Yüzler

Yüzler
Erdoğan iktidarını son yıllarda kamuoyu nezdinde temsil eden kurmaylarının yüz ve ifadeleri incelenerek iktidarın ruhuna dair bir tespitte bulunulabilir mi?

Arda EKŞİGİL


Bir adamın yüzü yamuk ve sağ gözü büyükse, evinden uzakta köpeklere yem olacaktır.  

M.Ö.1500 civarı, Babil

Çocukken, arkadaşlarımla okuldan eve dönerken en büyük eğlencemiz otobüse binen insanların yüzlerini inceleyip isimlerini tahmin etmeye çalışmaktı. Bazen bir yüze yapıştırdığımız isimden o kadar emin olurduk ki, yüksek sesle o ismi söyler, tepki alamayınca şaşırır, kıkırdayarak bakışlarımızı kaçırırdık. 

İnsanların, ilk çağlardan beri ‘ruh ve beden’ arasında, yüz hat ve uzuvları üzerinden bir bağ kurmaya, bir ‘pencere açmaya’ çalıştıkları biliniyor. M.Ö. 5. yüzyıl civarında, Elisli Phaedus’un kaleme aldığı Zopyrus isimli eserden kalan fragmanlarda şöyle bir hikaye anlatılır: İnsanların dış görünüşüne bakarak içlerini okuyabildiğini iddia eden Zopyrus isimli bir yabancı Atina’ya gelir ve Sokrates’le karşılaşır. Onu inceleyerek ‘sanatını icra etmeye’ koyulur. Bulgularını Sokrates’in arkadaşlarının da bulunduğu kalabalık bir ortamda tebliğ eder. Sonuçlara göre, şehirde ahlak abidesi olarak ün salmış Sokrates, aslında ahlaksızın tekidir. Ensesinin kalınlığı, aptallığına delalet etmekte, gözleri uçkur düşkünü, hatta belki de eşcinsel olduğuna işaret etmektedir. Sokrates’in yarenleri Zopyrus’ı alaya alır, fakat Sokrates onları susturur ve Zopyrus’un söylediklerini teyit eder. ‘Benim tabiatım bu, ama felsefe sayesinde kendi doğamı aştım’.   

Zopyrus günümüze kadar uzanan ‘insan sarrafılığı’ müessesesinin ilk yazıya dökülmüş temsilcilerindendir; Onu, Aristoteles’e atfedilen (fakat görüşlerine yakın olmakla beraber kendi kaleminden çıkmayan) çok daha kapsamlı, Fysiognomonika isimli bir çalışma takip eder. Kişiliğin (êthos) özüne şekilden (eidos) yola çıkarak ulaşmak, göz, dudak, alın genişliği gibi uzuvları ‘yorumlayarak’ karşımızdaki tanımak mümkündür. MS 1. yüzyılda Izmir’de yaşamış Markos Antonios Polemon’un fizyonomoni veya ‘ilm-i sima’ eserinde de benimsenen bu yaklaşım, ‘gözler ruhun aynasıdır’ gibi zamana direnen kalıpların da izlerini barındırarak Galen’in (ö.216) tıbbi çalışmalarına kadar taşınır. 

İslam topraklarında, ilm-i feraset (firasa; Osmanlılarda daha ziyade ilm-i kıyafet), insanın yüz ve vücut hatlarını okuyarak zahirde görünenin ötesine geçmenin, derinlerde mahfuz doğasını kavrayabilmenin ‘bilimsel’ bir yöntemi olarak kabul görür. Hristiyan köylerinden devşirilecek çocuklar kalıplaşmış ve kanıksanmış birtakım bedensel ve zihinsel özellikleri haiz olmalarıyla öne çıkar ve seçilirler. Aynı şekilde köle alımında iyi yüz okumak, elzemdir. Devletin işleyişi de, hükümdarın 'feraset sahibi' olması, yani muktedir kılacağı yöneticilerin asıl niyetlerini ve kişiliklerini iyi okuyup tartabilmesine bağlıdır. Padişah ve şehzadelere, devletin değişik kademelerinde görevlendirecekleri bürokratların gerçek yüzlerini görme ve niyetlerini kavramayı öğrenmeleri için feraset veya kıyafetnameler sunulur. Şemailname’ye göre bu ilim hakkıyla idrak ve icra edilirse, üç getirisi olacaktır. Birincisi, insana karşısındakinin ruhunu incik cincik ederek, iştigal ettiği mesleğe/zanaata kadar tanıma fırsatı verecektir. İkincisi, Müslüman taklidi yapan Hristiyanların tespitini ve maskelerinin düşmesini sağlayacaktır. Üçüncüsü, insanın kendi ‘cibilliyetinin’ karanlık ve eksik yanlarını görmesinin ve bunları düzeltmeye gayret etmesinin yolunu açacaktır. 

Feraset ‘ilmi’, özellikle 18. yüzyıldan itibaren Avrupa’da (ve daha sonra Türkiye’de) yeni yeni gelişmeye başlayan kriminoloji ve frenoloji (kafatasçılık) gibi alanlarda da sistematik bir biçimde kullanılır ve çok geçmeden ırkçı teorilerin güdümüne girer. Irkların değişik özellikleri ‘bilimsel metotlara’ dayanarak, vücut ve yüz hatlarının yapıları incelenerek tasnif edilir ve belli bir hiyerarşik düzen içine oturtulur. Irkçı fikriyatın gerilemesiyle yüz okuma pratikleri de (haklı gerekçelerle) sahte-bilim kategorisine indirgenerek ‘çağın dışına’ itilir. Bazı Arap/Osmanlı risalelerinde rastlanan ‘çok kıllı, masmavi gözlü ve dar çeneli er kişisi zehirli engerektir’ tarzı uyarılar aynı ciddiyetle ve emniyetle ele alınmaz.

Oysa, ilm-i ferasetin tarihe karışması artık insan yüzünün yüzüne bakılmadığı anlamına gelmemektedir. Aynı keskinlikte olmasa da yüz, halen insan ruhunun - günümüz tabiriyle ‘psikolojisinin’ - toplumsal veya kişisel derinliklerine açılan bir kapı olarak algılanmaya devam ediyor. Elbette, yüze ‘bakınca görünenler’ birbiriyle zaman zaman çatıştı; Levinas (Öteki’nin ‘ele avuca sığmayan’, ulaşılamadığı ölçüde sıcak çehresi) Sartre (Öteki’nin boğucu, kuşatıcı, yaban bakışları) veya Bonnefoy (çocuğun dünyaya doğrudan bakışı). Yüz, kimi göz için yalnızca ‘insan suretinin zorbalığı’nı yansıtsa da (Baudelaire), zorbalığa bakmaktan/bakakalmaktan kendimizi almamız mümkün mü?     

İktidarın Yüzleri

Bu aralıktan - keyifleri kaçırmayı da göze alarak - yazının asıl konusu olan ‘iktidarın yüzleri’ meselesine sıvışmaya çalışacağım. Erdoğan iktidarını son yıllarda kamuoyu nezdinde temsil eden kurmaylarının yüz ve ifadeleri incelenerek iktidarın ruhuna dair bir tespitte bulunulabilir mi? Konjonktüre göre bırakılıp uzatılan bıyıklar üzerinden kesin bir kanaat oluşturacak kadar ‘sahib-i feraset’ değilim ama işin neticesinde, göz var izan var. Bu suratlar yüzümüze boşuna çarp(tırıl)mıyor olsa gerek. 

İktidarın yirmi yıla yuvarlayageldiğimiz serüvenini, defilenin baş tasarımcısının arkasında poz veren, lüzumu görüldükçe podyumdan çıkartılıp indirilen taze veya solgun bazı yüzlere yoğunlaşarak, üçe bölmeyi öneriyorum. 

Mütebessim Muhafazakar Çağı 

Platonov, Çevengur’da kaostan doğan Sovyetler Birliği’ni inşa edecek ürkek suretler cümbüşünü şu sözlerle anlatır: Partililer birbirlerine benzemiyorlardı: Her bir yüzde kendi yapımı bir şey vardı, sanki her insan bir yerlerden kendi kimsesiz gücüyle kazanmıştı kendisini. Binler arasından seçilebilir böyle bir yüz: belirgin, süreğen gerginliğinden ötürü kederli ve hafiften güvensiz.

‘Nereden nereye gelirken’ kol kola girmiş bedenler, kafa kafaya vermiş yüzler. Henüz masumiyetin kapalı ihalelerde yitirilmediği, karanın aka çalmadığı, ‘AKP değil, AK Parti efendim’ diye sunucuların kibarca düzeltildiği yüz yüze mülakatlar. ‘Hem muhafazakar hem demokrat’ hareketin kendini biraz zorlayınca gülümseyebildiği, özlediğimiz tabirle ‘müreffeh’ seneler. Bülent Bey’in ılık gözyaşları, Abdullah Bey’in ılımlı tebessümü, dışarıdan aramıza katılan Ertuğrul Günay’ın çocuksu iyimserliği, toplantılarda işaret parmağını yalayarak uyuklayan Turizm Bakanı Atilla Koç’un naifliği. Alevi çalıştay festivalleri, Kürt açılımı şenlikleri, parti içi istişarelerin istişarelerinin istişaresi. Bu latif bonbon yıllarına dönüp bakınca, Cemil Çiçek’le bile dört/dörtlük vals yapılır. 

Dondurulmuş Suretler Devri 

Bu yılların nerede başlayıp nerede bittiği muğlaktır. Günler, aylar ve yıllar birbirine karışır, aktörler figüranlaşır. En çarpıcı özelliği ise insanda derin bir boşluk, bir yaşanmamışlık hissi bırakmış olmasıdır. Hatırda kalan en canlı imge, Bekir Bozdağ’ın dudaklarının arasından çıkan donuk, bağlamından ısrarla kopup giden mekanik beyanatların zayıf bir anısıdır (medyadaki karşılığı, paralel bir vasatlık ve tekdüzelikle gönüllerde taht kuran Abdülkadir Bey’dir). Baskı ve zorbalığın mehteran ritminde, ağır aksak yürütüldüğü - ürkek ve titrek yasaklar, bir tahliye/iki tutukluluk medceziri - zamanlar. Dönemin bir başka dahiliye yöneticisi İdris Naim Şahin heyecanlı ve ürkünç bir kıpırtı yaratsa da, izleri Türk siyasi çölünün kumlarında çabuk silinmiştir. İlginç şekilde, his-öldüren bu devrin henüz tam olarak kestiremediğim bir noktasında hükümet, bundan sonra iktidarda kaldığı her günün memlekete fayda değil zarar getireceğini hissetmiş, bir an bocalayıp duraklasa da bu hissi sürat ve telaşla bir kaşık suda boğarak (dönemin tabiriyle ‘ümüğünü sıkarak’) kendisini bir sonraki evreye atmıştır.     

Yüzlerden Suratlara: Salt Kötülüğün Altın Yılları

Halihazırda içinde kısılıp kaldığımız bu son dönemin en belirgin özelliği, iktidar adına öne çıkartılan yüzlerin topluma sarih ve sade bir mesaj vermek için özenle seçilmiş, bir bütünün parçalarını oluşturacak şekilde dizilmeleridir. Gözler, toplumla can sıkıcı yüzleşmeleri göze al(a)madan ufuklara dikilir, sinsi bir tebessümün eşliğinde, tek bir cümleyi tekrarlar: Çiğneyip de bir türlü yutamadığınız kötülüğü yeni (ve daha büyük) kötülük lokmalarıyla yutturacağız. 

Yıllar içinde biriktirilen kötülüğü eski kuşaktan daha etkili biçimde kullanmaları, hayatın ve mantığın tüm doğal sınırlarını zorlamaları için ellerinden yalnızca kötülük gelebilecek bir fedai kadrosu oluşturulur; Yükselmenin (tek) koşulu, devr-i sabık yöneticileri gibi ‘ya düşersem’ diye aşağı bakmamak, ‘gözünü kırpmadan yürümek’tir; habisliğin en çıplak ifadesi, yüze bir kere takıldı mı çıkartılması mümkün olmayan demir bir maske gibi mıhlanır. Yüz, kabalaştığı ve yavanlaştığı ölçüde gizemini ve değerini yitirir, suratlaşır

***

Tüm tarihlendirme çabaları gibi, oluşturduğumuz bu çizelge rahatlıkla delik deşik edilebilir. Devirler arası yoğun bir geçişkenlik vardır. Mütebessim Muhafazakar Çağı’nda İstanbul valisi olan Muammer Güler Dondurulmuş Suretler Devri’nde İçişleri Bakanı olmuş ve komisyoncu iş adamlarının önüne devrilirken bile belli bir sevimliliği muhafaza edebilmiştir. Benzer şekilde, son güleryüzlü AK Partili olarak Binali Bey Salt Kötülüğün Altın Yılları’nda da yüksek mevkilere tutunabilmiş, fakat tüketilip tükendikten sonra ‘belki ileride gülebilen biri lazım olur’ denilerek kenara kaldırılmıştır. 

İçinde bulunduğumuz Salt Kötülüğün Altın Yılları’nın en yürek burkan simaları, yüzlerini en yüzsüz bir suratsızlığa tahvil edememiş, gönülleri ve vicdanları cellatlık ya da çığırtanlık yapmaya elvermeyen, tetiğe basacak cesaretleri ve niyetleri olmamasına rağmen çeşitli sebeplerle gemiden de atlamaya yüreği yetmeyenlerdir. Yüzlerindeki pütürlü mahkeme duvarı donukluğu (örn. İbrahim Kalın) bir önceki devrin ürkekliğini anımsatır. Bilmem neden, böyle anlarda aklıma hemen Numan Kurtulmuş geliverir. Yüzünde, üstünü bir türlü örtemediği mahcup bir ifade, rahmetli Demirören’in o acıklı tabiriyle ‘nereden girdim ben bu işe’ diye haykırır çaresizce. Sanki günü geldiğinde geçmişle ilk hesaplaşacak, canlı yayınlarda - gerekirse samimi gözyaşlarına boğularak - nedamet getirecek en zayıf halkalardan biriymiş, gibi.

***

Berat Albayrak’la özdeşleşen ve sıkça şikayet edilen ‘iktidarın kibri’ mefhumu kanımca eksik, veya abartılıdır. İktidar ve damadı kibirli bile olamamıştır, öyle davranmaya, tepeden bakmaya çalışır fakat içten içe elinde avucunda ‘kibir konusu yapabileceği' bir şeyi olmadığını da hisseder. Dolayısıyla kibrin bir ayağı hep kısa kalır, eğreti durur, patetik bir hınca dönüşür. Hınç dediğimizde de, devreye Süleyman Soylu girer.  

Soylu’ya, ‘belli kesimlerin’ ayrı bir muhabbet besledikleri açıktır. O, diğer iktidar kurmaylarının soğukkanlı bir aşkla sözcülüğünü üstlendikleri kötülüğün (örneğin Ömer Çelik/Mahir Ünal) haz duyan, içten ve coşkun icracısıdır. Gerçekten de, Soylu’nun kadim ceberrutluk zanaatine belli bir heyecan kattığı inkar edilemez. Hıncı süsler, korkuyu besler, ola ki çekingen kalanın eline de bir cop tutuşturur, şefkatle başını okşar: ‘utanacak bir şey yok, gel beraber vuralım’. Diğer taraftan, hınç ve intikam duygularını en görkemli zirvelere çıkararak kutsarken, bastırılamayan bir havailik de sezilir Soylu’da. Kendi şarkılarını değil, (herhangi bir bestesi var mıdır?) hep aynı istek parçasını söyleyen, müziğe değil sahneye aşık, az ve eksik solisttir o. Seyircisiyle kaynaşır fakat bütünleşmez, gözünün ucu hep kendisini çeken kameranın ışığında, televizyonun başında ulaşılmayı bekleyen ‘daha geniş kitlede’dir. ‘Bölücü terör’ün ‘başını ezmek’ ağır bir hakikatin gereği değil bir oyunun parçası gibidir. ‘Kararlılıkla’ yürüttüğü hiçbir ‘mücadeleye’ gerçek bir sadakat duygusuyla bağlan(a)madığı hissi, gölgesini takip eder durur. Hem içindedir iktidarın, hem dışında. Bu anlamda, kelimenin yerli ve milli manasıyla ‘tam bir siyasetçi’dir belki, fakat siyaset bu kadar siyasetçiliği kaldırır mı? Süleyman Soylu üzerine daha (da) uzun düşünmek bir başka yazının konusu olsun.

Yüzü iktidarın ruhuna ışık tutan daha kuvvetli bir çehre, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’dur. Son yıllarda yükselen bir değer olarak hayatlarımızda kapladığı yeri yavaş yavaş genişletip tahkim etmiştir Altun, fakat hala kamuoyuna tam anlamıyla mal olmamıştır, bir anlamda varla yok arasındadır. Portrelerindeki ifadeleri tekinsiz - neredeyse manyetik - bir karanlığı topluma ‘iletir’. Soylu’nun, öngörülebilir kötülüğüne karşın Altun’un gözleri girişi belli olmayan - çıkışı zaten olmayacak - mutlak bir boşluk vaadeder. Bu boşluk, daha önce Dondurulmuş Suretler Devri’nde Bekir Bozdağ’ın yüz ifadesiyle özdeşleşen boşlukla karıştırılmamalıdır. Altun’un bakışlarındaki donukluk dondurucudur, tanımlanması zor bir kaygı, kayganlık, daha doğrusu kaydırılmakta olan (nemli) bir zemin ve hatta zeminsizlik hissi verir; bizi daha önce hiç gidilmemiş bir yere doğru çekiştirir. Boynu bükük mahkumun koluna girerek sessizce idam sehpasına sürekleyen ‘iletişim’ meleğidir o. 

Ne var ki, yukarıda adı geçen yıldızlardan uzaklaşmak ve gözünüzden iyice düşmek pahasına da olsa, ‘İktidarın Tecessüm Etmiş (cisimleşmiş) Hali’ ödülünü (İTEH) yıllardır irili ufaklı rollerde başarıyla izlediğimiz, yakinen tanımasak da ‘simaen bildiğimiz’, AK Parti Grup Başkanvekili Bülent Turan’a takdim etmek ‘kalın ensemin’ borcudur. Fotoğrafa meraklı olduğunu çıkardığı bir ‘foto-kitaptan’ anladığımız Turan’ın, Twitter hesabında kendisine profil fotoğrafı olarak seçtiği bir portreyi aşağıya iliştirmekle yetineceğim. Sahib-i feraset olmadan da yorumlanabilecek kadar çarpıcı olduğunu düşündüğüm bu kare, yaşattıkları yaşatacaklarının teminatı olmuş bütün bir devrin ruhunu içinde barındırmaktadır. 

Ruh ve beden arasındaki bağı mükemmelen yansıtan siyasi portre olarak Bülent Turan

 

Öne Çıkanlar