Katharlar kimdir? (2)

Katharlar kimdir? (2)
Engizisyon mahkemeleri, yalnız Hristiyanlıktan çıktıkları suçlamasıyla karşı karşıya kalanları değil, bütün düşünürleri de soruşturma kapsamına alıp, aydınlara da işkence ediyordu.

Seçkin GÖVERCİN


ENGİZİSYON MAHKEMELERİ

                                                                                Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır:

                                                                               Yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hakim kılmak için Tanrı’yı kullanırlar.

                                                                                                                                                                   (Gıordano Bruno)

Engizitörler, insan iradesini işkenceyle kırma yollarını belirlerdi. Bu başlı başlına bir sanattı.

Her şeyden önce mahkumun elleri iple bağlanır, düğüme bir çubuk geçirilirdi. Sonra doğruyu söylemesi teklif edilirdi. Mahkum reddederse, çubuk döndürülerek, elleri sımsıkı sıkılırdı. Susmaya devam ederse, çubuk bir kez daha döndürülürdü. Bu böylece beş, on, yirmi beş defa tekrarlanırdı.

Bundan sonra mahkuma, tanrı adına suçunu itiraf etmesi bir kere daha teklif edilirdi. İnat ederse, hücreye su dolu kovalar ve bir mangal getirilir. Bu sefer su ve ateşle işkencelere geçilirdi

Mahkumun ağzına bir kova su dökülür, ‘’ölürse, suç kendisinin’’ denirdi. Mahkumun yüzü kızgın demirle dağlanır, ‘’suçunu kabul etmeyene merhamet yok’’ denirdi.

Böylece, işkencelerin sonu gelmezdi. Kilise babaları, engizatörler, geceyi, gündüzü zindan da geçirir, orada yer içerlerdi. Hapishane onlara ev, işkenceler de eğlence olurdu.

Bruno’ya da böyle işkence edilmişti; tam sekiz hafta.

Vücudunda hayır kalmamıştı. Güneşin altında yanan kurşun dam, insanı nasıl ezer, boğardı. Bir an önce sonu gelseydi bari şu işkencelerin.

Fakat engizatörler. Bruno’yu bedenen öldürmekle yetinmiyor, ilkin ruhunu öldürmek istiyorlardı.

Bruno’dan, herkesin gözleri önünde, sevgilisi bilimin yüzüne tükürmesini, onu lanetleyip ondan vazgeçmesini istiyorlardı. Ama Bruno’ ya bunu yaptırabilecek işkence yoktu dünyada.

Bruno bu son sınayışa çoktan hazırdı zaten. Defalarca kendi kendine şu sözlerle seslenmişti: "Dayan, mert ol, cahillerin yargısı seni tehdit etse bile fikrinden dönme. Işığı karanlıktan ayırabilecek yüksek bir akıl mahkemesi vardır. Sadık, vefalı tanıklar ve avukatlar senin davanı savunacaklar. Düşmanlarınsa, kendi vicdanlarından kendi cellatlarını ve senin intikamını alacak birini bulacaklar’1

İşte koridorda yine adımlar duyuldu. Kapı açıldı. Bruno’nun önünde dominiken generali, ihtiyar bir papaz duruyordu.

Papaz Bruno'ya öğretisinin din kurallarına aykırı olduğunu kabul etmesini yanlış fikirlerden dönmesini bir daha teklif etti.

Bruno son derece büyük bir mertlikle cevap verdi; "Fikrimden dönemem ve dönmek de istemem. Döneceğim hiçbir fikri yok zaten."

Mahkemenin son oturumu yapılıyordu. Bruno büyük engizatörün sarayında dize getirilerek karar okundu. Bruno ayağa kalktı, başını kaldırdı. Gözlerinde nefret okunuyordu. Şöyle dedi:

-Siz kararınızı bildirirken korkuyorsunuz da, ben onu dinlerken korkmuyorum!

Gerçekten Bruno, yargıçlar kadar korkmuyordu. Bruno ölecekti ama uğrunda öldüğü bilim yaşamaya devam edecekti. Ona işkence edenlerse birkaç yıl fazla yaşasalar da, çirkin ve karanlık işlerini tarih lanetleyecekti.

Meydan dolup taşmış, halk etraftaki sokaklara yayılmış, damlara bile çıkmışlardı. Çok eski zamanlarda Romalılar, Hristiyanların nasıl yakıldıklarını görmek için büyük sirke yığın yığın böyle akın ederlerdi. Şimdi yine bir gerçeği müjdeleyenin nasıl yakılacağını görmek için yeni Romalılar itişiyor, birbirlerini eziyorlardı.

İşte Bruno göründü.

Hangi peygamber kendi yurdunda itibar görmüştü? Romalılar, başına taç yapıp övünmeleri gereken kimseyle alay ediyor. Ona küfrediyorlardı.

Bruno, bir merdivenden yavaş yavaş yüksekçe bir odun yığınına çıktı.

Cellat onu, bir direğe zincirle sımsıkı bağladı.

Celladın başına, görebilsin diye iki delik açılmış bir kukuleta geçirilmişti.

Ateşte diri diri yakılmak suretiyle ölüme mahkum edilen Bruno, korkmadan insanların gözlerinin içine bakıyor, cellatsa yüzünü bir maske altında gizliyordu
Odunlar tutuşturuldu. Yel, ateşi körükledi. Alevler Bruno’ nun ayaklarına yaklaştı, elbisesini sardı.

Papazlar dikkat kesilmişti. Bruno hiç olmazsa bu son dakikada pişman olup fikirlerinden döner miydi acaba?

Fakat umutları boşunaydı. Bruno aman dilemeyecekti. Ağzından ne bir söz, ne bir inilti çıkacaktı.

Bruno bilincini kaybetmemişti. Duyduğu acıyı bastıran, iniltilerini açığa vurmamasını yardım eden kuvvet neydi?

Bruno çok daha önce ölümünün kaçınılmaz olduğunu sezerek yazmış olduğu şu sözler vardı.

-"Zaferin elde edilebilir olduğunu düşünerek mertçe savaştım. Fakat ruhuma verilen kuvvet, bedenimden esirgenmiş.. yine de bende, gelecek yüzyılların kabul edecekleri bir şey var. Gelecek kuşaklar: ‘ölüm korkusu bilmezdi. Karakter gücü bakımından, herkesten yüksekti ve gerçek uğruna savaşmayı, tüm yaşama zevklerinden üstün tutardı’  diyecekler"
 
Engizisyon mahkemeleri, yalnız Hristiyanlıktan çıktıkları suçlamasıyla karşı karşıya kalanları değil, bütün düşünürleri de soruşturma kapsamına alıp, aydınlara da işkence ediyordu. Böylece kilisenin dışında bir söylem duymamak isterken fenni ve ilmin ortaya koyduğu yenilikleri de din adına günah sayıp yargılıyorlardı. Bu noktada papalar ve batı sivil iktidarları sadece kendi çıkarlarını düşünüyorlar ve yeni gelişmeleri mahkum edip aydınlığı karanlıkta yok ediyorlardı.

Bu karanlık sadece o dönem ilimin gerçekliğini haykıran ve bugün bile bilimin babası ilan edilen Bruno ile sınırlı değildi ölümün bile bir kurtuluş olarak sayıldığı bir dönemde insan aklının üstünlüğünü haykıranlar karşılığında bedenlerini Engizisyon’un acımasız işkencelerine feda ediyorlardı.

Kilise tarafından zulme ve işkencelere uğramış kişilerden bir diğeri olan Michel servetus idi. Servetus, bebek vaftizini şeytanlık olarak eleştirirken, Katolikliği tanrısız ve imansızlıkla suçladığı için Engizisiyon tarafından kazığa bağlanıp külü çıkana kadar yakılmasına karar verilmişti.

Servetus çamurla sıvanmış olarak ağaç gövdesine bağlanarak ayakları güç bela yere değebiliyordu. samandan bir taç yapılıp ağaç yaprakları serpildi sonra ateş tutuşturuldu. Usul usul yanıp acı çekiyordu. Halktan birçok kimse çabuk ölmesi için ateşin yanmasını hızlandırdı. Ve iki saat içinde yanarak can verdi.

Daha sonra ise, Cenova halkı tarafından öldüğü yere heykeli dikilerek ölümsüzleştirildi.

Fransız hümanist, bilim adamı ve edibi olan ve Rönesans’ın ilklerinden kabul edilen, Dolet etienne ise Kalvenci yapıtları ve Platon’un ruhun ölümsüzlüğü görüşünü benimsediğinden dolayı diyaloğunu yayımladığı için iki kez suçlu bulunarak önce dili koparılıp bununla da kalmayıp kazığa bağlanıp diri diri yakılıyordu.

Dinsizlik, falcılık büyücükle suçlanan bir diğer isim ise, İtalyan filozof Vanini, idi. Engizisyon yargılamasının ardından önce dili koparılıp sonra da yakılarak can veriyordu.

Bu örnekler diğer yapılanlar karşısında devede kulak kalır ölçüsündedir. Katolik kilisesine ve ruhban sınıfına karşı sesini çıkaranlar kilise tarafından sapkın olarak ilan edildikten sonra işkencelerden geçirilip zalimce öldürülürken, Katolik kilisesine karşı eleştiriler daha da sertleşiyor ve halk tabanında sınırlar belirginleşiyordu.

Bir zamanlar Roma tarafından kovuşturulan ve kendi içine kapalı gizli yaşadıkları için dinsiz ve ahlaksız  suçlaması ile karşı karşıya kalan Hristiyanlık o dönem Manheistler’den bile daha fazla zulümlere uğramış, işkencelerden geçirilmiş diri diri yakılmıştı. Yıllar sonra ise roller değişmiş bu sefer Hristiyanlık, devletin kurumsal dini haline gelmiş kendisini eleştiren ve karşı gelen herkesi dinsiz ve ahlaksız ilan etmişti. Hem de kendilerine uygulanan aynı teknik ve metotla yani klasik Roma kanunlarını temel alarak bu işe başladıktan sonra, her türlü insanlık dışı işkenceleri kendisine hak saymıştı.

Roma krallığı ve kilise iş birliğiyle yönetilen topraklarda kilisenin geniş arazilere sahip olmasından dolayı kilisenin dini görevleri yanında artan mal varlıkları ile daha çok ilgilenmesine ve onların yönetimiyle ilgili sorunlarla uğraşmak zorunda kalmasıyla birlikte gerçek niteliğinin ikinci plana itilmesi ve çevresindeki yoksulların kin ve nefretlerinin ortaya çıkmasına neden oluyordu.

Bu ekonomik siyasal gelişmeler kilise karşıtı hareketlerin doğmasına ve bunun sonucu olarak farklı mezheplerin ve inançların ortaya çıkmasına yol açmıştı. kendisini ruhani(uhrevi) olanı yönettiğini ilan eden kilise ise, Roma devletinin yasama, yürütme, yargı organlarını ele geçirerek en zalim kurum olan engizisyonun kurulmasına sebep oluyor ancak buna rağmen daha da ileri giderek haçlı ordularını örgütleyip zalimce katliamlar gerçekleştirmesine sebep oluyordu.

"İç haçlı seferleri" olarak nitelendirilen ‘Albi seferi’ esasında dini Saiklerle Hristiyan olmayanlar, özellikle Müslümanlara yönelik olmasına rağmen bu sefer amacını aşmıştır. "Müslümanlardan daha tehlikeli"  şeklinde nitelendirilen "Heretik akımların" Hristiyan olduklarını iddia etmelerine rağmen ortadan kaldırması hedeflenmiştir. 1209-1229 yılları arasında yapılan savaşta, Papa III. Innocent ve Simon de Montfort savaşın önemli isimleri olarak yer almışlardır. Papanın elçisi Armord Amoury’ye sorulan "Gerçek Hristiyanlarla diğerlerini nasıl ayırt edeceğiz?" sorusuna verdiği: "Hepsinin öldürün, tanrı kendisininkileri tanıyacaktır." Cevabı bu savaşı en iyi özetleyen cümledir. Savaş büyük katliamlarla doludur. Sadece Beziers’ta yapılan katliam Modern Avrupa Tarihinin ilk soykırımı olarak kayıtlara geçmiştir.

Engizisyonun yaptığı bunca işkence ve infazın bir şekilde hukuka uygunluğunun sağlanması ve meşrulaştırılması gerekiyordu. Haddizatında Kilise’nin daha sonraki dönemlerde Engizisyon’u kurma aşamasına gelmiş olmasına rağmen Hıristiyanlıkta önemli yer tutan önceki kilise babaları kan dökülmesine karşıydılar. Ancak sonraları şartların değişmesi ve Kilise’nin heresi ile baş edememesi neticesinde heretiklerin kiliseye dahil edilmesi aksi takdirde ortadan kaldırılması için söz konusu mahkemeler kurulmuş ve uygulamaları meşru görülmüştür.

Engizisyon sanığının suçunu itiraf ettirmek için yapılan türlü işkenceler, Allah’ın Adem ve Havva’yı yargılamasına benzetilmektedir. Engizisyonun işletim sistemi için de Allah’ın Adem ve Havva’yı yargılama konusunda avukat ve şahide ihtiyaç duymadığını ileri sürerek Allah’ı "ilk engizitör" olarak vasfetmeye varıncaya kadar ileri gidilmişti.

Aslında 13.yüzyıldan itibaren görülmesine rağmen Engizisyon tipi uygulamalar yani aşırı sayılan gruplara yönelik adli tatbikat ve baskılar, Konstantinin Hristiyanlığı tanıması ve kurumsallaştırmasından hemen sonra başlamış, Hristiyanlıktan ayrılmanın ona karşı gelmenin ölüm cezası gerektirdiğini 382’ de ilk ilan eden Roma imparatoru I.Theodosios olmuştur. Bu tarihten sonra sorgulamacı diye anılan resmi görevlilerin bulunduğu bilinmekteyse de bunlar o zamanki kiliseyle ilgisi bulunmayan adli memurlardı.

Roma döneminde Manheistlere ve yazıları yüzünden yakılan doğu kökenli fikir adamlarına karşı yayınlanan ferman içinden Hristiyanlar da yer alıyordu. Ancak bu şiddetli fermandan Hristiyanlık Konstantin in sayesinde kurtulmuştu. Daha sonra ise, bu kurum Hristiyanlığın devletin kurumsal dini olmasıyla tekrar yapılandırılarak ortaya çıkacaktı.

ENGİZİSYON’UN (1) KURULUŞUNDAKİ HRİSTİYAN (2) DÜŞÜNCESİ

İnsan, her zaman mutluluğun peşinde olmuş ve bütün medeniyetler de bunu gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu mutlulukların tezahürleri her çağın kendi ilmi ve kültürel şartlarına göre şekillenirken, bazen aynı çağın farklı yerlerinde çok değişik bir yapıda zamanın şartlarının gerisinde de tezahür ettiği de olmuştur. İşte bu mutluluğu ve medeniyeti arayan Hristiyanlık insanların ya da toplumun düşünce ve yaşam tarzlarına inançlarını hakim kılmak için özgür düşüncenin kapılarını kilitlemekte buldu. Yüzyıllarca süren bu döneme ‘’Ortaçağ’’ denildi. Bu dönemde tanrı bütün varlığın merkezidir, her şey Tanrı istediği için vardır
Artık erdem, kendisi için değil, mutlu bir yaşayış için gereklidir. Erdem gerçekten erdem olduğu için değil, kilise (3) nin buyruğu içindir. Böylece bu çağda Yunanlıların doğa-tanrılarının yerini Hristiyan-kişi-tanrısı almıştır.

Esasen Hristiyanlık Filistin de ortaya çıkmış, fakat batıya yayılmıştır. Bu dinin tebliğcisi Hz. İsa devlet yönetimine talip olması söz konusu değilken hatta "Kayzer’in hakkını Kayzer’e Tanrının hakkını Tanrıya ödeyin’’ demek suretiyle bir bakıma bu ikisini bir birinden ayırarak, tanrının hakkını kendisine ibadet, emir ve yasaklarına riayet etmek anlamı çıkarılarak onun göksel imparatorluğuna dahil olacak, Kayzerin hakkı ise, kendisine vergi verip, emirlerine itaat ederek imparatorluğun selameti için dua etmekti. İşte bu ayrım Hristiyan siyasi düşüncesinde sonraki yüzyıllar boyunca damgasını vuracaktır.

Bununla birlikte, M.S 3. Yüzyılda Roma da resmi din olarak himaye gören Hristiyanlık, bu esnada yunan, roma ve helenistlik düşünce ile temasa geçerek, Manheizm tesirleriyle karşılaştıktan sonra bunlara karşı kendisini müdafa etme ihtiyacı duyacaktır. Bu sebeple felsefi düşünceden istifade edecek. Kendisini müdafaa etmek için faydalandığı sistemler ve metodlar Hristiyanlık düşüncesini oluşturacak, böylece Hristiyanlık ulus ve sınıf sınırlarını aşarak, bu anlamsız Roma dünyasının anlamı, kalpsiz gövdenin kalbi olarak bütün insanlara seslenen evrensel bir din haline gelecekti. Ayrıca bununla da kalmayarak özellikle 5. Yüzyılın başlarından itibaren paganlara karşı yürüttüğü Hristiyanlaştırma hareketinin rolü sayesinde cemaatinin dünyevi işleriyle ilgilenmiş olan kilisenin I. Theodosius la birlikte giderek güçlü bir biçimde devlet yaşamını da ağırlığını hissettirecektir.

Zamanla Roma devletinin 5.yüzyıldan itibaren hızlanan çöküşü ise, Hristiyanlığın kendi görüşünü ortaya koymasını gündeme getirip hızlandırmıştır. İşte bu bağlamda Ortaçağ Hristiyan düşüncesi ortaya çıkarak bu düşünce antik çağ sonlarındaki felsefenin yardımıyla din öğretilerini temellendirme denemelerinden ikincisi böyle bir din çerçevesinde yapılmıştır (birinci denemesi yeni-platonculuk hareketidir.)

Bu deneme bizi Ortaçağ felsefesine doğrudan doğruya götürecektir. Çünkü ortaçağ felsefesi, antikçağ sonlarında atılıp geliştirilen temeller üzerinde yükselen bir düşünce yapısıdır. Bu temeller dini kaygı ile atıldığı için, dini renkli bir düşünce karakteri gösterir. Antikçağ düşüncesinin araçlarıyla bir biçim kazandırmak, inancın kavramsal formlarını belirtmek için yapılan bu çalışmalar Patristik(4) düşünce yapısını oluşturuyordu.

Bunu ilk olarak St Pavlus tarafından ortaya konan Patristik düşüncenin iki niteliğini ayırt edebilmek için ilk olarak mesih kişiliğinin yüceltilmesi, tanrının biricik oğlunun olduğunun kabul edilmesi, ikinci olarak ‘İsa’ Helenist dünyada egemen olduğundan çok felsefi kavramlar terimiyle yorumlanmasıydı, buna göre ‘İsa’ nın içinde insan ve tanrı doğalarının birliği bulunmaktadır. Bu daha sonraki Üçlülük(5) (tirinitiy) öğretisinin tohumudur.

Hristiyanlık antik felsefe tartışması daha sonraları patristik düşüncenin bir diğer temsilcisi kartacalı Tertullianus ise, Hristiyanlığın antik pagan üzerindeki üstünlüğünü vurgulayarak, doğmayı yalnızca imanla kabul etmek gerektiğini ileri sürerek ve doğmanın tefsir edilmesine karşı gelerek ‘’ imkansız olduğu için inanıyorum kanaatini ifade ederken, bundan dolayı siyasi iktidarın Roma devletindeki iktidarlar dahil olmak üzere tanrıdan geldiğini bu yüzden Hristiyanlığı benimsememiş iktidarların tanrısal nitelik taşımadığını, yani bir yüceliğe ve kutsallığa sahip bulunmadığını ileri sürerek bir anlamda dünyevi ve ruhani iktidarı belirginleştirmeye çalışıyordu.

Bu görüşe karşı ise, İskenderiyeli Clemens ile öğrencisi Origenes felsefi temelde yapılandırarak, Clemens, "anlamak için inanıyorum" yani "bu inandığım şeyin akıl tarafından tasdik edildiğini görmek için inanıyorum diyerek" Hristiyanlığı felsefi izahını yapmaya çalışıyordu.

Origenes ise siyasal gelenekte Platoncu temaları kullanarak, siyasi erkin tıpkı insanların duyu organları gibi iyi bir biçimde kullanılması için tanrı tarafından verildiğini kötü kullanılmasının ise,Tanrı tarafından cezalandırılması gerektiğini fakat iktidarın tanrıdan geldiğini ve kötü de olsa iktidara itaat etmek gerektiğini vurguluyordu.

Kilisenin ilk tarihçisi olarak kabul edilen Caeserea piskoposu Eusebios ise, imparatora kutsallık vererek, devletin kiliseye karşı üstünlük iddalarının temelini hazırlamıştı. Buna mukabil Milano piskoposu Ambrossius ise, farklı olarak kilisenin üstünlüğü yönünde görüşler geliştirerek, Roma imparatorunun dinsel konulara karışmayıp, bu konuların kilisenin yönetimine bırakılmasını istiyordu, Çünkü imparator diğer Hristiyanlar gibi kilisenin oğludur ve dolaysıyla kilisenin içindedir, üstünde değildir. Bu açıdan Ambrossius laik alanda imparatorun yetkisini kabul ederken, Onun öğrencisi olan ve Hristiyan düşüncesini inançlarını sistemli hale getirip, temel düşüncesini kuran ve eski bir Manheist olan, Augustinus ise, ruhun kurtuluşu için her türlü ten cezası her işkence hatta ölümü caiz görüyordu.

İşte bu durum ileride kilise yargı işlevinde engizisyon mahkemelerine geniş yetkiler verilince, işkence ve ölüm cezası bunlara dayandırılarak meşrulaştırılacaktı. Ayrıca Augustinus’a göre, "kilise sevdiğinden kavuşturur, dinsizlik ise zalimliklerinden" ruhun kurtuluşu söz konusu olan yerde zorlama en içten ilginin en ateşli sevginin ifadesidir diyerek esas olan ortaçağ Hristiyan düşünüşünün temellerini atarak başlatıyordu.

Bununla birlikte Augustinus’a göre yeryüzündeki mevcut devletler, uyrukları üzerinde egemen olmayı, hükmetmeyi (domınium) ifade eder ve kendilerine göre bir adalet ilkesine sahip olur. Bunun yanında tanrı ile ilişkilerini niteleyen mutlak ve hakiki adalet tanrı devletinin düzenini (ordo) temsil eder. Devlet ya da imparator gücünün kaynağını da tanrı’dır düşüncesinin yanında,  Augustinus ta kilisenin devlet üstünde düşüncesi ve ruhbanın imparator karşısında düşüncesi de henüz yoktur.

Kısacası batıda ki teokratik devlet anlayışı Augustinus tan sonra ortaya çıkmaya başlayacaktır.

6. yüzyılda başlayan kavimler göçü patristik felsefeyi yıkmış ve barbar saldırıların Roma’yı yıkışını izleyen asırda Cermenler İmparatorluğun kültürünün tamamen yok olmaya doğru giderken, kültürün tümüyle yok olmasını kilise önledikten sonra yıkılan Roma imparatorluğun yerini tamamen dolduracak biçimde batı kilisesi(papalık) etkisini ve işlevini genişletmeyi ve bunu kuramsal düzeyde yavaş yavaş dile getirmeyi başlayarak Skolastik(6) düşüncenin kapılarını da açmış olacaktı.

Bu kilisenin üstünlük savını papa I.Gelasius döneminde kilisenin devlet karşısındaki özerkliğini temellendiren düşünceleri formülleştiriyordu. Buna göre tanrının İsa’ya dinsel erki ve laik erki temsil eden iki kılıç verdiğini söyleyen Papa I. Gelasius’un İki Kılıç kuramına göre:

Kilisenin hem dünya işlerini idare etme, düzeni ve adaleti sağlama hem de ruhsal alanı yönetme güçlerini kendi ellerinde bulundurduğunu ama dünya işlerini idare etmeye yarayan maddi kılıcı kralların eline verdiğini, kralların bu kılıcı kilisenin buyruklarına uygun olarak kullanmak zorunda olduklarını ileri sürme imkanı veriyordu.

İki Kılıç kuramı, Papa’nın ve piskoposların doğrudan dünya işlerine bulaşmalarını savaş ve kan dökücülük gibi faaliyetlere doğrudan karışmalarını engellemekte bu işlerinde krallar tarafından ama ‘’kilise için’’ yapılması gerektiğini vurgulamaktaydı.

Teokratik iktidar anlayışını doruk noktasına ulaştıran Papa 3. İnnocente bu konuda ‘’prensler dünyada iktidar sahibidir, papazlar ise, ruh üzerinde. Ruh bedenden ne kadar daha değerli ise, papazlıkta krallıktan o kadar daha değerlidir, hiç bir kral isa’nın vekiline kendini adayarak hizmet etmediği sürece doğru bir hükümdarlık süremez’’ diyerek iki kılıç kuramıyla belirginleşen kilisenin devlet karşısındaki üstünlüğünü ortaçağ düşüncesindeki en sistematik halini Salisbury’lu John çalışmalarıyla temellendiriyordu.

Artık papalık teokrasisi, ortaçağa damgasını vurmaktaydı. Çünkü tanrı papa’ya iki kılıç vermiştir. Bunun delili de ‘’luka’ya göre incil de yazılı olan "Ya rab. İşte burada iki kılıç" deyişiydi (7)

Daha sonra Aquinolu Thomas’la kilisenin devlet üstünlüğü doruk noktasına ulaştıracaktı.
________________________________________
AÇIKLAMALAR VE DİPNOTLAR

(1)-Engizisyon: latince de ‘’inceleme, soruşturma ve sorgulama’’ anlamına gelen engizisyon kelimesi Hristiyanlıktan dönen, dini esaslara aykırı davranan kimseleri cezalandırmak için kurulan Katolik kilise mahkemesine verilen addır.

(2)-Hrıstiyan: Hristiyan adının kökü yunanca ‘’christos’’ (yağlanmış) kelimesine dayandığı ve kral david’in (hz. Davud) un yağlanarak tahta çıkmasının bu adlandırmaya yol açtığı kabul edilir. Bu isim incilde yer almaz, ancak yeni ahid’in havarilerle ilgili ‘’resullerin işleri’’ bölümünde Hristiyan adına ilk defa antakya’da kullanıldığı bildirir (hz. İsa’dan 20-30 sene sonra) ayrıca 60-70 yılları arasında Roma’ da halkın havarilerden bu isimle bahsettiği ve ilk iki yüzyılda yaşamış Hristiyan olan ve olmayan müellliflerin bu kelimeyi de kullandığı da bilinmektedir.

Kaynakların belirttiğine göre, Hristiyan adı ilk defa ‘’ıgnatius’’ zamanında, kilisece hz. İsa’nın Mesihliğine dayanan bir tabir olarak kabul edilmiştir.

İslami kaynaklar ise, Hristiyanlar ve Hristiyanlık hakkında genellikle ‘’nasrani’’ ve ‘’nasara’’ kelimelerini kullanmıştır. Burada bu daveti yapan nasıra’lı hz. İsa’dır. ‘’nasır’’ burada ‘’nasıralı şahıs’’ demek olmayıp yani, ‘’Allahın mukaddes kıldığı’’ manasına gelir. Kuranı kerim Hristiyanların kendilerine ‘’nasara’’ adını verdiklerini bildirir ve bunun ‘’Allahın dinine yardım edenler’’ manasına geldiğini söyler.

Ayrıca bu kapsama girenler İnciller’de ve bazı kanonik (sahih) mektuplarda ifade edilen ilk Hristiyan topluluklarına "apostalik kilise" adı verilmektedir. Bu tabir ‘’havarilere özgü kilise’’ anlamına gelmektedir yani, havarilerin önderliğinde kurulan ve Hristiyan cemaatinin oluşturduğu kilise anlamına gelmektedir.

(3)-Katolik: kelimesi etimolojik olarak "evrensel" anlamındadır. Bu terim ilk defa st.ıgnace’ın bir mektubunda geçmektedir, Katolikliğin ilk tanımı ise, Kudüslü St.Cyrille tarafından ikinci asrın sonlarında şu şekilde yapılmıştır’’ bu kilise Katolik diye adlandırılmıştır. Çünkü bir uçtan diğerine bütün dünyaya yayılmıştır. Onun öğretisi evrenseldir ve cahil-alim, prens-sade vatandaş bütün insanlara yöneliktir.

(4)-patristik: Hristiyan doğmasına antikçağ düşüncesinin araçlarıyla bir biçim kazandırmak, inancın kavramsal formlarını belirtmek çalışmalarını içine alan Hristiyan düşüncesinin ilk dönemine "patristik" denir.

Esas alarak kilise tarafından öğretilen doktirinler bölümünü hazırlayan ilk Hristiyan yazarlarına verilen addır. Bu isim sadece "doktirinlerin değeri hayatların kutsallığı kilisenin tasvibi ile temayüz eden kişiler alırlar". Kilise babaları çağı birinci asrın sonundan itibaren, Romalı Clement, Antakyalı Ignace, Lyonlu Polycarpe gibi hemen havarilere halef olan apostolik babalarla başlamış ve 4. ve 5. Asırlarda Aziz Athanese ve Aziz Cyrille, Basile, Nazianzeli Gregorie, Nysseli Gregorie, Jerome, Aziz Augustinlerle doruk noktasına ulaşmış ve nihayet, 7. Ve 8. Asırda batıda büyük gregoir’la, doğuda Jean Damacene’le sona ermiştir.

(5)-Trinity(kutsal üçleme): teslis Hristiyan doktirinde tanrının baba, oğul ve kutsal ruh’tan oluşan üçlü doğasını ifade eder. Bunlar üç taht üzerinde oturan üç tanrı heyeti değil, tüm evreni kapsayan ve özünde üç özellik olan tek rab’dır.

Teslis kelimesinin kökeni, Arapça’da  "üç" anlamımda "selase" kökünden gelir. Hristiyan doktirinde tanrı’nın baba, oğul ve kutsal ruhtan oluşan üçlü (Yunanca trias, latince tres (üç) ve unitas (birlik)’ten (trinitas) doğasını ifade eder. Bu üçlü birlik birbirinden ayrılmaz ve tek bir tanrı’nın birbirini tamamlayan farklı yansımaları olarak görülür.

"Üçlükte birlik" kavramını açıklamak için bazı örneklere başvurulur:  Zaman denildiğinde geçmiş, şimdiki ve gelecek zamandan kastedilmesi veya üçgenin üç köşesinin olması üç tane üçgen olduğu anlamına gelmez gibi daha net anlaşılması içinde örneklendirilir
Antik Hindistan ve mısırda üçleme: Hinduizm ve antik mısır dininde de üçlü tanrılara rastlanır Hinduizm de brahma, vişnu, şiva (trimurti*) mısırda isis, osiris ve horus tanrlarıda teslis olarak adlandırılır.

Trimurti: (üç from) Hinduizm de bir forma dönüştürülerek kişiselleştirilmiş kozmik güçlerdir. Brahma (yaratıcı), vişnu(bakıcı-koruyucu), şiva (yok edici-dönüştürücü)

Timurti sözcüğü üç ilah anlamına gelir. Üç ayrı ilah yoktur, tek bir gücün üç ayrı işini gösteren üç tezahür söz konusudur. Brahma olarak yaratır, vişnu olarak hükmeder, şiva olarak ta yok eder. İnanların çoğu bir tanrıya ibadet etmekle, tüm tanrılara ibadet edildiğini, çünkü tüm görüntülerin tek olduğunu varsayarlar.

(6)-Skolastik: fr: scolostigue-lat: scholasticus-yun;skholaticos "okul" kelimelerinden gelmekte olup, skolastizm, tarih ve duyum alanında çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Skolastizm, Charlemagne zamanında onun kurduğu okullarda öğretim olarak uygulanmıştır. Skolasticus olarak atanmış kişi trivium (gramer, dialektik, retorik) ve guadrivium (aritmetik, geometri, müzik ve astronemi) ya da teoloji alanında yeterli bilgiye sahip olduğu anlaşılırdı. Uygulama zaman içinde yavaş yavaş genişletildiği ve sonunda bu unvan, öğretmen olsun ya da olmasın bilim ve felsefe alanında bu kanunları bilen kişilere verilmeye başlandı. Avrupa’da 10. Ve 16. Yüzyıl arasında sürdürülen ve Hristiyan doğmaları ile vahiy’i söz düzeyinde tam bir biçimsellikle geleneksel felsefeye bağlayan ve Aristotales’in öğretisinden kaynaklanan dilbilgisi, mantık, kıyas ve varlıkbilim kavramlarına dayanan felsefi öğretim.

Bu felsefe ortaçağ din adamlarını yetiştiren manastır ve katedral okullarda işlenip gelişmiştir. Skolastik bir okul öğretisidir. Öğretmek ve öğrenmek için işlenmiş ve sistemleştirilmiş bir teolojidir. Bu teolojinin ruhu, politika, din, ahlak, felsefe, bilim, edebiyat kısaca insan etkinliklerinin her alanında düzenli Hristiyanlığın etkisi hakimdir. Skolastik düşüncenin amacı ise, kilise adına hareket ederek, Hristiyan düşüncesi ile felsefi düşünceyi uyumlu hale getirmeye çalışmaktır. Felsefi fikirler Hristiyan inancına uyarlanmaktadır.

Bu yazı dizisi aynı zamanda Adil Medya'da yayınlanmıştır.

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar