İnci Hekimoğlu
1 Mayıs alanları ittifakın adresini gösterdi
2004 yılıydı.
Silahların susması, diyalog koşullarının yaratılması için Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu Başkan Yardımcısı Akın Birdal’ın öncülüğünde kurulan Barış İçin Aydın Girişimi olarak Diyarbakır’a gitmiştik.
Diyarbakır’a girişte bariyerler karşıladı bizi. Her polis kuşatmasını, uzun pazarlıklar sonucu aşarak nihayet alana ulaştığımızda etrafımızı saran coşkunun ve umudun tüylerimi diken diken ettiğini hatırlıyorum. Ve gösterilen sevginin altında bütün benliğimle ezildiğimi…
Hak etmiyorduk!
Biz ‘Türkler’ hak etmiyorduk.
Savaştan ve ölümden bıktıkları, barışa dair en küçük bir umuda bile sarıldıkları için değildi yalnızca o coşku…
‘Batı’dan da dayanışma içinde olanların varlığını hissetmektendi.
O gün yaşadığım küçücük bir deneyim bile yetti, Kürt halkının yaşadıklarının boyutunu anlamam için.
Uzaktan okumanın yetmediğini… Bilmenin deneyimlemekle aynı olmadığını…
Polis bariyerlerinden alana girmek için aramadan geçiyorduk.
Önümdeki kadın çantasını açtığında polisin yüzü değişti.
Kolundan sertçe tuttuğu yaşlı kadını aynı sertlikle köşeye itip, amirini çağırdı.
Polisin tavrından çantada silah falan olduğunu zannettim ilk anda. Eğilip çantada ne olduğunu sordum. Çıkarıp gösterdiği ‘tehlikeli silah’ bir örgü saç bandıydı.
Evet, el örgüsü bir saç bandı ama kırmızı, yeşil ve sarıydı!
Amiriyle geri dönen polis müdahaleye hazırlanınca "bir dakika" dedim, "hangi yasada sarı, kırmızı ve yeşil renkli örgü bir şeridin yasak olduğu yazıyor. Ayıca kimseyi itip kakmaya hakkınız yok."
Tabii ben sarışın ve ‘Türk’ olduğum için ikimizi de bırakmak zorunda kaldılar.
Aradan 15 yıl geçmiş.
Bugün durum daha da beter.
Artık renksiz objeler bile ‘tehlikeli’.
Diyarbakır’da dün beyaz tülbentleri yasak listesine alan polis, 1 Mayıs’ı kutlamak üzere alana gelen kitleyi sokmamaya kalktı.
CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu ve HDP milletvekilleriyle polis arasındaki ‘mantık ve hukuk’ tartışması sonuca bağlanmasa da, beyaz tülbentler özgürlüğünü kazandı!
‘Türk’ olmakla Kürt olmak arasındaki, Diyarbakır’da yaşamak ile İstanbul’da yaşamak arasındaki farkın bir başka örneği daha yaşandı dün.
HDP’liler Bakırköy’deki 1 Mayıs mitingine beyaz tülbentlerle geldi ama beyaz tülbent yasağıyla karşılaşmadı.
Kürtler için beyaz tülbent, silahların susması diyalog yolunun açılması demek. Çatışmanın ortasına başındaki beyaz tülbendi çıkarıp atan kadın karşısında taraflar geri çekilir. Çatışma durur.
Barış demektir yani.
Bugün "barış"ı anmak bile kan, gözyaşı ve cenazeden çok daha korkutucu olabilir iktidar sahipleri için ama 1 Mayıs alanlarından gelen görüntüler hiç öyle demiyordu.
Örneğin Bakırköy’de HDP kitlesinin önünde duran CHP minibüsünden yükselen şarkıya hep birlikte eşlik edenlerin video kaydı, orada olmayanları bile duygulandırdı.
O şarkı, herhangi bir şarkı değildi çünkü.
HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın cezaevinden ezgi dolu seslenişiydi.
"Korkma bağır/ Olmadı Hızır’ı çağır"
Sandıkta oluşan dayanışmanın alanlara yansımasının en güzel örneğiydi.
Aynı zamanda yarattığı enkazın faturasını paylaşma yolları arayan Erdoğan’a el uzatma aymazlığındaki muhalefete de verilmiş mesajdı 1 Mayıs alanları.
Gezi’de tanık olduğumuz sahnelerle doluydu. Totaliter rejimin siyasi, ekonomik, sosyal ağırlığını hissetmeye başlayan her eğilim yan yanaydı.
Hatta bir arkadaşım, kortej geçerken MHP binasında bulunanların alkışlarla destek verdiklerini hayretle anlattı.
***
Ama "Dün dünde kaldı cancağızım/ Bugün yeni şeyler söylemek lazım!"
Çünkü yarın peş peşe gelen ölüm haberleriyle sarsılabiliriz.
HDP Hakkâri Milletvekili Leyla Güven açlık grevinin 175. gününde. Açlık grevindekilerin sayısı 7 bine ulaşmış.
İktidar da kamuoyunun büyük bölümü de duymazlıktan, görmezlikten geldiği için ölüm orucuna çevirmeye başladılar.
İlk etapta 15 kişi ölüm orucuna dönüştürdü bile.
Bu eylem biçimini onaylayıp onaylamamak ayrı, iktidardan yasaya ve hukuka uyarak tecridi kaldırmasını, ölümlere engel olmasını istemek ayrı.
Beyaz tülbent, diyalog zemininin açılması, ölümlere engel olunması için seçilmiş bir simge olduğundan yasaklayan zihniyetin çözüm üretmesi beklenmez elbet.
Aydınların, sivil toplum kuruluşlarının, demokratik kitle örgütlerinin sorumluluk alması işe yarar mı bilemem ama denenebilir.
Demokratik kamuoyu en azından duyarsız kalmadığını gösterebilir. Gazeteci Rober Koptaş, Twitter hesabından bir öneride bulundu mesela.
"Demek ki bundan böyle her gün her yere beyaz tülbentlerimizle gidiyoruz. Başa, boyuna, bele, bileğe, her yere yakışır yeminle."
Üzerinde düşünmeye değer değil mi?