Sistemin hegemonik söylemi ile aynı safa düşmek
Feyzi ÇELİK*
100 Yıla yakın Kürtlerin ulusal, Alevilerin dinsel asimilasyonuna karşı büyük karşı koyuşlar olsa da, bu karşı koyuşun ön saflarında yer alanlarda bile zamanla sistemin "hegemonik söylemleriyle" aynı safa düşmekten geri kalınmıyor. Bu söylemlerin başında "Kürt sorunu" ve "Alevi sorunu" söylemlerinin söylene söylene kavramlaştırılmasıdır. Bilindiği gibi 'sorun' Arapça'da 'Mesele' Batı dillerinden Türkçe'ye 'problem' şeklinde geçmiştir. İster sorun, ister mesele isterse problem diyelim; temel anlamı, olumsuzluktur. Batı emperyalizm ve yayılmacılığının kendi dışındaki yerlere gidişinin asıl nedenini gizlemek için kendisini 'uygarlaştırıcı/modernleştirici misyonerliği' şeklinde tanımlamıştır. Eğer burada bir problem varsa o problem, Batı'nın kendisini bu misyonla tanımlamasıdır. Batı'lı bunu kendisinden emin olarak söyler, bunun sorgulanması mümkün değildir. O nedenle geldiği toplumun hastalıklı ve sorunlu olduğuna inanmakla kalmaz bu inancını oradaki toplumun siyasetçisi ve aydınına da kabul ettirir. Bir şeyi 'sorun' olarak kabul ettirdiğiniz zaman 'çözümü' de onlar kendilerine göre getirirler.
Kürtler, Aleviler ve giderek İslam'ın bir sorun gibi algılanması için büyük eğitim seferberlikleri yapılır. Örneğin, Kürtlerin Türkçe okuma yazma öğrenmesi adı altında, yoksul kürt çocuk imgesi kullanılarak, buna meşruiyet kazandırılır. O çocuğun, ana dilini unutup, Türkçe öğrenmesi bir sorun veya hastalıktan kurtuluş olarak gösterilir. Buna karşı çıkmanın anlamsız olacağı düşüncesi toplumda yaygınlaşır. O nedenle, toplumların temel hakların 'sorunlaştırmak' başlı başına sorundur.
Türkiye seçimlere doğru gittiğinde bu söylem daha fazla kullanılır. Seçimler açısından bakıldığında 'birinci dereceden genel oya' dayalı seçimler 65-70 yıldan beri yapılıyor. Uygulanan seçim sistemleri, seçim hileleri, demokratik olmayan parti sistemlerine rağmen seçimler hep yapılıyor. Seçimlerin bu şekilde yapılması başlı başına bir sorun olduğu halde, buna karşı çıkanlar sorun olarak görülüyor. Karşı çıkanlar kendilerinin sorun olduklarını içselleştirerek her defasında yapılan seçimlerin Türkiye tarihinin en önemli seçimleri olduğu vurgulanır; en önemlisi Kürtler adına politika yapanlar da bunu söylemekten geri kalmazlar. 1999 ve 2002'de seçimler yapılır, yüzde on barajının aşılmadığı bilindiği halde, 'Türkiye için tarihi' bir seçim denilerek, seçimlere girilir ancak baraj aşılmaz. Bağımsız adaylarla seçilenlerin önü kapatılır. Yüzde on barajını aştı diye Kürt siyaseti tamamen düşman haline getirilir. Hiç kimsenin aklına 'seçimlerin Kürtler için' tarihi önemde olduğu vurgulanmaz. Bu da Kürt siyasetinin, farkında olmadan 'Kürtlüğü ve Kürdistaniliği' Türkiye içinde eritme anlamına gelir. Olan sadece ''Türk' yerine 'Türkiye'nin geçişidir. Bu Daha da vahimdir. Çünkü, Türklük bir köken iken, Türkiye onun bulunduğu yerdir. Bunun içinde, Türk vardır. Kürt, Ermeni, Arap vs. yoktur. İran'da yaşayan bir Kürt kimliğini İranlı, Irak'ta yaşayan bir Kürt, Iraklı, Suriye'de yaşayan Kürt kendi kimliğini Suriyeli olarak tanımlıyor mu? Kaldı ki, ne İran, ne Irak ne de Suriye adlandırmasında 'Türk'te' olduğu gibi etnik kökenlilik esas alınmamıştır. Salt coğrafi bir adlandırmadır. İran için Acemya, Irak ve Suriye için Arabiya denilmemiştir. Türkiye, kendi söylemini Türkiye dışındaki Kürtleri ifade etmek için Kuzey Irak, Kuzey Suriye, Doğu İran söylemini kullanıyor. Kendi denetimindeki Kürdistan'ı ise Doğu ve Güneydoğu diyor. Kürt siyasetçiler de zamanla bu söylemlere uyum gösteriyorlar. İşte, başkasının yapay bir şekilde sorunlaştırdığını, sorun olarak görmek burada başlar.
Aşağıdaki söz, Kürt Siyasal Hareketinin(KSH) önde gelenlerinden birine aittir. 7 Haziran 2015 seçimlerinden kısa bir süre önce söylemiştir.
"Türkiye, tarihinin en önemli genel seçimlerine giriyor. Seçim sonuçları ülkenin geleceğini belirleyecektir." İşte "Türkiye içselleştirmesinin" geldiği nokta budur. Ne yazık ki, ister parti olarak ister bağımsız olarak seçimlere girilsin değişen bir şey yoktur.
Oysa, Kürtlük ve Kürdistaniliğin mecrası açıktır. Gerekli gücün orada olduğu biliniyor. Buna rağmen ister seçim zamanı olsun, ister seçim zamanı olmasın, varolup olmadığı, ne kadar olduğu bilinmeyen "devrimci demokratik güçler" klişesi kullanılıp, Mahirlerin, Denizlerin ve İbrahim Kaypakkayaların özlemi olan halkların birliği, kardeşliği, ortak mücadelesinden söz ediliyor. Kürtlerin mücadelesi bir anda geçmişte kalmış birkaç "isyancı" gençlik liderine eklemlenerek onların devamı gibi gösteriliyor. Aslında böyle yapmak onlar ve onun peşinden gidecek devrimci ve demokratlar için de iyi değildir. Bu anlayış o kadar ileri gidiyor ki, emek vermiş Kürt devrimcisinin emeğinin yok sayılmasına ve bunun başkalarının hizmetine girmesine kadar gidebiliyor.
Söylemlerin klişeleşip normalleşmenin gidip dayanacağı yer hegemon anlayışın her tarafı kaplamasıdır.
* İstanbul Barosu, Avukat