Sosyal devlet nedir, nasıl ortaya çıktı? (2)

Sosyal devlet nedir, nasıl ortaya çıktı? (2)
Sosyal devletin altın çağı, 1930’larda başlayan ve ikinci büyük emperyalist paylaşım savaşının (İkinci Dünya Savaşı) ardından 1970’li yılların ortalarına kadar geçen 40-45 yıllık süredir.

Veli BEYSÜLEN


Bir önceki yazıda sosyal devletin tarihsel sürecini, 1919 yılında Almanya’da yürürlüğe giren Weimar Anayasası'na kadar ele almıştım.

Yazıda özet olarak ifade ettiğim üzere; sosyal devlet, kapitalizmin kısmen revize edilmesidir. Bu nedenle Marx, bu tezi savunanlardan temelde ayrılmış ve bunun işçinin özgürleşmesini sağlamayacağını söylemiştir. Marx çok doğru bir biçimde, özel mülkiyete dayanan kapitalizmde, işçinin emeğine üretim araçları mülkiyetini elinde tutan sermaye tarafından el konduğunu, bu nedenle işçinin ihtiyaç duyduğu kendi ürettiğini piyasadan parasal ederi karşılığı edinmek zorunda kaldığını, bunun ise işçiyi kendi emeğine yabancılaştırdığını, alternatifin ise kolektif üretim ve kolektif tüketim ilkesine dayanan işçi sınıfı iktidarı olduğunu açıkça ortaya koymuştur. İşte bu alternatif tespit ve ortaya konan alternatif sistem, kapitalizmi sosyal yönden evirilmeye iten en önemli etkendi.

1840’lı yıllardan itibaren, sermayenin geliri sürekli artarken emek gelirleri sürekli gerilemiştir. Liberal kapitalist sistemin, devleti müdahaleden uzak tutmasının ve her şeye kendisinin karar vermesinin yol açtığı rahatsızlığa ek olarak Marx’ın bilimsel teorisinin yol göstericiliğinde sosyalizme yönelişin yükselmesiyle, 1880'li yıllarda Almanya’dan başlayarak merkez kapitalist devletler, sosyal devlet uygulamalarını bir bir yürürlüğe koydular.  Böylece, 1880 ile 1910 yılları arasında, Almanya, Belçika, Fransa, Hollanda, İtalya, İngiltere, ABD, Avustralya, İsviçre, İsveç, Danimarka, Norveç, Finlandiya, Avusturya, İrlanda, Yeni Zelanda ve Kanada gibi merkez kapitalist ülkelerde, İş Kazası, Sağlık, Emeklilik, İşsizlik ve Aile Sigortası gibi sigorta kolları değişik tarihlerde uygulamaya kondu.

Sosyal devlet uygulamalarının tek tek ülkelerde hayata geçirilmesinin yanı sıra, birinci emperyalist paylaşım savaşını (1. Dünya Savaşı) sonlandıran Versailles anlaşması ile Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) kuruldu.

ILO’nun kuruluş amacı şu şekilde açıklanmaktadır: "Evrensel ve sürekli bir barışın ancak sosyal adalet temeli üzerinde oluşturulabileceği temel ilkesinden hareketle tam istihdama ulaşılması; yaşam standartlarının yükseltilmesi; işçilerin kendilerine en uygun işlerde çalıştırılmaları; mesleki eğitim imkânlarının sağlanması; kalkınmanın nimetlerinden herkesin eşit şekilde yararlanmasını sağlamaya yönelik politikaların uygulanması; çalışanların yaşam ve sağlığının korunması; örgütlenme ve toplu pazarlık hakkının tanınması ve sosyal güvenliğin yaygınlaştırılması gibi amaçları bulunan ILO, tüm faaliyetlerini işçi, işveren ve hükümet temsilcilerinden oluşan "üçlü yapı" ilkesine dayalı olarak yürütmektedir." Böylece sistem, devlet, işveren, işçi üçlüsünün ortak kararlar alıp sözleşmeler yürürlüğe koyacağı bir yapıyı da hayata geçirmiş oldu. Zira ILO sonraki yıllarda, amaç maddesinde belirtilen konularda birçok kararlar alıp yılda bir toplanan konferansında sözleşmeler kabul ederek yürürlüğe koydu.

Kuşkusuz sosyal devletin altın çağı, 1930’larda başlayan ve ikinci büyük emperyalist paylaşım savaşının (İkinci Dünya Savaşı) ardından 1970’li yılların ortalarına kadar geçen 40-45 yıllık süredir. Bunu sağlayan unsurların başında, dünyayı kasıp kavuran ve kapitalist sistemin daha yüksek sesle sorgulanmasına neden olan 1929 ekonomik buhranı gelmektedir.Buhranın sonucu olan yoğun işsizlik, sistemi çok daha fazla işsizlik ödeneği yapma durumuyla karşı karşıya bıraktı. Bu ödemenin sistem üzerinde baskı oluşturmasından dolayı devletler ödemelerde kısıntıya gittiler. Buhranın yol açtığı istihdam daralmasının yok sayılması ve ödenek kısıntısının işsizlik ödeneği alamayan işsizleri çalışmak zorunda bırakacağı tezine dayandırılan bu uygulama, beklenenin aksine buhranı daha da derinleştirerek yoksulluğu katlanılamaz boyutlara ulaştırdı. Bu nedenle, devletler kısa zamanda bu politikadan dönüş yapma gerçeğiyle yüz yüze kaldılar. Zira başta Keynes olmak üzere sistem ideologları, buhranın yol açtığı istihdam daralmasının talep artışı sağlanması ile aşılabileceğini salık veriyorlardı. Bu ideologlara göre, esnek ücret ve esnek fiyat politikasının aksine, devletin işçiler lehine üretim ilişkilerine müdahale etmesi kaçınılmazdı. Böylece devlet bir yandan harcamalarını artırdı, diğer yandan ücret genel düzeyini belirleme yetkisini eline aldı. Bununla da yetinmeyen devlet aynı zamanda fiyatlara müdahale ederek, halkın satın alma gücü ile fiyatlar arasında denge sağlamaya çalıştı. Tüm bunlar liberal kapitalist sistem savunucularına göre devletin özgürlüklere müdahalesi olarak görülse de, yoksul kesimlerin refah düzeyinin yükseltilmesi için devletin müdahalesi zorunlu hale gelmişti.

Buhran, SSCB’nin kurulmasıyla yönünü sosyalizme dönmüş olan merkez kapitalist devletlerdeki işçi sınıfının mücadelesini de tetiklemişti. Sistem hoşnutsuzluğu aşmanın çaresini, devletin müdahalesine dayanan karma ekonomik modelin yanı sıra güçlendirilmiş sosyal devleti de hayata geçirmekte buldu. Kuşkusuz uygulamaya konan sosyal devlet uygulamalarının en önemli özelliği aileyi koruma özelliğiydi. Bu nedenle, özellikle sağlık alanında yapılan düzenlemelerle sadece çalışan bireyi değil, onun aile bireylerinin hastalık, kaza gibi risklerden korunması ve sağlığına kavuşması için tedbirler geliştirildi. Buna ek olarak, aile sigortası uygulamasıyla doğrudan gelir desteği sağlanarak ailenin asgari düzeyde yaşamasına yetecek gelire sahip olması sağlanıyordu. Ayrıca devletler ILO’nun, her çalışanın yaşadığı ülkenin yaşam standardına uygun asgari bir gelir elde etmesi için, çalışan ile ailesinin geçimini esas alan bir asgari ücret belirlenmesini sağlamak amacıyla kabul ettiği sözleşmeyi onaylayarak yürürlüğe koydu. 

Tüm bunların amacı, sistemin yol açtığı mağduriyetleri kısmen gidermek ve işçi sınıfının sosyalizme yönelmesini önlemekti. Devletlerin sosyal devleti uygulamaya koymaları, toplumların ezilen kesimlerinde, bu sistem içinde kalma ve daha fazlasını talep etme bilincinin gelişmesini sağladı. Toplumdaki bilinç yükselmesi siyasi partileri zorlamaya başladı ve partiler kitlelerden destek alabilmek adına, programlarını sosyal devlet üzerine oturtma hususunda kıyasıya bir yarış içine girdiler. Devlet, burjuvazi ve proletarya uzlaşmasına dayanan sosyal devlet, esas itibariyle liberal kapitalist sistemin uygulandığı ülkelerde, burjuva partilerinin iktidarına meşruluk kazandırmanın aracı haline gelmiş oldu. Bu dönemde anlaşmayı sağlayan etken, Keynes'in bölüşüm ilişkilerini yeniden tarif eden temel yaklaşımıdır. Keynes'in devleti müdahaleci konuma getirerek üretilen mal ve hizmetlerin bölüşümünde belirleyici olmasını sağlayan anlayışı, işçi sınıfının satın alma gücünü arttırdı ve talep yükselmesini sağladı. Böylece piyasada sağladığı canlanma ile bir yandan 1929 buhranının yıkımı onarılırken, diğer yandan burjuvaziye kazanım sağladı.    
   
Buhran yıllarında, Amerika Birleşik Devletleri de bir yandan yatırımlara yönelip üretim faaliyetlerinde bulunmak suretiyle işsizliğin aşılması için rol üstlenirken, diğer yandan sosyal devleti güçlendirdi. Dönemin ABD başkanı Roosevelt, "İşsizlere yardım hayırseverliğin ötesinde, sosyal bir görev olarak yapılmalıdır." demek suretiyle sosyal devlete vurgu yapıyordu. ABD, 1935 yılında Sosyal Güvenlik Yasası'nı çıkararak sistemin hukuki zeminini oluşturdu.

İkinci emperyalist paylaşım (İkinci Dünya) savaşının ardından, 1945 - 1975 arası sosyal devletin daha da görünür olduğu yıllardır. İkinci Dünya Savaşı’nda, en çok insan kaybı veren SSCB’nin, kendi ülkesi toprakları ile sınırlı kalmayarak Doğu Avrupa’nın tamamında Almanya’yı yenmesi ve kapitalist sistemin karşısına Doğu Bloku ile çıkması üzerine, güler yüzlü kapitalizm kendisini göstermeye başladı. Sistem, bu görünümü ile devletin dengeleyici rol üstlenmesini sağlarken, merkez kapitalist devletlerde, sosyal devlet harcamalarının arttırılmasını da zorunlu hale getirdi. Savaşın ardından Birleşmiş Milletler Cemiyeti’nin kurulması ve onun insan haklarına dair bir dizi belgeyi kabul ederek devletlere yükümlükler getirmesi, işçi sınıfının örgütlü gücüyle sisteme itirazını daha yüksek sesle dile getirmesini ve bölüşüm ilişkilerine müdahale etmesini sağladı. Bu dönemde, hem temel hak ve özgürlükler hem de ekonomik hak ve özgürlükler genişledi. Tüm bunlar, merkez kapitalist ülkelerde sosyal devlet harcamalarını çeşitlendirdi ve daha fazla kaynak aktarılmasını sağladı. 1960 - 1975 yılları arası dönemde, merkez kapitalist devletlerin tamamında sosyal devlet harcamaları iki kata yakın arttı. Bu dönemin temel özelliği, devletin sermaye emek ilişkisinde emekten yana müdahalesinin, geçici de olsa emeğin pastadan daha fazla pay almasını sağlamasıydı. 

Kuşkusuz bütün bu politikalar, sosyalist sistemin kapitalist sistem üzerindeki basıncından dolayı, sistemin rızası hilafına uygulanmaktaydı. Sosyal devletin altın çağı denen bu dönem içinde sosyal devlet harcamalarının artmasının yanı sıra, yukarıda değindiğim gibi örgütlenme olanaklarına sahip olan işçi sınıfı mücadelesi, sınıfın pastadan daha fazla pay almasını sağlarken sermayenin kar oranlarını düşürüyordu.

Bir sonraki yazıda, dünyada uygulanan farklı sosyal güvenlik sistemleri ile işçi sınıfının kazanımlar elde etmesinden dolayı kar oranları düşen sermayenin, buna son vermek üzere geliştirdiği kapitalizmin yeni evresi neolibeliberalizme geçişi işleyerek konuyu ele almaya devam edeceğim.

Öne Çıkanlar