortaya çıkan dostane ilişki giderek soğuyor.
Batı tarafından ebedi aşağılanmaya dair (en azından kültürel, teknolojik ve ekonomik aşağılanma) paranoyak inanç ülkeyi yeni bir izolasyona sürüklüyor.
Ülke kendisini düşmanlarla çevrili görüyor. Bu aslında, Erdoğan rejimini iktidarda tutan organize siyasi yalanlardan biridir.
Corona-19 dönemlerinde, virüs gibi, dayanışma konuşmaları da salgın niteliği kazandı. Salgın sürecinde "dayanışma" kavramı etrafa pozitif çağrışımlar saçmaya devam ediyor.
Kriz anında insanların birlikte durmaları gerektiği söylendi. Fakat, bu birlikte duruş kümesi içinde, kimin kiminle ve neden birlikte durması gerektiği belirsizliğini koruyor.
Dayanışma mı yoksa itaat mı ikileminde "devletçi" özneyi erdemlerden önce kapan iktidar, dayanışma denen erdemi eksiksiz çarpıtmayı kısmen de olsa başardı. Dayanışma, sömürünün ve sınıflar toplumunun gizlenmesi için tılsımlı bir kelime haline geldi. İçerikleri itibarıyla iyi bir kavram olan dayanışma, öznenin farkındalık düzeyi düşük olunca devletçi işlevler yüklenebiliyor.
«Kendi çamaşırlarınızı zaman zaman yıkıyorsunuzdur. Oysa kendi sözlerinizi ve kavramlarınızı asla yıkamıyorsunuz." der Bertolt Brecht. Bu çarpıcı tespitten yüz yıl sonra bile, "dayanışma" kelimesinin siyaseten kullanışlı yüzeyi kamuoyuna, yıkanmadan, süzülmeyi sürdürüyor. Aslında kelimeleri hemen yıkamalıyız. Çünkü kelimeler ve genel olarak dil her zaman ve şiddetle siyasidir.
Ulaş ve arkadaşları sömürü düzeninin devamlılığını güvence altına alan ve onu yeniden üreten kavramları yeniden anlamlandırmada epey yol kat ettiler. Çünkü varlığı sorgulama süreci, bir bakıma anlamı sorgulamadır.
Ulaş ve arkadaşlarının tutumu, M. Suphi’den Ulaş Bardakçı’ya uzanan mücadele çizgisinde, Hegelci bir fenomenolojik hakikatin keşfi ve tarihselleştirilmesiyle ilgilidir: Çünkü "Hakikat bir bütündür."
Hakikati Hegelci Marksist bir ruhla anlamak için bütüne, tikel deneyimi anlamak için deneyimin yapılarına, bu özel koşulda ise sömürü durumu ve ilişkilerinin bütünlüğüne bakmak gerekir.
Sömürülenin, kendi toplumsal konumunu çözümleyip ona "ayık kafayla" bakabilmesi için, emperyalist sömürü gerçekliğinin bilincine varması gerekmektedir.
Türkiye toplumu çok eskiden beri kendi iç evrimi dahilinde ortadan kaldırılamayacak iki uzlaşmaz dünyaya bölünmüştür: Ezen-ezilen, sömüren-sömürülen.
Ezen ile ezilenin, sömüren ile sömürülenin farklı halk kategorilerinden insanların ve sınıfların kesişimselliği asla bir tesadüf değildir. Ulaş ve arkadaşlarının analizleri, sömüren ve sömürülenin karşılaşmasını tesadüf olarak görmeyen ve onların devrimci süreçlerde buluşmasını, tüm örtülmüş çıplaklığı içinde sorgulayan yüksek çözünürlüklü bir farkındalık barındırır.
Güzelliğe ve arı olana doğru yürüyüşün kanlı duraklarında Ulaş ve arkadaşları şehit düştüler.
"Kişi, ölümden sonra geri kalandır." diyen sevgili hocam Oruç Aruoba’yı haklı çıkaran bir kişilikti Ulaş Bardakçı.
Her insan 'adının enerjisini taşır'' derler ya, Ulaş Bardakçı da adının enerjisini yüksek yoğunlukta taşıyan bir insandı.
Ulaş 12 Mart faşizminin karanlık koridorlarında kaybolduğunda 25 yaşındaydı. Onun ölümünden bu yana elli yıla yakın bir süre geçti.
Devletin baskı aygıtının iyi yağlanmış dişlileri, sorunsuz ve büyük ölçüde sessizce çalışmaya devam ediyor.
Türkiye devrimci hareketinin bu idol isminin, aradan geçen elli yıla yakın bir zamanda bile unutulmamasının nedeni, faşizme ve Amerikan emperyalizmine karşı kararlı duruşudur.
Ulaş ve arkadaşları için Marksizm tek yol gösterici öğretiydi. Marksizm ya kabul edilişiyle ya da ulusal uyarlanışıyla her türlü felsefi ya da siyasal duruşun ufkunu belirliyordu.
Ama unutmayalım ki bir ufuk çizgisi kendi içinde ulaşılmazdır.
Kısacası, "Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi."