Yaşamı savunmada ve yaşama bağlanmada şiir (1)
Umut Seçkin BULUT*
Şairler susmadıkça şiir ne ölür ne de geriler.
2021 Dünya Şiir Günü Bildirisi’nden
Şiir sanatı
Dildeki anlam, ses ve ritim öğelerinden yararlanarak bir duyguyu, düşünceyi ya da olayı, yoğun, ama sıra dışı anlatma sanatıdır. İnsanoğlunun en eski ve kendine özgü anlatım türlerinden biri olması nedeniyle, bugüne kadar şiirin pek çok tanımı yapılmıştır. Hiçbirinin şiiri tam olarak açıkladığı iddia edilemez. İlkel toplumların düzenledikleri törenlerde dans ve müziğin eşliğinde çıkarılan ritmik seslere kadar uzanan şiir; dilin ve nazmın özel, ama üstün bir ustalıkla kullanılmasından oluşuyor. Bu yüzden edebiyatçılar ortak ve kesin bir tanımlamada anlaşamıyor.
Yapılagelen tanımlardan en uygunu, yaygını; şiiri düzyazının karşıtı olarak gösterendir.
Bunu şiir, düzyazıyla anlatılamayan duygu ve düşüncelerin ses uyumlarıyla kulağa hoş gelecek biçimde oluşturulan dizeler bütünlüğüdür, biçiminde söyleyebiliriz. Bu tanımlama, manzumeyi de kapsıyor. Oysa şiiri manzumeden ayıran özellikler var. Bunların en önemlisi, manzumenin yüzeysel ve sıradan olması, şiirin yoğunluk ve derinlik taşımasıdır.
Şiir sanatını, yaşadığı çağı geleceğe bağlayan bir haber verme sanatı olarak algılayan ve içindeki şiir esinine boyun eğen her şair, adaletin ve özgürlüğün âşığıdır. Çünkü yaşamı savunmak bu kavramları sözde olmaktan kurtarmak mücadele etmekle olasıdır. Burada şiir kadar şairin kişiliği, kimliği de önemlidir. Böyle bir dönemdeyiz. Çünkü içine doğduğu olumsuzluklar karşısında sessiz kalamayan her insan/şair 3 M olmak zorundadır. (Bu "M"leri Migros’un "M"leriyle karıştırmayın. Her duyarlı insan hele hele sanatçı/aydın muhalif, müdahil ve mücadeleci olmalı.) Bu görev, sanıldığı kadar sanatçının aydın olarak ele alınmasıyla çözümlenip bir kenara bırakılamaz. Bu aynı zamanda salt halka bağlı olma görevidir de. Hele hele günümüzde, şair halkının diliyle konuşan biri olmak durumundadır. Üstelik de bunla yetinmemeli, aynı zamanda halkının yüreği ile yaşadıklarına karşı tavır almalıdır. Yani devrimci, değişimci, yenilikçi olmalıdır. Tek yönlü vektör gibi hep ilerisi için canla başla çabalamalıdır, tek başına kalsa bile…
…biz ki yarınıyız halkın umudu, / yüzakıyız hıncı, namusu
şafakları / taa şafakları / hey canım / kalbim dinamit kuyusu.
diye seslenen Ahmed Arif, "bir yiğit şairse (...) elbette yaşadığını yazar. Yaşadığı salt kendi ömrü değil, yaşama kavgası, sevdasıyla, acıları, ağıtları, türküleriyle bir yanı geleceğin aydın sonsuzluğuna uzanan halkının ta kendisi olmalıdır." Bunu amaç edinmelidir, yaşamı güzelleştirmeye ve de dönüştürmeye sevdalananlar çağının, halkının içinde ve yaşadığı hayatın olumsuzluklarına, çelişkilerine ayna tutan gerçek şairlerdir. Yaşadığı gerçekliklere sırtını dönmesi beklenemez onlardan. Şairlerin dilinde en sıradan sözcükler bile masalların "sihirli değneği" olur. Onlar taraf olmak zorundadırlar. Kendilerine bile muhalif olmaları bundandır işte.
dövüşmeyen kendi davası için
dövüşür karşıtının davası için
diyen B. Brecht’i en iyi gerçek şairler anlar. Ama hangi gerçek şairler?... Dilerseniz sözü burada Nâzım Hikmet’e bırakalım: "Şairin hayatı ile edebi etkinliği arasında hiçbir ayrılık olmaz: Biri pratikte, biri şiirde, iki hayat yaşamıyoruz, tek vücuduz; çünkü günümüzün gerçek şiiri, barış mücadelesinden esinleniyor."
Bazı şiir tanımları
Şimdi dış görünüm olarak dizelerden ve dize kümelerinden oluşan şiir üzerine çok konuşulduğunu söylemiştim. Bunların tümü de şiirin bir yanını ele alır, öne çıkarır. Şiir için sizin de bildiğiniz, kabullendiğiniz, hatta karşısında olduğunuz tanımlamalar vardır elbette. Bu denli tanımlama için diyebiliriz ki, şiir için yapılan tanımlamalar yine de yetersizdir. Çünkü şiir kendisine yüklenen etiketlerden hep uzaktır. Bu bağlamda yaşamı savunmada ve yaşama bağlanmada şiir güzellikler yaratıyor ve muhalif tavrını bütün dayatmalara, dönüştürmelere, kirletmelere, soyutlamalara karşın sürdürüyor. İşte bu yüzden karşılık görüyor, niteliğini koruyor ve varlığını sürdürüyor. Şairin yapıp etmesi, onun bir araç olmasından başka bir şey değil. ‘Şair yaşamdan edindiğini yaşama geri sunandır. Arıların çiçeklerden özümsediklerini "bal" olarak geri sunması gibi.’
Şimdi, şiir tanımlamalarına birkaç örnek vereyim:
"Şiir, öyle ayrı bir dildir ki, başka hiçbir dile çevrilemez. Hatta yazılmış olduğu dile bile." (Jean Cocteau)
"Şiir, hem at, hem dizgindir. (esin, ustalık, işçilik) Atsız dizgin, dizginsiz at değildir." (Tristan Dererne)
"Şiir, kelimelerden güzel şekiller kurma sanatıdır." (Cahit Sıtkı)
Hasan Hüseyin Korkmazgil ise, bitmiş, kâğıda dökülmüş şiiri arenada kanlar içindeki boğaya, şairi de boğayı öldüren matadora benzetir. Bir başka şair, şiir sözcüklerden oluşur. Uzun ya da kısa olsun aslında bir sözcüktür. Sözcük, hecelendiğinde nasıl ki bir anlam taşımıyorsa; şiiri oluşturan sözcüklerde de anlam yoktur. Böyle bir anlam aramak da boşunadır, çünkü şiir bir bütündür, ayrı ayrı ve birbirinden bağımsız, kopuk dizeler kümesi değildir. Bir başka tanıma göre de şiir, duygu ile düşüncenin sentezidir. Duygusuz düşünce olur; ama düşüncesiz duygu (en azından sözlü anlatım aracı olan şiir açısından) yoktur. Şiirde düşünce -yani ideoloji, yaşama egemen olmak isteyen düşünceler dizgesi. Egemen ideolojiler, ideoloji korkusu yaratırlar. Geleceğini böylece korumaya, kurtarmaya çalışırlar.
Oysa ideoloji gökten zembille inmemiştir. Hayatın içinden soğurulan ve oluşan gerçekliklerdir. Egemen ideolojilerin karşısındaki muhalif ideolojiler kendi aralarında çatıştıkça güçsüzleşip erkin kolay yutacağı lokmalar olurlar. Tarih açısından hiçbir ideolojinin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük pratikte kitleleri sarmasıyla orantılıdır. Bu yüzden hiçbir şey, hiçbir sanat ideolojiler üstü değildir. İdeolojisiz sanat olamaz. Böyle görünmeye çalışan sanatçılar olabilir sadece. Bunlar da egemen olana hizmet etmekten başka bir şey değillerdir, çok uzak ya da çok yakın plandadır. Veya ustaca örüldüğü vakit plandaki düşünce çok geride gibi gelebilir insana; ama vardır, mutlak yokluğu düşünülemez.
Yunus’tan ödünç alarak ve esinlenerek, dilin içindeki dil diye de tanımlayabilirim ben de… Hepimiz biliyoruz ki çağdaş toplumun özelliklerinden biri de bilinçli olmaktır. Bu bilinci yaratan başlıca öğe ise dildir. Dil ne kadar kolay anlaşılırsa, bilinçlenme de o kadar çabuk ve kolay olur. Buradan şöyle bir sonuç çıkarabiliriz: Şiirin asıl kaynağı dildir. Elbette ki diğer sanatsal dilberler için de dil önemlidir. Ama hiçbir sanatsal dilber, şiir kadar dili peşinden sürüklememiştir.
Düzyazıda dil, yalnızca bir bildiri iletmenin aracıdır. Bildiri iletildikten sonra sözcüklerin hiçbir önemi kalmaz. Şiirde ise vurgu, sözcüklerin aktardığı bildiri kadar, sözcüklerin üzerinde de yoğunlaşır. Şiirde neyin söylendiğinden çok ki bu da önemli tabii, nasıl söylendiği önemlidir. Şimdi, günlük konuşma dili-düzyazı dili ile şiir dili farkını gösterecek örneklerle düşüncemi açmaya çalışacağım.
Ahmet Haşim’in, "ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden" dizesini; "bu merdivenlerden ağır ağır çıkacaksın."
Cahit Külebi’nin, "ah n’olur her seven alıp götürse kızları, bir mendil kiraz gibi," dizesini de, "ah n’olur her seven, kızları bir mendil kiraz gibi alıp götürse,"
Ya da Can Yücel’in (Şilili Tencere adlı şiiri, Gökyokuşu kitabından)
"Şili’den Türkiye’ye: Tencere dibin kara
Türkiye’nin yanıtı: Seninki benden kara." dizelerini de, "tencere dibin kara, seninki benden kara," gibi çevirmiş olsak; nasıl da anlamsızlaşıverirler, değil mi?
İnsanca bir yaşamı savunmanın suç sayıldığı bir dünyada şairlerin yanıtlaması gereken en önemli soru ‘şiirin görevi nedir’ olmalıdır. Bu soruya nesnel yanıt veren gerçek sanatçı, aydın, şair gerçek kendisi olur. Yaşamda karşılık bulur. Yaşama çelik halatlarla bağlanır ve onurluca yaşar ve yaşamı da b/öyle savunur. Diliyle halkına önder olur.
Bunu başaranlar ülkesinin nehirleri gibi yataklarını derinleştirip dünyanın şiir coğrafyasına akarlar…
Yaşama dairdir şiir
Tarih boyunca haksızlığa, kıyıma ve eşitsizliğe karşı 3 M olup büyüyen ve ateş olarak insanlığın bilincine bilinç katan şairler, bedel ödemekten çekinmemişlerdir, yılmamışlardır. Ama günümüzde bedel ödemekten korkanlar ve bedel ödemekten korkmayanlar var yine. İlk gruba girenler içlerindeki şair çocuğu baskı altında tutuyorlar ve de kaçış teorileri, gerekçeleri üretiyorlar. Yeni tür bir dekadancılık boy gösteriyor şiirde. (bu yeni dekadanları ve anlayışlarını gelecek bir sayıda/yazıda ele alacağım.)Bunların rengini, durumunu en güzel Mina Urgan açıklıyor. "Bunca kitaba karşılık tek bir şiir yazmayı isterdim, ama bende acı çekmek korkaklığı vardı, bu yüzden eleştirmen oldum, şair değil." diyerek, yüretken bir özeleştiri yaparak üstelik. Ve biz, yaşamı savunmada ve yaşama bağlanmada bedel ödemekten korkmayanlara kulak verelim şimdi de:
O sözler ki kalbimizin üstünde
dolu bir tabanca gibi/ölüp ölesiye taşırız
o sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan uğruna asılırız.
(bir dönem bedel ödemekten korkmayan A. İlhan)
Şöyle bir dönüp bakalım geçmişe. Hızlı ve ana başlıklarıyla…
Şairlere ve şiirlere düşmanlık insanlık tarihi kadar eski. Yazılı tarihle birlikte günümüze ulaşan kaynaklardan öğrendiğimiz, "lanetliler"in en başında şairler geliyor. Yakılıyor, asılıyor, katlediliyorlar. Sürülüyorlar, horlanıyorlar, aileleri parçalanıyor, bir lokmaya muhtaç ediliyorlar. Korkulan kişiler şairler. Çarmıha geriliyorlar. Giyotinle idam ediliyorlar. Gencecik yaşlarda öldürülüyorlar.
Kurşuna diziliyorlar… Kutsal kitaplar lanetliyor onları… (Konuyla ilgili ayrıntılı bir yazım olacak daha sonra.) Kimleri lanetliyorlar peki derseniz. Muhalif olanları… Muhalif ve müdahil, mücadeleci olmayanlar baş tacı ediliyor; bu günümüzde de böyle ne yazık ki. Bakıyorsunuz ki Nef’i, Baki, Fuzuli yaşadıkları dönemlerde ciddiye alınmıyorlar. Başkaları da… Okuyorsunuz ki Yunus, Pir Sultan, Karacoğlan dönemlerinde yasaklanmışlar. Bu olumsuzluklar, yani hiç de hoş olmayan uygulamalar zincir gibi günümüze kadar uzanıyor. Hapsedilenleri, sürgün edilenleri, yurtdışına tedavi için gitmeleri engellenip ölüme terk edilenleri öğreniyoruz. Kitaplar toplatılıyor, şiirler yasaklanıyor. Şairler susturuluyor. Bu anlamda Dünyanın Şiir Coğrafyası’na ülkemizden bir şairler Kızılırmak’ının aktığını görüyoruz. Bu damar kurutulamıyor bir türlü. Peki neden acaba?
Çünkü insanlık sanat nehirleriyle yol alıyor, aydınlanıyor. Bunlarla yepyeni yaşamlar kuruluyor. Rönesans’ı yaratan "Hümanist Şairler" değil mi? Avrupa Aydınlanması’nın mimarları, Fransız Direnişçileri, Filistinli devrimcilerinin bugünü, dünün şairleri değil mi? Ülkemizin cılız da olsa aydınlanmasının öncülerine bir bakın. Bunlar, ülkemizin sürekli nehirleri gibi değiller mi?
Dünya Halk ve Demokrasi Şiiri’nin gepegenç ölen ve insanlığa omuz veren şairleriyle dolu olması bir tesadüf mü sadece? Düşüncelerini etik, estetik kaygılarla da dile getirenlerin sonu hep acı çekmek olmamış mıdır?
Bugünün şiirlerine "kamuflaj" için gerekçeler arayanlara iyi bakın. İnsanı konuştuğu ve kullandığı sözcükler ele verir. Yani insanın ölçü birimi sözcüktür. Tarih boyunca tüm sanat dalları genel olarak insanlık; özel olarak mazlum halk ve sınıfların tarafı olmuştur. Taraf olan sanatçıların yaşamdan süzdükleri bu ürünler, yatağı en derin sanat nehirleridir. Cesaret, başeğmezlik, fedakârlık, ezilenlerin ezenlere karşı mücadelesi olan insanlık tarihi en acı biçimiyle yaşama bağlanan ve yaşamı savunan şiirde, öyküde, romanda, resimde, yontuda, müzikte vs. yansımaktadır.
Goya’dan Picasso’ya, Meyerhold’dan Brecht’e, Marti’den Aragon’a, Zola’dan Traven’e, Nâzım’dan günümüzün toplumcu gerçekçi sanatçılarına, Reşat Enis’ten Yaşar Kemal’e, Neşat Günel’den Orhan Taylan’a ve bu damarı sürdüren gençlere kadar sanatın her dalında insanlığın kavgası, sevdası, direnci, istenci ve geleceği, yaşadıkları vardır. Bu yaşamı dönüştürme ve bu yolda olması gereken tüm güzelliklerin imcesidir. Köroğlu’ndan Dadaloğlu’na halk şiiri; Nâzım’la Cigerxwin’la günümüz devrimci şiiri, yaşamı savunmanın ve yaşama bağlanmanın sonuçlarıyla oluşmuştur.
Demek ki yaşamı savunmak ve yaşama bağlanmak zor zaanat…
Hele hele ‘şair’ olarak ‘bedel’ ödemek, her sözde şairin harcı olmasa gerek, değil mi?
1: Bu yazı 21 Mart Dünya Şiir Günü nedeniyle yazılmıştır.
* Salt okur