'…şimdi karamsarlık nedeniyle gözüpek olmak zorundayız.' (*)
Kemal S. ÇÖZÜM
Her yerde ve her şeyde çürümenin, çöküşün egemen olduğu korkak ve karamsar bir dünyada yaşıyoruz!
Son 20-30 yıldır, neredeyse bütün tanım ve anlatımlar "kriz", "çöküş", "felaket" vb. kavramlarla karakterize oluyor.
Başlı başına korku, panik, karamsarlık nedeni olan bu kavramların, bu denli sık ve yaygın kullanılmasının nedenini salt bilimsel-olgusal temelde açıklamak zordur. Burada politik bir amaç da vardır. Amaç, korku, panik ve karamsarlığı derinleştirmek, olmadığı yerde de yaratmaktır.
Öyle bir noktaya gelindi ki artık, insanı-insanlığı belirleyen temel duygular "korku" ve "karamsarlık" olmaya başladı.
Korku da panik de karamsarlık da insana ait özelliklerdir, bu yönüyle normal karşılanması gereken duygu-davranış biçimleridir. Ancak buradaki "normal"in içinde cesaret, umut, soğukkanlılık-kararlılık gibi özellikler de vardır. Bütün bu duygu ve davranış biçimlerinin birlikteliğidir insanı-insanlığı oluşturan ve bütün bunların oluşması binlerce yıla mal olmuştur.
Tek başlarına ele alındığında korku-panik ve karamsarlık, insanın en ilkel, en vahşi dönemine aittir ve asıl önemlisi de insanın en bencil davranışlarını körükleyen, yaratıp geliştiren güdülerdir.
Korkan insan sadece kaçmakla-saklanmakla kalmaz. Korkan insan kaçarken yalnız bırakandır, terkedendir; saklanırken yanındakini açığa iten ve bazen de ihbar edendir.
Bu noktada diyebiliriz ki, korku-panik ve karamsarlığın damgasını vurduğu bir insanlık, son durağa gelmiş demektir. Son durak, başladığımız yerdir, insanlığın "sıfır noktası"dır.
Bu son duraktan sonrası var mıdır? Daha doğrusu bu son duraktan geriye dönüş nasıl olacaktır, insanoğlu binlerce yıl öncesinden başlayıp değerlerini yeniden mi oluşturacaktır?
Bu son durağın bir adı vardır literatürde: "Dibe vurmak".
Son durak olarak nitelendirdiğimiz, korku-panik ve karamsarlığın insanlığı esir aldığı noktadan geri dönüşün adı, yol ve yöntemidir kimilerine göre ve kimi zaman dibe vurmak.
İyi olan ne varsa her şeyin bitip tükendiği bu "dip" noktasında umutlar da mı tükenmiştir? Umut hiçbir zaman tükenmez, umut her zaman vardır. Ancak burada umut, yolun sona erdiği uçurumun dipsiz karanlığında, belli belirsiz yanıp sönen bir ışığın cılızlığındadır artık.
Çok cılız da olsa umudu simgeleyen o ışığın kaynağı ise kaybedecek bir şeyin olmadığı noktaya varılmış olmasıdır.
Oraya geldik mi?
Dipte miyiz?
Önce şunu vurgulayalım: Dibe Vurmak umut olmadığı gibi çare-çözüm de değildir ve "Godot" hiç değildir.
Bunları özellikle vurgulamak gerekiyor çünkü dibe vurmak artık kimi kesimlerin beklenti haline getirdikleri, umutları yükledikleri bir olgu haline geldi. Bir şey yap(a)mamanın, üret(e)memenin kaçış yolu oldu bu beklentiyi körükleyip arkasına sığınmak. "Yapılacak bir şey yok, belki de dibe vurmamız ve bir topuk darbesiyle yeniden yüze çıkmamız gerekiyor, tarihin belli dönemlerinde halk hareketlerinin kaderi bu olmuştur" vb. türünden söylemler bugün de karşımıza çıkıyor.
Bu türden söylemlerin altında yatan bir yanıyla çaresizlik-yetersizlik, sorumluluktan kaçmak iken diğer yanıyla da halkı küçümsemek, bu halktan bir şey olmayacağı türünden söylemlerle ezilen halk kitlelerini suçlamaktır.
"Biz ne dersek diyelim ne yaparsak yapalım bu halk bizi anlamıyor, dinlemiyor, o halde kendileri yaşayarak görecekler, dibe vurduklarında belki bizi anlarlar" türünden bir söylem varsa, bilmeliyiz ki karşımızda konuşan çaresizlik-yetersizlik ve sorumsuzluktur.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:
tavşan korktuğu için kaçmaz
kaçtığı için korkar. (**)
Bütün bunlar hemen herkesin bildiği çok yalın gerçekler olabilir ve bunları okumak, dinlemek zül gelebilir çoğumuza. Ancak öyle dönem yaşıyoruz ki, bu yalın gerçekler unutuluyor veya üzerinden atlanıyor. Bilinenin, gerçeklerin unutulmasının, üzerinden atlanmasının en açık sonucu ise son dönemde yaşadığımız üzere, korku-panik ve karamsarlığın egemen hale gelmesi tehlikesidir.
HDP binasının basılıp Deniz Poyraz’ın katledilmesi üzerine yaratılan hava tam da yukarıda anlatmaya çalıştığımız tarzda bir korku-panik, karamsarlık havasıdır.
Özellikle de S. Peker denilen mafya artığının "büyük bir eylem yapacaklar" türünden kehanetleri temel alınarak provokasyon teorileri eşliğinde korkunun egemenliğine hizmet edilmektedir.
Herhangi bir ülkede, bizdeki kadar provokasyon veya komplo teorisi yapılıyor mudur acaba? Hiç sanmıyoruz.
Özellikle liberal, sosyal demokrat kesimin bayraktarlığında sürdürülen bu tespitlerin dile getiriliş tarzı da hiç değişmez: "sakın bir şey yapmayın, sesinizi çıkarmayın, sizi kışkırtıp sonra da sindirmek-ezmek istiyorlar, ne yaparlarsa yapsınlar… sakın ha"…
Sisteme karşı her hareket (bırakalım öyle büyük, sansasyonel eylemleri vb. en küçük protesto hareketi, direnme vs bile) onlar açısından provokasyona gelmek olarak yorumlanmış ve karşı çıkılmıştır.
Çok uzağa gitmeye, çok eski tarihlerden örnekler aramaya gerek de yok, çok yakın bir örnek vardır, 12 Eylül öncesi anti-faşist mücadelenin karakteri olsun 12 Eylül’ün gerekçeleri olsun hala provokasyon edebiyatıyla izah edilmeye, hızını alamayanlarca devrimciler, anti-faşist mücadele içinde yer alanlar suçlanmaktadır.
İkinci dünya savaşı sonrası komünizm tehlikesine karşı hemen her ülkede GLADİO örgütlenmeleri kuran, para-militer örgütlenmelerle sosyalizm-komünizm tehlikesini daha baştan kan ve terörle ezmeye çalışan emperyalist sistemin bu politikaları ortadayken devrimci mücadeleyi ve direniş hareketlerini suçlamak tam anlamıyla emperyalizme-faşizme teslimiyetin savunulmasıdır.
Bugün de "provokasyon" teraneleri eşliğinde yapılan budur. Onlara göre bu saldırıların amacı seni direnişe kışkırtmak ve sonra da ezmek, boyun eğdirmektir. Söylenen açıkça şudur: nasılsa ezilecek ve başını kaldıramaz hale geleceksin, hiç olmazsa bizi dinle kendini ezdirmeden boyun eğ…
Devletin terörü-saldırıyı zaman zaman provokasyon aracı olarak kullandığı olmuştur, doğrudur. Bugün de o tür planlar-düşünceler ve hatta uygulamalar olabilir ve vardır. (***)
Ne var ki doğrudan katliamı, yıldırmayı hedefleyen genel politikanın parçası olarak gerçekleşen böyle bir saldırı karşısında bu şekilde düşünmek ne politik olarak ne de psikolojik olarak sağlıklı bir kafa yapısının ürünü olamaz. Burada amaç çok açıktır: Saldırının hedefi mücadele hevesini kırmak, yıldırmak, korku-panik ve karamsarlığı egemen haline getirmektir.
Şunu da özellikle belirtmeliyiz ki, provokasyon-teslimiyet teorilerinin alternatifi elbette ki gücünün-örgütlülüğün üstünde, kaldıramayacağın bir mücadele çizgisini gündemine almak değildir. Alternatif öncelikle sessiz kalmamaktır, geri adım atmamaktır, bir adım daha ilerde bir direniş-mücadele çizgisini oluşturmanın çabasına girişmektir.
Bugün giderek güç kaybeden, her kesimden tecrit olan, bürokrasi ve devletin silahlı güçleri dışında bir dayanağı kalmayan bir iktidar var halkların karşısında ve bu iktidarın şu andaki tek silahı baskı ve terördür… Bu baskı ve terör politikaları ise ya doğrudan devletin resmi kurumları (ordu, jandarma, polis, mahkemeler vb.) eliyle yürütülüyor ya da son örnekte görüldüğü gibi katliam-cinayet biçiminde para-militer örgütlenmeleriyle.
İktidarın her türlü araç ve yöntemi kullanarak yürüttüğü bu politikaları engellemenin yolu, provokasyona gelmeme adına teslimiyet, sessizlik ve sabır değil, daha ileri mücadele ve örgütlenme biçimlerini hedefleyen politika ve taktiklerle iktidarın saldırı politikalarının önüne barikat oluşturmaktan geçer.
Şimdi perdenin önünde konuşmak zamanıdır. Sol’da, demokrasi cephesinde yer aldığını iddia eden herkes ve özellikle kendilerinden önder-lider tavrı beklenen örgütler-insanlar çıkıp bu meydan okumaya cevap vermelidir.
(*) Alain Minc, Yeni Ortaçağ, İmge Kitabevi, 1995; sf.9
(**) Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları