Ali Duran Topuz
15 Temmuz ve yeni rejimin hukuku
Bu yazıyı esasen İrfan Aktan Aktan yazdırdı. Sevgili İrfan 15 Temmuz’dan sonraki sekiz yıl içinde ne oldu, ne değişti, ne değişmedi, anti-hukuk diyordun ona ne oldu gel konuşalım deyince beraber bir online program yaptık, onun sorularının düşündürdüklerini bir de yazıya dökeyim dedim ben de, malum söz uçar yazı uçamaz.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından geçen sekiz yılda ne oldu? Ali Duran Topuz değerlendiriyor
BEŞ GÜNLÜK MÜSAMERE
Sekiz yıl oldu. Kanlı, karanlık bir gün ve geceydi. Anlatılanlara göre “Gülenci” askerler mevcut hükümeti ortadan kaldırmak üzere darbeye girişmişti, sadece askerler de değil, işte (Adil Öksüz ile sembolleşen) akademisyenler, (Mithat Aynacı ile sembolleşen) polis şefleri, başka yüksek bürokratlar filan da işin içindeydi. O gün parlamentoda bulunan partilerin hepsi, sadece iktidar ortağı Ak Pati ile MHP değil, ana muhalefet CHP, muhalefetin de istemediği muhalefet HDP filan beraber darbeye karşı saf tutmuştu. Sonra bereket savuşturuldu denildi. Parti temsilcileri birlikte fotoğraf verdi filan. Sonra 20 Temmuz’da başka bir şey oldu:
Durum olağan değil, olağanüstüydü o halde olağanüstü hal ilan etmek gerekliydi. Kararname rejimine geçildi, artık kanunlar değil buyruklar söz konusuydu. 15 Temmuz ile 20 Temmuz arası beş günlük “darbeyi savuşturan siyaset ve toplum el ele” müsamereleri derhal bitti, parlamento sanki darbe başarılı olmuş gibi devreden çıkarıldı, müzakere filan rafa kalktı, siyaset artık sadece iktidar blokundaki iki aşırı sağ partinin gösterilerinden ibaret hale geldi. O kadar ki CHP’nin o dönemdeki lideri Kemal Kılıçdaroğlu, siyasetin ilga edildiği Ankara’dan İstanbul’a bir yürüyüş yaparak başkentte siyaset imkanının ne kadar sıfırlandığını eylemli biçimde gösterdi.
REFERANDUMUN GÖSTERDİĞİ: BÖLÜNMÜŞ TOPLUM
Kararnamelerle inşasına başlanan rejimin alacağı şeklin ne olacağı 16 Nisan 2017’deki anayasa referandumuyla iyice belirginleşti, referandum aynı zamanda yeni rejimi meşrulaştırıcı bir hamle olarak tasarlanmıştı iktidar tarafından. Evet yüzde 51.41, Hayır yüzde 48.59 idi ki bu da yeni rejim çalışmalarının meşruiyetinden ziyade toplumun dik yarı ikiye bölündüğünü gösteriyordu. Üstelik referandum, 12 Eylü sonrası günleri anımsatan baskılar eşliğinde yürütülmüştü. Ama atı alan Üsküdar'ı geçmişti işte bir kere daha. Zaten ortadan ikiye bölünme ekonomi politik bir tercihti de çünkü neoliberal siyasal anlayış toplumu bir savaş düzenine sokmayı arzular.
O günlerde oluşmaya başlayan hukuk, elbette gökten zembille inmemişti, Türkiye’nin yakın ve uzak tarihlerindeki çeşitli hukuk (daha doğrusu hukuksuzluk) pratiklerinin oluşturduğu birikimin bir senteziydi olan bitenler; iktidar baskı için hukukun araçsallaştırılması dersini gayet iyi almış, kendi hınç dolu eklemeleriyle dersi ileriye götürüyordu. Bazı şeyler İstiklal Mahkemeleri pratiklerine benziyordu, bazı şeyler Dersim yargılamalarını andırıyordu, birçok şey 27 Mayıs/12 Mart ve 12 Eylül günlerindeki hukuk anlayışlarını çağırıştırıyordu ki bunlar “başırılı olmuş” darbelerdi, darbe savuşturulmasına rağmen darbe yapılmış gibi bir OHAL rejimini yürürlüğe koymak tuhaftı ama böyle eleştirilerle vakit kaybedecek değildi iktidar. Bu sıraladığım “olağanüstü hukuk/istisna hukuku” pratikleri, 2000’lerin sonundaki “Gülenist davalar” yani KCK, Ergenekon ve Balyoz gibi ünlü hukuksuzluk davalarını yeterince açıklamıyordu aslında ve bunların hepsi 15 Temmuz sonrası gördüğümüz yargı pratiklerini yine yeterince açıklamıyordu.
KÜÇÜK BİR DAVADAKİ TERSİNE MANTIK
Gülenist davalar, olağanüstü hal koşullarında açılmamıştı, davaların o şekilde yürümesini sağlayacak hukuki zeminden yoksundu, ama işte oluyordu, insanlar tutuklanıyor, ağır cezalarla tehdit ediliyor, dahası bu cezalar veriliyordu da. Üstelik bunlara “Gülenist” demek de sadece kısmen doğru çünkü Gülen ve cemaati bu işleri tek başına insansız bir uzayda yapmıyordu, iktidarı elde tutan AK Parti yönetimiyle el ele, kol kola yapıyordu. Bu büyük davaların yanında bir de o kadar dikkat çekmeyen bir dava daha vardı: Devrimci Karargah davası. Bu davada “yasadışı (sol) örgüt üyesi olmak”la suçlanan bir sanık hakkında iddianamede şöyle bir tuhaflık vardı: Savcı diyordu ki, sanık hakkında iki yıl teknik takip yaptık, telefonlarını dinledik. İki yıl içinde örgüte ve örgüt üyeliğine dair hiçbir iz, alamet bulamadık. Bu da örgütün ve örgütsel ilişkilerin ne kadar gizli olduğunu gösterir. Yasalarda yazdığına göre şüpheden sanık yararlanır, yasalara göre delil olmadan kimse mahkum edilemez, oysa savcı delil yokluğunu sanık aleyhine en güçlü delil olarak öne sürüyordu. Yani kanuni düzenlemeler, mevzuat hedeflediği, koruduğu yararın tam tersini elde etmek için kullanılıyordu. İşte bu işleme, bu muhakeme usulüne, bu akıl yürütme biçimine “anti-hukuk” dedim. Bir olağanüstü hukuk biçimi değildi bu, çünkü olağanüstü hukuk hâlâ bir hukuktur, evet özgürlükleri kısıtlar, hakları budar, öngörülebilirliği azaltır, hukuka güveni yok eder ama sıfır hukuk değildir. İşte iktidar partisi, Gülen cemaatiyle kurduğu ittifak süresinde böyle bir hukuk anlayışının sistemin içinde yer etmesini sağlıyordu. Fakat hâlâ açıklanması gereken bir şey vardı: Bu kadar açık hukuksuzluğun, olağanüstü hal hukukunu bile aratan bir hukuksuzluğun yaşama, tutunma imkanı nedir? Ve elbette bu tutumun kökeni, kaynağı var mıdır?
HENDEKLER, DERSİM YARGILAMALARI, TUNCELİ KANUNU
Aslında vardı elbette: Tarihler ve olay isimleri altında görünmeyen bir tarih. İstiklal Mahkemeleri evet, 27 Mayıs evet, 12 Eylül evet filan. Fakat bir de “Şark İstiklal Mahkemeleri” vardı, bir de Dersim yargılamaları vardı. Bir de 1990’ların DGM yargılamaları vardı.
Buralara baktığımızda “ohal hukukunu” aşan şeyler görürüz. İşte 15 Temmuz darbe girişimi sonrası inşasına girişilen yeni rejimin hukuki boyutu aslında “ohal tarihi”nden yararlandığı kadar, bu ikinci yargılamalar dizisindeki özel “hukuk”i anlayıştan da yararlanır.
Bu ikinci dizi, kolonyalist hukuktur ve darbeden hemen önce yürürlüğü yeniden ve şiddetli biçimde güncellenmişti: İl İdaresi Kanunu’na dayanarak sokağa çıkma yasakları ilan ediliyordu, vali-kaymakam kararlarına dayanılarak haklar ve özgürlükler ortadan kaldırılıyordu, “Hendek var, devlete meydan okunuyor” denilerek garnizon komutanlarına, karakol şeflerine operasyonun yanı sıra infaz yetkisi veriliyordu. Öldürülen insanlar zırhlı araçlara bağlanarak sürükleniyor, sürükleyenlere değil fotoğraf çekenlere kızıyordu iktidar, “üstünde bubi tuzağı olma ihtimaline binaen öyle yaptık” denilerek her şeyin normal olduğuna inanmamız isteniyordu. Yakalanan insanlar çıplak soyularak tellere, ağaçlar bağlanıyordu, silah var mı ona bakıldı deniliyordu. Öldürülen insanların çıplak bedeni görünür yerlere atılarak teşhir ediliyor, eleştiriler terör destekçiliğiyle suçlanıyordu. Devletin çıplak şiddeti, çıplak vücutlara karşıydı. “Hukuk” diye bir aracı, bir arayüz yoktu. Anayasa Mahkemesi, sıfır hukuka dayanan sokağa çıkma yasaklarına ses etmiyordu filan.
KOLONYALİST HUKUK
Olağünüstü hal teorisyonleri, olağan hal-olağanüstü hal ayrımına giderken Batı Avrupa tarihindeki gelişmeleri esas alır. Bunların en ünlülerinden Agamben mesela derin ve incelikli analizlerle etkileyici teorik açılımlar sağlar ve fakat bunu yaparken bir nokta onun dikkat alanında değildir: Avrupalı fatihlerin ulaştıkları yerlerdeki “yerli”lere yönelik uygulamaları onun hukuk/istisna hali kuramında karşılık bulmaz.
Elbette bu düşünürün çalışmalarının değerini düşürecek değildir lakin üretiminde katkıda bulunduğu kavramların bizim yaşadıklarımızın en azından bir kısmını, bir boyutunu neden tam karşılayamadığını açıklar. Türkiye’de 15 Temmuz sonrası iyice görünür hale gelen “anti-hukuk” anlayışının soykütüğünde Türkiye tarihinde Kürtlere yönelik hukuki tutum yatar. Özellikle Tunceli Kanunu metin olarak ve Dersim yargılamaları pratik olarak “olağanüstü hal hukuku”nun açıklayamayacağı vahamettedir. Bunlar kolonyal efendilerin, birer insan olarak görmedikleri “yerli”lere uygun gördükleri ve artık formel olarak da hukuka benzemeyen pratiklerdir.
Agamben’e biraz daha zaman ayırarak bitirelim: İtalyan düşünür Agamben olağanüstü hali incelerken, Avrupa geleneğini takiben iç savaş, ayaklanma ve direniş arasındaki bağa dikkat kesilir; onun derdi, olağanüstü hal'in, hukukun askıya alınma alınma halinin nasıl olup da meşru görülebildiği, bu "hukuksuzluğun" nasıl olup da bir hukuka dönüşebildiğidir. Bir de olağanüstü halin artık olağan yönetim tekniğine dönüşme eğiliminde olduğu gözlemini yapar; Agamben’in Covid19 nedeniyle alınan tedbirlere çok erkenden itiraz etmesi, bu kaygısının doğal bir sonucuydu.
KURDUN DİŞİNE KAN DEĞİNCE
Hukuk dışının hukukmuş gibi olağanlaşması bildiğimiz kötü dünyayı daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramaz çünkü. Çok tepki aldı ama sürekli olağanüstü hal koşullarında yaşayan Kürtlerin de iyi bildiği gibi haklıydı, çünkü bu bilginin içinde olağanüstü halden ötede bir de mutlak hukuk dışı halin olduğu kayıtlıdır. İşte anti-hukuk, Türkiye tarihinde Kürtlere ilişkilerde esas alınan kolonyalist hukukun, yani bir tarafın bırakın yurttaş olmayı, insan bile sayılmadığı, hayvanlarla ya da nesnelerle eşit tutulduğu bir hukukun güncellenmiş ve artık sadece Kürtler değil yerine ve sırasına göre herkesin maruz kalabileceği bir tersine hukuktur. Yeni rejim, küresel yani neoliberal dikta ihtiyacının yerel versiyonu olarak inşasını sürdürüyor; inşa sürerken anti-hukuk temel hukuk haline geliyorsa, iktidar sadece Kürtleri tehdit olarak gördüğü için değil, yol açtığı yokluğa/yoksulluğa karşı itirazların siyasal itiraza ya da isyana dönüşmesine karşı ihtiyacı olduğu için geliyor. Sekiz yıl içinde hukuk alanında gördüğümüz muhakemenin tersine işletilmesi hukukta iyice yerleşmiş görünüyor ama sorun bundan ibaret değil, bu hukukta gördüğümüz güdümlü ve bozuk muhakeme her alana yayılıyor. En son “kurtbaşı işareti ortak semboldür” meselesinde gösterdi kendisini, “kurt” başka bir şey “kurt başı işareti” başka bir şey diye dil dökmek yararsız, çünkü insanlar arasında yürümüyor bu tartışmalar, kendini kurt soyundan, karşısındakini dişlerini etine geçireceği koyun keçi soyundan sayanlar arasında geçiyor; en azından yeni rejimin kurucuları ve koruyucuları için böyle bu.