Trump sonrası dünyada Biden ne yapar?
Nejat UĞRAŞ*
"...bugün dünyanın karşı karşıya olduğu zorlukların üstesinden gelmek için özgür dünyayı bir araya getirmeliyiz. Öncülük etmek ABD'ye düşüyor. Başka hiçbir devlet bu kapasiteye sahip değil. Başka hiçbir millet bu fikir üzerine inşa edilmemiştir."/ Biden/ [1]
Trump sonrası dünyayı tartışma vakti henüz gelmedi. Üstelik Trump dönemi daha yeni başlıyor. "Trump sonrası" demek için daha çok erken. Adam bütün Amerikan kurumsal yapısı karşısında yüzde elliye yakın oy aldı. Ekim ayında bilim dünyasının önce gelen iki dergisi Nature (Doğa) ve Science (Bilim) arka arkaya Trump karşıtı editöryal yazılar yayınladılar. Başlık da bu iki derginin adıyla oluştu. Türkçe anlamıyla "Trump’ın Doğası Bilime Karşı" gibi oldu. Nature ve Science bir tek Amerikan biliminin değil tüm bilim dünyasının da tepesinde yer alan iki dergidir. Neredeyse bir yüzyıldır bilimin hemen her alanının tartışılmaz iki lideridir bu dergiler. Science Washington’dan, Nature ise Londra’dan yönetilir ama yönetim yerlerinin de ötesinde bir bakış ve eylemi temsil ederler.Yani bir anlamda bilimde, toplumsal yaşantıda İngiliz/Amerikan emperyalizminin egemenliğinin dolaylı bir göstergesidirler. O aklı temsil ederler. Bu nedenle olgulara, olaylara ve isimlere nasıl baktıkları kapitalizmin başını çeken düşünceleri yansıtır, söyledikleri her zaman ciddiye alınır ve ses getirir." [2] Bu bağlamda Trump veya Biden; ve fakat kesin olan bir şey var ki bu trend- Huntington dalgası mı demeli- daha sürecek. Yaşanan şey kapitalist modernitenin krizi. Evet, bir modernite krizinden söz etmek daha makul ve makbul görünüyor. Trump ve benzerleri bu krizin semptomudurlar. Modernizm, esas olarak kapitalist ekonomi- Batı'da serbest piyasacı versiyonu, Doğu'da Rusya başta olmak üzere devletçi versiyonu- temsili demokrasi, bilimsel-teknolojik gelişmeler ve kültürel paradigmadan oluşan üçlü bir saç ayağından ibaretti.
Ordoliberalizm paketi
19. Yüzyılın başından itibaren kültürel ayağa yönelik eleştiriler giderek güç kazandı. Yüzyıl dönümünde tam bir kültür çatışması ortamı oluşsa da izafiyet, kuantum teorileri, bilim ve teknolojideki dev adımlar bilimsel ve seküler dalgayı iyice güçlendirdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise bütün bu paradigmanın getirdikleri hem sağdan hem soldan şiddetli bir eleştiriye maruz kaldı.
Kültürel alandaki eleştiriler her şeye rağmen hem zayıf kalıyordu hem de alanla sınırlıydı. Zira İktisadi ve siyasi ayaklar 1917 Sovyet devrimine kadar güçlü görünüyor ve çözüm umudunu diri tutuyordu. Sovyet devrimi karşısında Batı kapitalizmi "Keynesçilik" adıyla kodlanan yeni bir "çözüm umuduyla" dinamikleştirildi. Bu noktadan sonra modernist konsensüsün politik ayağı faşizm adıyla özerkleşme yoluna girdi ve İkinci Dünya Savaşı, yani tarihin en büyük politik mücadelesi patlak verdi. Tarihteki birçok sorun ve çelişki bir kez daha savaşla çözülecekti. Faşizm karşısında Sovyetler ve Batı'nın belli başlı güçlerinin aynı cephede yer alması birçok insanı şaşırtmıştı. Oysa her iki tarafın kültürel ve politik eksenleri hemen hemen aynıydı. Faşizmin yenilgisi ile birlikte çeyrek yüzyıl süren bir kabarış dalgası yaşandı.Kapitalist modernite refah devletinin öncülüğünde altın dönemini yaşayacaktı. Tarihin irosine bakın ki işçi sendikaları da altın çağını yaşıyordu. Nihayetinde iktisadi ayak Batı'da ve Doğu' da durgunluk içerisine girdi. Bilindiği gibi Doğu bu durgunluktan çıkamadı ve dağıldı. Çin ise dağılmadan yeni bir konsensüsle ayakta kaldı. Batı ise sonrasında "Neoliberalizm" denilen yola girdi. Geçmeden çok önemli bir ayrıntıyı vurgulamak gerekiyor: aslında Batı'da neo-liberalizm dedikleri reçeteyle; Çin'de uygulanan kapitalist piyasa - komünist parti devleti reçetesi aynı köklere dayanıyor. 1948 yılınds esas olarak Alman iktisatçılarca geliştirilen ( Walter Eucken, Hans Großmann-Doerth, Franz Böhm, F. Meyer, K. Paul Hansel, Wilhelm Röpke, Alexander Rüstow, Leonard Milksch vediğerleri) Ordoliberalizm denen fikirlerden oluşan bir pakettir bu.
"Liberalizm ideolojisi dâhilinde bir akım olarak kabul edilmesine karşın, aslında Ordoliberalizm hem merkezi planlamayı, hem de serbest piyasa düzeninin dayattığı laissez-faire laissez-passer (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) ilkesini reddeden ve bu iki akım arasında yeni bir denge düzeni öneren kendisine özgü bir akımdır. Bu anlamda, devlet ile serbest piyasa arasında günümüz neoliberalizminden oldukça farklı bir düzen öneren Ordoliberallerin özgün duruşları, Avrupa ve dünyada ideolojik krizin yaşandığı ve tüm dünyada siyasetin salt etnik, mezhepsel ve dini faktörlere ve yaşam tarzlarına indirgendiği 21. yüzyılda bu nedenle önemlidir." [3]
Her ne kadar neo-liberalizm adına konuşanlar devletin her şeyden el çekip piyasanın pürüzsüz işleyişinden söz etseler de, devletin serbest piyasacalığın gelişimine, güvenliğine ve işleyişine hizmet eden bir organ oluşunu arzularlar. Nihayetinde "şirket devlet" modeli ortaya çıkar. 2008 krizi ile neo-liberalizmin ala-i vala ile haykırılan özelleştirme, de-regülasyon ve esnekleştirme modelleri dibe vurunca çok tekrarlanan "daha az devlet" lakırdısı bir yana bırakılarak, Obama tarafından devlet esas olarak şirketleri kurtarma servisine dönüştürülerek Ordoliberalizmin dogmasına rücu edildi.
Çin modeli şirket kapitalizmini güçlü düzenleyici devlet modeli ile destekleyerek, kriz ortamında bile büyümeyi sürdürdü. Trump'ın selefi Obama'nın bu şirket kurtaran "şirketleşen devlet modelini" mantıksal sınırlarına doğru zorladı. Bazılarının çok absürd bulacağı bir şey söyleyeyim; Trump ve benzerlerinin gelecekte sıkça gündeme getirecekleri model, Çin'de 1978'den beri geliştirilen durumdan ibarettir. Kapitalizmin mevcut krizine karşı en etkili reçete, devleti pejoratif olarak ele alan " laissez passe laissez faire" modeli değil, devleti izolasyonist bir tarzda konumlandıran, acil durum kurtarıcısı olarak yücelten "Veni rescue" denilebilecek "gel kurtar " pozitif konumudur.
Buraya kadar Trump'la Biden ekibi arasında bir fark yok. Her ikisi de Ordoliberal dogmaya bağlıdır. Sadece uygulama sorunlarında farkları var. Biden ekibi, küresel güç matrisinde ittifak ilişkilerini ve bazı görüntü kurtarma hamlelerini öne çıkarırken; Trump kaportanın dökülen boyasını önemsemeden perde arkasında konuşulan vahşi kapitalist argümanları pek gizleme gereği duymamaktadır. 'Varolan bir potansiyel mutlaka yaşanır' kuralı ister istemez Amerikan devletini, Trump tarzı öngörülemezlik, bencillik ve paldır küldür saldırganlık durumuna mutlaka getirecektir.
Hegemonya savaşı(mı?)
Son tahlilde ekonomik, teknik ve kültürel olarak kapasiteleri (tahmin edildiği kadarıyla) Çin tarafından aşılıyor. İşte sorun tam olarak burada ortaya çıkıyor. Çin'le nasıl rekabet edilecek? İran, Rusya ve irili ufaklı bir çok güç bu soru karşısında ayrıntıdır. Amerika'daki kurumsal devlet yapısı, Atlantik hattında biraz daha insiyatif kazanmış AB ile yeni ve saldırgan bir ittifak ilişkisi geliştirmeyi önemsiyor. Macron bunu çabuk fark ettiği için hızla manevralara girişti. Almanya bile askeri görüntü verdi. Bu yetmez. Asya-Pasifik üzerinde bir Hindistan-Japonya ekseni geliştirip etrafında Kore, Tayland, Tayvan, Endonezya ve benzeri ülkeleri yığdığı güçlü bir ittifak oluşturmak yeni ABD hükümetinin esas önceliği olacaktır. Bunun farkında olan Çin, hızlı davranıp çevresi ile geniş bir ittifak anlaşması geliştirdi. Ama oyun daha yeni başlıyor. ABD'nin yeni Dışişleri Bakanı Anthony Blinken, enerjisini bu iki köprü üzerinde harcayacak. Buraya kadar yazılanlar, daha önce konunun uzmanlarınca öyle ya da böyle söylendi/yazıldı. Sıkça tartışılan hususlardan birisi de artık çok kutuplu bir dünyada ABD'nin hegemonyasının zayıfladığı yönündedir. Bu görüş özellikle Türkiye'deki Avrasyacıların sersem yanılgılarından birisidir. Bu Amerika'yı fazla küçümsemektir ve ağır bedelleri olur.
Şu anda kültürel üretim ve söylemde merkezinde ABD'nin olduğu Batı oldukça dominant bir konumdadır. Yeni teknolojik fikir ve uygulamaları açısından da aynı baskın tutum aşılmış değil henüz. En önemlisi askeri kapasite açısından halen arkasındaki 10 ülkenin toplamından daha büyük bir askeri bütçeye sahip. Son 120 yıl boyunca dünyanın her yerinde savaşan bir askeri güçten söz ediyoruz. Dahası savaşa girme konusunda çok rahatlar. Vietnam, Kore, Irak, Afganistan gibi "düşük yoğunluklu savaş ve çatışma"lar dahil modern çağın paylaşım savaşların ilkinde 2 Nisan 1917 yılında Almanya’ya savaş ilan eden Amerika Birleşik Devletleri, yeni bir siyasi politika çerçevesinde Avrupa siyasetine dâhil olmaya başlayacaktı. İkinci paylaşım savaşında Pasifik Cephesi'nde Pearl Harbor saldırısıyla beraber ABD savaşa katılmış ve savaş gerçek anlamıyla bir dünya savaşı halini almıştır. savaşın sonunu da, kaderini de belirleyen ABD olmuştur.
Askeri konu önemlidir. Zira Ordoliberalizmin bir başka kavramına denk düşüyor. Trump askeri kapasiteyi saldırganca kullanarak çıkarlarını dikte ettirmeye meyyaldi. Biden ve şürekası şu veya bu şekilde bu askeri kapasiteyi kullanacaklar. Tahminimce Biden ekibi, Rusya'yı da kendi ittifaklarına meyyal hale getirecek. Zaten Rusya'da böyle ikinci derece kriz alanlarının bölgesel gücü olmaya adaydır. Bu model üzerinden Batı'dan teknik, ticari ve siyasal destek almak üzerine oynuyor. ABD karşıtı bir Rusya üzerine plan yapanlar önümüzdeki dönemin aldananlar listesinin başında olacak. Biden ile birlikte demokratik kurum ve işleyişlerin, çok taraflılığın yeniden ağırlık kazanacağından söz edenler de bu listeye müdahil olacaklar. Trump'la birlikte Amerika bir şeyi daha iyi fark etti, o da karşı karşıya oldukları durumun bir güç kullanımı seçeneğini her an zorunlu kıldığıdır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz ittifak köprüleri bu güç kullanımı seçeneği altında işe yararlar. Belki iddialı gelebilir ancak "ABD jandarmalığı" süreci asıl şimdi başlayacak. Mezkur ittifak hatları tam da bunun sağlam altyapısını oluşturacaktır. Oğul Bush dönemi kısa bir anomaliydi. Benzer "büyük güçlerin" yükseliş aşamalarında istisnasız görülen bir anomali. Ancak hem maliyetli hem de "pirus zaferi" niteliğinde oldukları için yerlerini aşamalı ittifak hatlarına bırakırlar.
Ortadoğu'da oluşan Mısır - İsrail ekseni de bu oyundaki Batı yanlısı ikinci derece bir ittifak hattıdır. Önümüzdeki dönemde dünyanın her yerinde bölgesel çatışmaların artacağını silah harcamalarından öngörebiliriz. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) 2019 yılı silahlanma harcamaları raporunu Nisan ayında açıklamıştı. Rapora göre, dünya genelinde silahlanmaya ayrılan bütçe Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bu yana en yüksek seviyeye ulaşmış durumda. Amerika Birleşik Devletleri dünyanın en büyük askeri bütçesine sahip olan ülke konumunu koruyor. 2019 yılında askeri harcamalarını yüzde 5,3 oranında artırdı.ABD'yi askeri harcamalarını yüzde 5,1 oranında artıran Çin takip ediyor. Üçüncü sıraya ise yüzde 6,8 artışla Hindistan yerleşmiş durumda. Araştırmacı Siemon Wezeman, "Çin tarafından atılan adımlar Hindistan'ın da bazı kararlar almasına sebep oluyor. Hindistan, Çin ve Pakistan karşısında askeri harcamalarını artırıyor." diyor. ABD, Çin, Hindistan, Rusya ve Suudi Arabistan toplam askeri harcamaların yüzde 60'ını oluşturuyor.[4] Özellikle pandeminin etkisiyle ülkelerin askeri harcamalarını son yılların en yüksek düzeyine çıkarma eğiliminin güç kazanacağı ülkelerin savunma bütçelerinden ve yaptıkları askeri harcamalardan rahatlıkla anlaşılabilir. Aynı raporda askeri harcamaların 2019 yılında bir önceki yıla göre yüzde 3,6 artarak 1,9 trilyon dolara yükseldiğini hatırlatmakla yetinelim.
ABD merkezli Batı bloğu, öncelikle geliştirdiği ikinci derece kademe ittifaklarla bu çatışmalarda aktif rol alacak. Sanırım bir iki yerde bütün dünyayı sindirmeyi hedefleyen yoğun güç kullanımların da gündeme gelmesi . Trump, bunu İran üzerinden yapmayı düşünüyordu. Yeni yönetim sanki daha çok Asya-pasifik hattında deneyecek.
Dünya durumu ve Türkiye
Öyle bir dünya durumuna giriyoruz ki modernizmin tüm ayaklarının kriz içinde olduğu multipolar bir moment durumu. "öyle olmasa da öyle olduğuna inanma süreci" sona erdi. Kapitalist Modernitenin krizini aşıp büyümeyi sürdürmek, finansal sömürü mekanizmalarını devam ettirmek için bugüne kadar ihdas edilmiş kurum, kavram ve değerler gizlemeye gerek duyulmadan manipülasyon araçları haline getirilecekler. Bu Kantçı "Amaçlar Krallığının" en büyük krizidir. Elde sadece araçların kaldığı bir dünya... Böyle bir dünyada Biden geldi diye sevinenlerin hali hüzün vericidir. Hele "Biden bizim dostumuz" diyenlere bir kez daha tarihlerini hatırlatmanın bir anlamı olur mu bilemiyorum...
Öncelikle yeni dönemde ABD, Türkiye'ye ancak Batı bloğu içerisindeki konumlanışına göre ele alacak ve öyle bağımsız adımlar atmasını imkansız noktaya çekmek için bazı dayatmaları gündeme getirecek. Görülebildiği kadar öyle "beyaz Türki siyaset"ten ziyade belli Kemalist çevreler, milli görüş kökenli kesimler ve Kürt siyasetinden oluşacak bir vizyonu masaya koyacaklar. Bu masa, her üç çevrede de bazı ayrışma ve bölünme potansiyellerini gündeme spekülatif bir biçimde gündeme taşıyabilir. Aynı şekilde bunları gören mevcut iktidar bloğu, bazı adaptasyonlar peşinde koşsa bile onların da bazı dikey bölünmelere uğramaları süprizden sayılmayacak.
Şimdiden Avrupa'da ard arda ülkücü derneklerin kapatılması ve selefiliğin Türkiye'de bile tartışılması bahsettiğimiz ip uçlarını veriyor. Türkiye'de direnen Soğuk savaş kurum ve şahsiyetleri kaybedenler kulübünde kendilerine yer ayırtacaklar. Ortakların ikisinin ne sunacakları bir şey var, ne de mevcut durumda diretme şansları. Mevcutta ısrar, kabul görme şanslarını daha da dibe çeker. İsrail'in yaptığı anlaşmalara dikkatlice bakılırsa, Türkiye'de kurulan masa daha netlik kazanır. Muhtemelen Suriye ile İsrail arasında da adına "çözüm" dedikleri bir geçiş yaşanacak. Kürtler, her parçada farklı bazı seçenekler ile karşı karşıya olsalar da mevcut devletlerin siyasal bütünü içinde silahla ilişkileri kesilmiş olarak - tamamen PKK özgülünde- önemli bir konum öngörülüyor. Sanırım mevcut ABD yönetimi bahsettiğimiz Kemalistler, milli görüşçüler ve demokratik mücadeleye yönelen Kürtlerden bir iktidar denklemi düşündüğü gibi, Türkiye'yi Ortadoğu'daki ikinci kademe ittifak hattının önemli aktörü yapma stratejisinde ısrarcı olacaktır. Açıkçası bundan başka alternatif ve uygulanabilir bir durum da ortalıkta görünmüyor. Olsa dükkan sizin. Müslüman kardeşlerle iltisaklı gösterilecek epeyce kadronun üzerine sifon çekilecek gibi. Rusya ile ilişkiler maddi olarak yürütülebilir, iş görür bir nitelik arz etmiyordu. Yakın sürede bu tartışmada kökten bitecek gibi görünüyor. Sürdürülebilirliği olmayan iki duruma ya akıl adına son verilecek ya da "güç savaşları" pahalı bedeller sunacak.
Kürt siyasetindeki teori ile pratik uyuşmazlığının sürdürülebilirliği sona ererken, Türkiye açısından da kapasite ile pratik adımlar arasındaki uyuşmazlığın sürdürülebilirliği olmadığı görülecektir. Bütün dünyanın asıl meselesi bu söylemenlerin tamamen dışında olan ve reel politik hengamede görünmeyen, üzerinden atlanan küresel ısınmadan kaynaklı iklim krizi post korona dönemin en önemli konu başlıklarından biri olacak. Çünkü bütün türler için bu tam bir varlık - yokluk sorununa dönüşecek . Bu konunun çok önemli alt başlıkları var. Kuraklık, ormansızlaşma, salgın hastalıklar ve doğal felaketler birçok toplumu açlık, göçmenlik ve çatışmalarla karşı karşıya bırakıyor. Aynı şekilde her sahada yoğunlaşan eşitsizlikler ayyuka çıkmış durumda. Zenginler daha da zenginleşirken fakirler için açlık sınırının daha da aşağı çekildiği bir mecraya doğru yol almakta. Aşı, ilaç, sağlıklı içme suyu, temel gıda ve kültürel ürünlere erişim dünya nüfusunun üçte biri için ümitsizlik sınırına ulaşmış durumda. Azınlıklar, farklı kültürel, dini, sosyal gruplar andığımız güç savaşları içinde gereksiz çoğunluğa dönüşüyorlar.
Tek tipleşme varlığın adaptasyon imkânlarını yok edecek bir hızla gelişiyor. Ve elbetteki kapitalist modernitenin alemeti farikası olan metalaşma... Özellikle uzay, siber savunma ve yapay zeka teknolojilerindeki rekabet tehlikeli bir düzey kazanıyor. İnsan ve maddi her türlü varlık parçaları paraya tahvil edilmek için metalaşmaktan kurtulamıyor. İnsan organları, çocuklar, inançlar, sanat eserleri, şarkılar, şiirler, mezhepler, duygular ve daha neler neler paketlenip satılır hale geliyor. Rüyalarımız bile yorum pazarlarında ekmek fiyatına satılıyor. Tüm bunlar içinde olduğumuz dünyanın ahvali. Elbetteki yaşadığımız ülkenin de hali bu dünyadan azade değil.
Hülasa;
İnsan sadece ulusal/milli bir varlık değil. Küresel bir oluş aynı zamanda. İşte son Amerikan seçimlerinde hem bu sorunlar gündeme geldi hem de olası alternatif yaşam ve mücadele imkanları sahaya yöneldiler. Marksist terminolojiyle söyleyecek olursak "burjuva siyaseti" güç ve çıkar çerçevesi üzerinden etkili insiyatifler ve ittifaklar geliştirme ekseni üzerinde gelişirken, kendi esas gündemi üzerinde örgütlenip kitleselleşme çalışmaları tamdem sürdürülmelidir. Amerika'da bu yapıldı. Ekoloji hareketi, bilimsel cemaatler, sosyal/medya çalışanları Trump gibi bir Caligula'nın önünü kesmek için mobilize olurken, kendi gündemlerini gelecekte aktifleştirme çabasından da vazgeçmediler. Gelecek açısından umut kaynağı olan Biden ve adamları değil, söz konusu olan bu muhalif ve sivil harekettir.
Asla unutulmamalıdır: eğer faşizmin ayak sesleri geliyorsa devrimci seçeneklerde o düzeyde güç kazanır. Ancak mücadelenin hem egemenlerin oyun sahasındaki hem de ezilenlerin mahallesindeki ikili karakterini yürütmek şartıyla. Trump sonrasının en önemli yanı budur. Daha yeni başlıyor. Safları sıklaştıralım.
* Yurttaş
Alıntılar :