Seyfettin Araç: Acılardan arta kalanları yazamayacaksak neden elimizi arı kovanına sokuyoruz?
Başak CANDA
Kolektif hafızanın oluşumunda topluluk içinde bulunan bellek taşıyıcıları da diyebileceğimiz anlatıcılar; kültürel belleğin korunması ve ritüellerin aktarılması için çok önemli. Böylece toplumu toplum yapan hem bireysel hem toplumsal bir kimlikten bahsedebiliriz. Ne yazık ki kentleşen insanla birlikte kaybolan çok şey gibi belleğin de kendisini çoğunlukla cihazların hafızalarına teslim ettiği bir dönemden geçiyoruz. Tam da böylesi bir dönemde, insan yaşadığı her anı derin duygularla besleyip içselleştirirse geçmişin aralığından çok şey sızıp gelir. Gitmenin ve unutmanın imkansız kılındığı bir yer oluşur ve büyür. Geçmiş dediğimiz anılar yumağı, onu canlı kılacak kadar şimdileşir. Bu buluşumun adresi 'Unutulmuş Topraklar' romanının yazarı Seyfettin Araç ile kitabını ve edebiyat yolculuğunu konuştuk.
Son kitabınız 'Unutulmuş Topraklar' romanındaki karakterler günlük yaşamımızın içindeki hatta yanı başımızdaki insanlardan seçilmiş. Birbirinin hayatları içinde var olmaya çalışan karakterler bunlar aynı zamanda. Yaşamsal tanıklık, karakter yaratımındaki hikâyenin tamamlanmasında nerede durur? Bu tanıklığın, dil ve anlatıyı etkileme ölçüsü nedir?
Bakış açısı ve zamanlamaya göre değişen bir durum aslında. Yaşamsal tanıklık olmadan karakter yaratımı ve daha da zorlaştırırsak hikâyenin tamamlanması, dört ayaklı bir sehpadan bir tanesinin eksik ya da kırık olması gibi bir durum olabilir. Bu elbette gerçek bir hayat hikâyesi var etme süzgecinden geçerse diye söylüyorum. Aksi halde diyelim ki ütopik veyahut tamamen kurmaca bir eser yarattınız o zaman elbette işin büyük çoğunluğu yazarın yaratıcılığına, kendi insiyatifine kalır. Böyle durumlarda tanık olma, olmama durumu aranılan bir detay olmaz şüphesiz.
Bu sorunun devamı olarak sorarsam...Yazdıklarınızla yaşadığınız toplumun sorunlarına tanıklık ettiğinizi gözlemliyorum. Yazarın yaşadığı çağa tanıklık etme oranının yazdıklarının üzerindeki etkisi nedir? Bu tanıklığın yazarken sizin üzerinizde herhangi bir boyutuyla içsel bir baskısı oldu mu?
'Unutulmuş Topraklar' üzerine bu söz, hakikatini hep koruyacak bir tespit olacağı için kesinlikle öyle, evet. Yaşadığım toplumun içinden bir birey olarak sorunların tamamına tanığım ve bunları dile getirmek, romanlara işlemek, okuyucuya aktarmak benim vazifem. Asıl sorun şu; yazdığım şeyleri bir baskı, içsel bir baskı için değil tamamen ruhumda büyüyen bir kefaret için yazdığım gerçeği. Çünkü yaşadığımız zorlukları bilmeyen milyonlarca insan var ve bence bu coğrafyanın tüm hakikatlerini öğrenmek onların da hakkı. Yazmak benim için bir zorunluluk olmadığı gibi okumak da okuyucu için bir mecburiyet değil.
Kitaba olumlu-olumsuz tepkiler nasıl?
Köşe yazarları, gazeteciler güzel sözler yazdılar, medya, sosyal medya son romanım hakkında keza yine güzel sözlerle doldu. Bu beni çok onore eden bir durum. Ve fakat daha fazla bir etki, daha fazla baskı sayısı beklediğimi inkâr edemem. Bu tamamen benim dışımda olan ve aşamadığım sorunlardan kaynaklandı. Maalesef ki ülkemizde edebiyatın kanayan yarası yayınevlerinin popüler kültür politikaları var ve fakat bunun yanında çok iyi çok özel yayınevleri de var. Bir de benim için önemli olan okuyucunun güzel tepkileri, romanla ilgili söyledikleri, yazdıkları değerli sözler. Ortada değerli bir eser var ve ben bu eserin kıymetini biliyorum. Benim tek derdim var o da edebiyat. Yeni eserler için çabalamak ve daha nitelikli eserler yaratmak istiyorum sadece.
Geçmiş, geçmiş hayatlar, sahiplikler, toplumsal statüler, ötekiler, ötekileştirilenler, siyasi erk, kilitli-sahipli mekânlar, hakikatler, rivayetler, ansımalar ve anlar...Daha da inersek Kürtler, Êzidiler, korucular, ajanlar, askerler, militanlar...Türkçe bilmeyen Kürt kadınları, Êzidi olduğunu söyleyemeyen bir topluluk...Êzidilikten aforoz edilen Yusuf...Bir çok yazarın teğet geçtiği konular bunlar aslında. Yazar cesaretli olmak zorunda mıdır? Sizinki cesaret işi mi yoksa başka bir tanımı mı var?
Bir yazar elbette ki cesaretli olmak zorundadır aksi halde takındığı yazar kimliği ve giydiği yazar gömleği üzerine iki beden büyük gelir. Gerçekleri, geçmişi, söylenilemeyenleri, ötekileri, ötekileştirilenleri yazamayacaksa bir yazar neden geçmiş dönem romanı yazar ki? Acılardan arta kalanları sayfalara dökemeyeceksek neden elimizi arı kovanına sokuyoruz? Bir yazar her şeyden önce gerçekleri yazmalı bir dönem eserinde. Sonra bunu değiştirmeden, ucuzlatmadan, acı denilen tuhaf suya değdirmeden yazmalı. Ayrıca bir yazarın derdi cesaret ya da cesaretsizlik olmamalı. Bir yazarın derdi, iyi yazmak, iyi anlatmak ve gerisini kamuoyunun vicdanına bırakmak olmalı. Ben en azından yazı hayatım boyunca bunu yapmaya gayret ediyorum.
Kitabın dili çok yalın. Yaşam tüm çıplaklığıyla her yanıyla ortaya konulmuş. Diğer yandan yazarların bir çoğu edebi zorunluluktan ya da duygu aktarımından kaynaklı imgelemelere çok başvurur ve yardım alır. Ancak 'Unutulmuş Topraklar', daha çok ayağı yere basan, duygunun yanında olaya ulaştıran örgülerden oluşuyor. Bunun sebebi nedir?
'Unutulmuş Topraklar'ı yalın bir dille yazmak için kendimi çok zorladım çünkü bir önceki romanımda dil çok sert, çok ağdalı ve yorucuydu. Çünkü okuyucuyu yormak istedim. İkisi de planlı yaptığım tarzlar oldu. Ben romanın ayağı yere bassın ve herkes okuyabilsin diye ruhumu, kalemimi, tarzımı çok zorladım. Okuyucularım, bir daha bu türde bir roman okumayacaklar. Eski tarzıma geri dönüyorum çünkü; daha sert daha vurucu ve daha uzun cümlelerle var olmaya devam edeceğim. Fakat sorduğunuz sorunun aslında birden çok cevabı var; birincisi çok fazla karakterim vardı ve hepsi için uzun uzadıya içsel yolculuk yapma şansım olamazdı. Ben diğer yazarlar gibi imgelere, yardımlara pek girişmem. Benim tarzım yalnızca bana benzer ve o yarattığım bu tarz; edebiyatımızın yeni çağının benzersiz örneklerini oluşturmaya devam edecek.
Romanda çocukların avlusundan erkeklerin avlusuna uzandığınızı ve oradan çıkış yollarını ararken toplumsal sorunlara nasıl değdiğinizi görüyorum. Bunu yaparken de kadın sorununu gözler önüne seriyorsunuz. Kadın sorunsalı daha doğrusu biz kadınların deyimiyle erkek sorunsalına bu bağlamda bakarsak, o avludan çıkış ne kadar mümkündür ve bunun için neler yapılabilir?
Bunun için çok bedeller ödendi, çok şeyler yapıldı ve biz de bunun için romanlar yazdık, şiirler yazdık, anlattık durduk. Kadın sorunu bu ülkenin sadece belli bir coğrafyasının sorunu değil inanın. Karadeniz’de sırtında onlarca kiloluk çayla, çalı çırpıyla, odunla, kucağında bebesiyle, gencecik kadınlar günün üçte ikisinde çalışırken erkekler kahvelerde sohbet peşinde gezebiliyorlar. Herkesi ve her bölgeyi genelleştirmeden söylüyorum bunu. Doğu'da da anlayışsız bir erkek güruhu dini bahane ederek kadınlara ikinci sınıf hayatı reva görüyorlar. İç Anadolu’da da bu böyle maalesef ve bunun iki temel sebebi var; birincisi din ikincisi namus. Kadın bir meta olarak görülüp öyle dört duvara sıkıştırılıyor. En kötüsü de bu durumdan memnun olan, şeriat isteyen, erkeğin üstünlüğünü doğal bulan kadınlar. Yeni yazdığım ve iki sene sonra çıkarmayı planladığım romanda bu konuyu daha detaylı irdeliyorum.
'Unutulmuş Topraklar’ın son sorusu olarak yine yazdıklarınıza istinaden, babalar bizim coğrafyamızda ve yeryüzünün diğer coğrafyalarında yaşamın neresinde durur ya da asılı kalırlar? Anneliği ve babalığı karşılaştırırsak; babaların, yaratan ve eksik bırakan yanlarını nasıl tarif edersiniz?
Bu aslında birçok insanın yaralı ve kimseye göstermek istemediği tarafı. Babalar, bu ülkenin en büyük sorunlarından biri çünkü. Sevmeyi bilmeyen babaların, sevgisiz büyüyen çocukları koca bir coğrafyayı somurtkan, sevgisiz ve mutsuz bir hale getirdiler. Doğu’da ne kadar çok çocuk sahibi olursanız o kadar güçlü olursunuz düşüncesi akılsız, düşüncesiz, vasıfsız, niteliksiz, sevgisiz, merhametsiz birçok adamı baba yaptı. Ve bu sözde babalar çocuklarına aile kavramını, babalık duygusunu aşılayamadılar. Sevginin olmadığı evden sadece kaos çıkar ve kötü çocuklar yetişir. Anneler ise başka, anneler bu derya deniz alemin can simitleri oldular. Aile evinden görmedikleri, babalarından almadıkları sevgiyi çocuklarına vermek için çok çalışan güzel anneler. Bu coğrafyada anneler sevgiyi babalar sertliği öğretir. Ve yine elbette kötü anneler de yok denemeyecek kadar varlar, çoklar.
Edebiyata şiirle başlayıp romanla devam ettiğinizi biliyorum. Roman anlatıcılığına geçişinizin bunda etkisi ne ölçüdedir? Ya da başka bir ifadeyle şiir, anlatımda nerededir?
Şiirle başladım evet ve bu zorlu kimliğin altından kalkmaya çalışıyorum. Ben bir romancıyım, daha önce benzer türleri olmayan romanlar yazan bir romancıyım ama ben bir şairim de. Şair ve romancı kimliğini taşımaya çalışmak biraz zor çünkü ülkemiz edebiyat cenahı ikisini bir arada pek nadir görür. Ne şiirden ne de romandan vazgeçiyorum. Bu da benim edebiyata bakış açım; yani ne yaratabiliyorsam onu ortaya koymak zorundayım. Çünkü bir eser sadece yazarın değil belli bir zaman sonra tamamen okuyucunundur. Okuyucuya saygı da yarattığın eseri yaymakla başlar.
İlk ve son romanınız farklı tarzlarda yazılmış. 'Sevgili Yalnızlık' yeni bir tarz, 'Unutulmuş Topraklar' ise daha geleneksel bir tarz. İkisi arasındaki dengeyi sorsam...Bu geçiş neye göre şekil aldı?
İlk roman bir mono diyalog, kurgunun zirve yaptığı ütopik bir eser. İkinci roman ise gerçek bir hayat hikayesi, kurgunun bir yerde durduğu, hikâyenin yalın dille aktığı bir eser. Bu seçimi kendim yaptım ve yeni kitaplarım daha da farklı ve özel olacaklar. Anlatıcılar değişecek, kurgu farklılaşacak, birkaç saati kırk sayfa yazdığım bir kitap geliyor mesela, bu kendi tarzım için artık oturan yazı deneyimleri. Romanlarım arasındaki dil geçişlerini kendim bilerek bu hale getiriyorum. Fakat dilimi seven okuyucular dördüncü romanla birlikte bu karmaşıklığın son bulacağını da bilsinler istiyorum. Bana ve kalemime güvenmeye devam etsinler lütfen.
'Sevgili Yalnızlık' adlı ilk romanınızla modern çağ edebiyatının son temsilcisi olarak anılıyorsunuz. Bunun dayanakları nelerdir?
Sağ olsunlar bazı değerli düşünce insanı dostlar lütfettikleri için, bazı gazeteci arkadaşlar uygun gördükleri için bunu söylüyorlar. Kaldı ki bu benim için onur verici bir durum çünkü salt edebiyat yapan ve yazdığı eserleri en ince ayrıntısına kadar nakış gibi işleyen kaç yazar var ülkemizde? Ben aynı zamanda yel değirmenlerine savaş açan modern bir Don Kişot olarak görüyorum kendimi. Çünkü popüler kültürle, satış kaygıları ile, dayatılan sözde basım, yayım politikaları ile savaşarak yazmaya, yaratmaya devam ediyorum. Modern Çağ Edebiyatının son temsilcisi olarak gösterilmek de işte bu yüzden ağır bir yük ve sorumluluk.
'Sevgili Yalnızlık', mono diyalog roman. Buradaki iç ses neye atıftır günümüz dünyasında?
Yalnızlığa atıftır aslında. Seçilmiş şiirsel bir yalnızlığa atıftır. Anlaşılmaz insanların, değişken ruh ve karakterlerin, dönüşen kimliklerin, zorlayan narsistlerin karşısında kapı gibi duran bir eserdir 'Sevgili Yalnızlık'. Dışarıda gürül gürül akan ama yozlaşan, ucuzlaşan, basitleşen, sıradanlaşan, insanı un ufak eden sisteme karşı anlatılamayanı anlatan bir eserdir. Olana ve olmayana naif, içten ve sade bir atıftır. İnsan denilen canlının insanı nasıl insanlıktan çıkardığını anlatan sert bir eserdir. Aşka atıftır, aşkın gölgesinde aşksızlığa atıftır, aşkın yozlaştırılmasına, basitleştirilmesine, sadakatin sıradanlaştırılmasına atıftır. Tanrı’ya dava açan bir adama atıftır, adamın kalbindeki kadına atıftır.
Farklı tarzlarda yazmaktan çekinmiyorsunuz anladığım kadarıyla. Önümüzdeki süreçte kaleminiz nereye evrilecek? Heybenizde neler var?
Önümüzdeki bir sene içinde okuyucuyu çok şaşırtacak üç dört eserle geliyorum. Sürpriz olsun istiyorum çünkü hem sıralama hem eser isimleri benim için çok önemli. Ama şunu söyleyebilirim; daha önce bu coğrafyada yaratılmayan eserler oldular ve okuyucuyu uzun bir edebiyat yolculuğuna davet edeceğim. Hem roman hem şiir hem de ikisi bir arada farklı türlerde üzerinde çok çalıştığım eserlerde buluşmak üzere.