Şu Sırrı Süreyya hiç durmuyor!

Ağabeyim, dostum Sırrı Süreyya Önder’in bir an önce sağlığına kavuşması dileğiyle: Azınlık içinde azınlıktır. Ekonomisi yoksul ilin ve ailenin kültürü zengin devrimci sosyalistidir. Orhan Veli’nin “birdenbire” zuhur eden güzelliklerindendir, Yaşar Kemal’in “mecbur adam”ı dır.

“Her şey birdenbire oldu.”

Ajanslar, televizyon altyazıları, sosyal medya birdenbire duyurdu: Sırrı Süreyya Önder hastaneye kaldırıldı. Onu “barış” için Ankara’dan İmralı’ya, oradan Edirne’ye, Kandıra’ya, İstanbul’a, yine Ankara’ya mekik dokurcasına koşarken, girdiği her fotoğraf karesindeki dinç ve (birçok çevrenin öfkesine de yol açan) güleç halini görenler için hiç beklenmedik bir haberdi bu. Kısa sürede öğrenildi ki zaten ciddi rahatsızlıkları vardı, kanser terapisi görmüştü, bedeni, kalbi, damarları çok hırpalanmıştı, sadece son yıllarda da değil, daha çocukken giriştiği hayat ve gençken giriştiği politik mücadelede de.

“Her şey birden bire oldu.”

Birdenbire sinemacı olarak ortaya çıktı. Kimse bilmiyor, tanımıyordu ya “Beynelmilel”i izleyenler için bu gelen kuşkusuz sinemacıydı. Birdenbire yazar olarak ortaya çıktı. Kimse kalemle ilişkisini bilmiyordu ya önce Birgün’de, sonra Radikal’deki ilk metinlerini okuyanlar için bu gelen kuşkusuz yazardı.

Politik sahnede de birdenbire belirdi, bu iş öyle tek seansta görülecek bir filme, bir nefeste okunacak yazıya benzemiyordu. Üstelik tutmuş BDP’den aday olmuştu. Çalışma isterdi. Sabır isterdi. Dirayet isterdi. Belagat isterdi. Akıl isterdi. Vicdan isterdi. Cesaret isterdi, seçtiği partiyi düşününce.

Birdenbire olan hiçbir şey birdenbire değildir, Orhan Veli’nin şiirinden biliyoruz: Gün ışığının, gökyüzünün, mavinin, topraktan tüten dumanın, filizin, tomurcuğun ve yemişin milyon yıllara varan uzun mu uzun bir geçmişi, tarihi vardır, şair gözüne birdenbire belirseler de, tıpkı aynı şiirdeki aşk gibi, sevinç gibi.

YOKSUL İLİN VE AİLENİN ZENGİN KÜLTÜRÜ

Ekonomisi yoksul Adıyaman’da kültürü zengin bir ailede doğdu. Azınlık içinde azınlıktı: Kürt nüfusu yüksek ilin Türklerinden, Kızılbaş nüfusu yüksek ilin Sünnilerindendi. Kürtlüğe de Kızılbaşlığa da hep muhabbeti oldu, arkadaşı Kahtalı Miçe’den Kürtçe şarkılar dinliyor, Davut Sulari deyişlerini ezberden söylüyordu. Baba Ziya Önder politik biriydi, sendikal mücadele yürütüyordu, Türkiye İşçi Partisi il başkanıydı.

Sırrı Süreyya sekiz yaşındayken yetimlik makamına oturdu. Sosyalist babası onu ve üç kardeşine miras olarak kitaplarını ve mücadelesini bırakıp gitmişti. “Anne tarafından Nurcu”ydu; dini imamlık yapabilecek kadar iyi öğrendi ama babanın hatırasıyla “işçi çocuk” olmanın gösterdiği gerçekler aklını ve kalbini sosyalizme yöneltti. Çalışarak büyüdü, bir “işçi çocuk” oldu yani. Hem ailenin geçimi için çalıştı hem aklını diri tutmak için çalıştı. İlk işi fotoğrafçı çıraklığı yıllar sonraki sinemacılığının temellerini atan görsel melekelerini biçimlendirmiş olmalı. Tarım işçiliği de yaptı. Lise yıllarında “Sıtma Savaş ve Eradikasyon Merkezi”ndeki çalışması kamu yararına iş yapmanın ilk tecrübelerini sağladı, “mevsimlik işçi”leri yakından tanıdı.

MARAŞ KATLİAMINI KINAYAN GÖZALTINDAKİ GENÇ

Lise talebesiyken ilk gözaltını yaşadı, Maraş pogromunda Alevilere kıyılmasını protesto eden gençler arasındaydı, bir süre tutuklu kaldı. Lise bitti, Ankara Siyasal’a kayıt yaptırdı. Artık bir Mülkiyeliydi. İki yıl sonra 12 Eylül’de tekrar gözaltına alındı.

Derin Araştırma Laboratuvarı’nda, meşhur adıyla DAL’da, yani 12 Eylül faşizminin temel bilimi olan işkencenin merkez mekanında 105 gün eziyet gördü; bugün hastanede iyi haberinin gelmesi için dua edenlerin sadece bir kısmı bedeninin o günlerde aldığı ağır darbelerle yıpratıldığını iyi bilir, dönemin devrimci sosyalist on binlerce genci gibi. Tutuklandı. Yedi yıl hapis cezası aldı. Kötü muamele ve işkenceleriyle ünlü Ulucanlar, Mamak ve Haymana mapushanelerinde kaldı. Ulucanlar yıllar sonra müze olduğunda adı ve biyografisi Nazım Hikmet, Behice Boran, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, ve Hüseyin İnan gibi efsane sosyalistler gibi, ranzasının başına asıldı; ama yıllar sonra, 2019’da Kandıra cezaevinde yattığı sırada bu bilgi panosu kaldırıldı, yerine AK Partili Selçuk Özdağ’ın bilgileri asıldı. “Kürtlerle birlikte siyaset yapma”nın cezası olarak “demokrasi ve işkence tarihi”nden silinmişti adı.

SANATLA DİNDİRİLEN ÖFKE

Cezaevinden 1987’de çıktı, kamyon şoförlüğü ve inşaat işçiliği yaparak, pavyonlarda cümbüş çalarak geçimini sağladı. Yılmaz Güney’in “Duvar”ını izledikten sonra Barış Pirhasan’ın senaryo atölyesine katıldı, artık 2003’e gelinmişti, 40’ına bir yıl kalmıştı. Pirhasan neden sinemayla ilgilendiğini sordu, cevap: “Valla biraz öfkeliyim!” Hocasından ilk dersini aldı: Öfke başlamak için iyi, sürdürmek için kötü bir duyguydu. Dersini iyi ezber etti ki senaryosunu yazdığı ve Muharrem Gülmez ile birlikte yönettiği “Beynelmilel” ile kamil bir sinemacı olarak sanat dünyasındaki koltuğuna oturdu. Peşinden, “O… Çocukları”, “F Tipi Film”, “Sis ve Gece”, “Yeraltı”, “Ada: Zombilerin Düğünü” gibi yapımlarda senarist, yönetmen ve oyuncu olarak yer aldı.

Birgün gazetesinde başladığı yazarlığını Radikal’de sürdürdü. Radikal’de editörlüğünü yapma onuru bana bahşedildi. Sınıf sorunları, sosyal mücadeleler, adalet başlıca konularıydı, barış temasına özel bir tutkusu vardı. Çok kısa süre içinde o zaman bana en çok sorulan isimdi: Nerden buldunuz? Bizi onu bulmamıştık, o çocukluğundan başlayan mücadelenin seyrü seferi içinde Radikal’e de uğramıştı, bir tür hediye olarak.

“NE KAZANDIYSAK ÇALIŞMAYLA KAZANDIK”

Radikal’de yazarken 2011 seçimlerinde “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku”nun İstanbul 2. Bölge milletvekili adayı oldu. Zeytinburnu halkına seslenirken çalışmanın onun için anlamını özetleyecekti: “Biz emekçi insanlarız. Hayatta ne kazandıysak çalışmayla kazandık. Bu sefer de çok çalışmalıyız." Orhan Veli’nin “birdenbire”nin yanına Yaşar Kemal’in “mecbur insan”ını eklemek gerek yani. Öyle birilerinin tavassutu, rehberliği, onayı, torpili olmadan ama elbette dayanışmayla ve çok çalışarak geldiği yerden daha ileriye gitmek için de tek güvendiği şey yine çok çalışmaktı. Zaten emek mücadelesi içinde biçimlenmişti, Kürt meselesine duyarlığı da Alevilere muhabbeti de çok çalışmanın eşlik ettiği sosyalist mücadele ışığının topraktan yeşerttiği filizdi, birdenbire değil bin bir emekle.

Son zamanlarda şuursuzca ima edildiği gibi öyle tasarlanmış bir marka filan değil, dişle tırnakla kendi kendini şekillendirmiş bir değerdi. Beğeneni beğenmeyeninden çok oldu bu değeri. Oyuncu, senarist ve yönetmen olarak sinemacılığı da, halk dilindeki bilgece söyleyişleri kuramsal kitapların sert aforizmacılığıyla harmanlayarak kurduğu özgün üslubu, şaşırtıcı farklılıktaki bakış açısı ve keskin mizahıyla yazarlığı da böyle bir hayatın verimiydi. "Büyük partiler"in kendisi için sonuna kadar açık olan kapılarında değil, sosyalist parti ve gruplarla Kürt hareketinin politik yapıları arasında kurulan bir ittifakın saflarında görünmesi elbette bir seçimdi.

“TÜRKLERLE KÜRTLERİN HAL TERCÜMANI”

Politik biri olduğu kesindi ama politikacı olabilecek miydi? O zamanlar çalıştığım Radikal’de Sırrı Süreyya’nın seçim çalışmalarını yakından izledim. Zeytinburnu'nda Dr. Ziya Gün parkınrdaki bir mitingini izlemeye gitmiştim, ancak adı yeni konulan parkı kimse bilmiyor gibiydi. Bir karakolun önündeki nöbetçi polise sordum, az arkada bekleyen polis de yardımcı olmak için yaklaştı. Bilmiyorlardı. “Nasıl olur, miting var orada” dedim. Daha arkadan biri gülerek seslendi: “Öyle desene. BDP'lilerin seçim faaliyeti var. Şu Sırrı Süreyya hiç durmuyor, her an başka bir yerde.”

Hiç durmuyordu gerçekten de, izlemesi bile yorucuydu. Bir etkinliği engelleniyor o derhal yenisini başlatıyordu. Sokak sokak, mahalle mahalle, ilçe ilçe koşturuyordu. İlk olarak Esenler'deki bir toplantıda duyduğum sözünü her yerde tekrar ediyordu: "Biz emekçi insanlarız. Hayatta ne kazandıysak çalışmayla kazandık. Bu sefer de çok çalışmalıyız." Mitinglerde, toplantılarda, “Yoldaşlar” diye başlıyor, “Hevalno” diye ekliyor ve nutkuna geçiyordu. O çalışmalara ilişkin gözlemlerimi, “Türklerle Kürtlerin hal tercümanı” başlığıyla haberleştirdim Radikal’de:

“Sosyalist sembol ve söylem unsurları her konuşmasında öne çıkıyor. Zeytinburnu'nda izlediğim akşam da barizdi bu. İzleyicilerine bir sosyalist olduğunu, sosyalistlerin ezilenlerin yanından başka yerde olamayacağını anlatıyordu. Sosyalizmin dilini güncelleştirirken, Kürt seçmen için tercüme de ediyordu adeta. Evet, bir tür tercümanlık rolünü oynuyordu meslekten bir oyuncu ve bir sosyalist olarak. Bu tercüme meselesi işin 'sırrı' galiba!

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni, özellikle de birinci maddesini çok sık vurguladı kampanya boyunca; ama resmi ya da yaygın çevirileriyle değil, Sırrı Süreyya Önder çevirisiyle: "İnsan anasından eşit, özgür ve onuruyla doğar." Bu tercümenin sırrı basit: Soyut ve hukuksal, yani uzmanların yazı diliyle kaleme alınmış cümleyi, halkın sevdiği özlü sözlerden birine çeviriyor.”

AK Parti, CHP, MHP adları, bu partilerin liderlerinin ya da başka yöneticilerinin adları geçince yuhlamaya başlayanlar oluyor, kesiyor: "O partilerde, sizin gibi, benim gibi barışa, kardeşliğe, onurlu yaşamaya inanan insanlar var. Kimseye yuh çekmeyelim, konuşalım, derdimizi anlatalım. Sorumluların yakasına yapışalım, ama kimseye toptan yuh çekmeyelim." En sonunda kendisi çektiriyor ama: "Hısım değil hasım olmamızı isteyenlere, gençlerimizin canını hiçe sayanlara, ekmeğimize, aşımıza göz koyanlara yuh."

Önder'in yazıları, halk dilinin büyülü sırrının sadece Ümit Kaftancıoğlu'na, Yaşar Kemal'e mülk olmadığını gösteriyordu.”

Seçildi. Meclis’te mücadelenin yanında neşeyle dolu bir ruh da getirdi. HDP’nin 2013’teki kuruluşunda ön saflardaydı. Sonra çözüm sürecinde kritik roller oynadı. Gezi Parkı eylemlerinin ilk günlerinde iş makinalarının önündeki fotoğrafı hala akıllarda, şöyle demişti o gün: “Ben ağaçların da vekiliyim.” O günlerde bir keresinde polis onu gaz fişeğiyle vurdu. Yaralı haldeyken eylemcilere, “Sakince kalalım” diyordu.

7 Haziran 2015 seçiminde barajı güçlü biçimde geçen kadronun içindeydi. Çözüm süreci kısa sürede çöktü. Peşinden gelen şiddet ve hukuki baskı furyasında, 6 Aralık 2018’de, çözüm sürecinde okuduğu Abdullah Öcalan mektubu bahane edilerek “terör örgütü propagandası”ndan tutuklandı. Kandıra Cezaevi’ne kendisi teslim oldu, hapse girerken şöyle dedi: “Yaşananlar iç karartıcı gibi gözükse de güzel günler yakındır. Ettiğimiz her laf, yürüttüğümüz bütün çabalar onurumuzdur.”

( https://utay-alidurantopuz.blogspot.com/2011/10/kurtlerle-turklerin-hal-tercuman.html )

“SAVAŞ KOLAY BARIŞ İSE EMEK İSTER”

Tahliye olunca, “Bir kişi bile barışı talep etmeye devam ederse umut vardır” diyecekti. “Savaş kolay, barış ise emek isteyen bir iş” sözünü de o aralar sarfetti.

Kanser tedavisi gördü o arada. Başka rahatsızlıkları da vardı. Kandıra’da ziyaret ettiğimde de, tahliyeden sonraki buluşmalarımızda da, “Asla bir daha vekillik yok” diyordu, roman yazacaktı, senaryo yazacaktı, yazılar yazacaktı. Elbette torununu sevecekti.

Bahçeli’nin 1 Ekim’de başlattığı girişimin orta yerinde, iki gün önce birdenbire gelen hastalandığı haberinin arkasında işte böyle bir bedensel, ruhsal, düşünsel ve elbette politik mücadele tarihi yatıyor. Hastaneye “iktidar yetkilileri”nin koşmasının, bürokratların koşmasının, muhalefet yetkililerinin koşmasının, sanatçıların koşmasının açıklamasını sadece “süreç” ya da “konjonktür” laflarıyla yapmak güdük kalır. Hiçbir şeyin birden bire olmadığı, her şeyin çocukluktan 62 yaşına kadar sürdürülen emek, özgürlük, adalet ve barış çalışmasının bir verimi olduğunu unutmamak gerek. İktidardan da muhalefetten de gelenler sadece “gelmediler” aynı zamanda emekle üretilmiş bir saygınlıktan uzak duramadıkları için geldiler. “Hiç durmadan çalışan” adamın ürettiği saygınlıktan daha güzel ne var?

NOT

Sırrı Süreyya hastanedeyken Selçuk Kozağaçlı’nın tahliye haberi geldi. Üstümüze çöken ağırlık hafifledi az. Bir dost, “Önder’in iyileştiği haberi gelse de bu günü bayram ilan etsek” dedi, ne güzel söyledi. İkisinin de varlığı umudumuzu ve gücümüzü artırıyor çünkü. Selçuk’u tekrar gözaltına almışlar, verdiği umut ve güçten korkmuşlardır.