Lütfü Seymen’e saygı duruşu: Uğurlar olsun Cancağ’zım!
Sahaf İsmail Lütfü Seymen’in ölümü büyük kayıp, insan olarak, kitap alemi için ve kültür dünyası için. Büyük sermayeli yayıncılar, zengin kitapçılar, koca bütçeli üniversiteler onun yaptığı kamu hizmetinin binde birini yapamadı. Onun ufku aşkla şekillenmişti parayla, sermayeyle, güçle değil.
Mayıstır en zalimi ayların, artık. Sırrı Süreyya’nın acısı yatışmamışken İsmail Lütfü Seymen göçünü topladı gitti. Artık biraz daha çorak bu ülke. Okur yazarlığa, kağıda kaleme dair heveslere, amaçlara can suyu verenlerdendi İsmail Lütfü Seymen. Sakallı Lütfü. Müteferrika Lütfü. Şeyh-ül Sahafiyun-u Anadolu, Kasmatonî Lütfü Bey. Mühürdar Lütfü. Papaz, Sahaf-ı El İnsaf. Cancağ’zım Lütfü…
Lakabı çoktu çünkü insanlarda çabucak iz bırakıyordu. Kendisine “Sahaf-ı Bî insaf” ve dükkanına “fesathane” derdi gülerek. İyi sahaf dükkanında önce devletin ama hemen yanında toplumun ve tabii ki yazar çizer taifenin çekiştirilmesi gerekirdi ona göre. Fesatlık yurttaşlığın, eleştiri entelektüelliğin, dedikodu ruhun gıdasıdır. Sahafiye kitap dediğin de bunların olduğu yerde alınır satılırdı ancak; bir de kedi ve baykuş gerekliydi tabii. Canlı baykuş dursa alır koyardı ama olmayınca da artık ikonlar, fotoğraflar, çizimlerle idare ederdi. Olmadı kendi çizerdi. Çünkü güzel çizerdi, resme kabiliyeti çoktu ama hevesi hep “iki kalas”a yani kitap tezgahına olmuştu.
Çok iyi bir sahaf, çok iyi bir insan, çok iyi bir dost değildi sadece, Türkiye’nin entelektüel hayatına görünür, görünmez büyük katkılar yapan bir adamdı. Bir kültür eri. Bir aşk adamı. Kitap, kitapçılık, sahaflık aşk işiydi ona göre. “Yaptığı hizmet büyük gördüğü takdir hiçti!” Sahaflığın yaşayan büyük ustalarından Emin Nedret İşli, Lütfü Seymen’in hatırasının önünde saygıyla eğildiğini beyan ettiği yazısına bu başlığı atmıştı. Elbette Emin Nedret İşli yerden göğe haklı fakat 35 yıllık arkadaşlığımız boyunca bir tek kere bile vefasızlıktan yakındığını işitmedim, kalender, çelebi adamdı Lütfü. Yüksek sermayeli kitapçılar, çok paralar kazanan yayıncılar, büyük bütçeler kullanan üniversiteler ölümünün ardından saygı duruşuna geçmediyse ufukları kültürle, sanatla, bilimle, kitapla değil, sermayeyle, devletle, güçle belirlendiği içindir. Vaktiyle kendisini “Tarihi eser kaçakçısı” diye yazmaya ar etmemiş medya yas gerektiğini algılayamadıysa aynı nedenledir.
Üstümde hakkı çoktur, tuz ekmek hakkı, kitap kalem hakkı, dostluk kardeşlik hakkı, komşuluk hemşerilik hakkı. Ona borcum bir yazıyla ödenecek gibi değil. Behçet Çelik’in güzel yazısında dediği gibi, ne kadar anlatsak yine de çok eksik kalır; bu da çok eksik bir portre girişiminden ibaret.
Üstümde hakkı olan üç sahaf iki yıl içinde gittiler. Hay kavminin çekingen, narin adamı “Hayalet Sahaf” Vahan (Kocaoğlu) Usta Ocak 2024’te 99 yaşında ahirete hicret eyledi. Bir başka “Şeyh-ül Sahafiyun”, üstelik bu sıfatı mutasavvıf, vaiz Hacı Muzaffer Özak’tan alan Halil Bingöl de bu yılın ocağında 78 yaşında Hakk’a yürüdü. Becerebildiğimce üstümdeki haklarını, iyiliklerine, güzelliklerine şahitliğimi dillendireceğim; Lütfü Seymen ile başlayacağım, notlar kısmının birinci ve ikinci bölümleri ise diğer iki ustaya ilişkin olacak.
Başlangıçta çokça kişisel görünürse yazdıklarım bağışlayın.
LÜTFÜ SEYMEN İLE KOMŞULUK VE HEMŞERİLİK
Fakülte öğrencisiyken 1987’de Kadıköy Kafkas Pasajı’nda, yani Moda Sineması pasajında bir sahaf (Eylül) dükkanında çalışmaya başladım. Dükkan sahibi öldürülmüştü, eşi (Kamuran hanım) küçük kızıyla beraber tek başına işlere yetişemiyordu. Tuncay Birkan ile İrfan Çiftçi aracı olmuşlardı. Hemen karşımdaki dükkan Sakallı Lütfü’nündü, bir yandan da Akmar Pasajı kuruluyordu, yeni pasaja önayak olan da Lütfü’ydü zaten.
Bir gün, ben telefondayken elinde bir kitapla içeri girdi. Normalde Türkçe konuşmayı sevmeyen, telefonda zaten hiç konuşamayan annemle konuşuyorduk. Konuşmam bitti. “Nerenin Kürdüsün cancağ’zım sen”, berrak mavi gözlerinin içi gülüyordu. “Çengelköy” dedim, “Sen nerenin Türküsün?” Kahkaha attı. “Hemşeriyiz. Üsküdar Cidelisiyim ben de.”
Aslında imtihana gelmişti. “Baksana, sen eski yazı okuyormuşsun doğru mu” dedi. “Matbaa harflerini okurum” dedim, “Yeter zaten. Başımıza alim mi olacaksın?” Kitabı uzattı. Köprülüzade Mehmed Fuad’ın “Fuzuli, hayatı ve eserleri”, ilk (1924) baskı. Önsözü okuyup getireyim dedim. Sonra hediye etti kitabı. Ev taşırken kitap kaybolunca içim sızladı. “Buluruz merak etme.” Göçünü toplamasa bulurdu muhakkak, dostlarını kıramadığından değil okura verdiği sözleri unutamadığından.
ZEKİ COŞKUN: İŞTAHLA KÜFÜR EDERDİ
Moda (Kafkas) pasajındaki komşuluğumuz sürekli öğrendiğim, sürekli şaşırdığım komşuluktu. Hiç bilmediğim, duymadığım küfürler de öğreniyordum. Üsküdar’da 1954’te okuma yazmayı bilip seven bir eve doğmuştu. Bir çığlıkla değil ağır bir küfürle dünyaya selam verdiği rivayet edilir. Üç yıl sonra aile memleketine, Cide’ye taşındı. Mithatpaşa Kız Enstitüsü mezunu annesi ona romanlar, öyküler okuyordu. Okul çağı gelmeden okuma yazmayı sökmüştü. Baba Ahmet İhsan Bey de okuma işlerini severdi, ekonomisi zayıf ama kültürel damarı Rıfat Ilgaz yetiştirecek kadar güçlü bir şehirde gazete bayiliği yapıyordu. Zaten Rıfat Ilgaz’ın yakın arkadaşıydı. Bir gün “Deli Sabri” nam bir emekli gazeteci ve siyasetçi Ahmet İhsan’a, “Sizin çocuk çok okuyor. Benim kitapları al okusun” dedi. Yoksa çöpe atacaktı. Az buz değil, 2000-2500 kitap girmişti eve tek seferde.
Daha bebe sayılacağı ilkokul zamanlarında çizgi roman (Teksas-Tommiks) satmaya/kiralamaya da başlamıştı; ama bir tüccar değil kitap dostu ve erbabı yetişiyordu. İlk ve orta mektebi burada okudu. Cide has entelektüel yetiştiren bir güzel bir şehirdi ama elbette sokaklarında küfrün de eksik olmadığı bir yerdi; “Kütükte Kastamonu yazıyor, orada küfür etmeyi öğrenmezsin, etmemeyi öğrenirsin.” Yani aslında küfürbaz olan Kastamonî Lütfü Bey idi yoksa Sakallı Lütfü değil. Lütfü zarif adamdı.
Ciddi bir uzman gibi küfür derlerdi. Çok güzel küfür ederdi elbette. Küfür sevmeyen Mehmet Ö. Alkan, “Küfrün yakıştığı nadir insanlardandı” diye yazdı ölüm haberini aldıktan sonra. Cenazede karşılaştığımız Zeki Coşkun: “İştahla küfür eden adamdı. Bu kadar iştahla küfür eden başka adam görmedim.” Zeki görmediyse yoktur. Bu iştah onu Can Yücel’in küfür şımarıklığına götürmezdi, “küfür yakışırdı” çünkü olura olmaza küfür eden, ağzı bozuk nadanlardan değildi. Yeri, zamanı, ortamı uygun olmadan bırakın küfretmeyi, konuşmayı bile sevmezdi. Küfürbazların çoğunda göreceğiniz cinsiyetçiliği de göremezdiniz Lütfü’de. Eşitlikçi adamdı Lütfü.
HUKUK TALEBESİNE ADALET DERSİ
Komşuluk yaptığım kısa süre içinde bana her fırsatta meslek inceliklerini öğretti. Fiyatlama, kime nasıl davranılacağı, kime ne satılacağı, ne satılmayacağı. Hangi alanda hangi kitapların önde geldiğini. Okurun ilgisini, hedeflerini, huyunu suyunu iyi öğrenmek gerektiğini, hangi okura ne gerektiğini sürekli düşünmek gerektiğini…
Durmadan “gerek”ler, icaplar öğreniyordum, en güzel ders en ağır, tatsız olandı: Bir gün çok genç bir okur onun dükkanın önündeki sergiden bir kitabı çaldı, atılıp yetiştim. Elimde kitapla geri döner dönmez Sakallı Lütfü ile göz göze geldik. Dükkânın orasına burasına asılı baykuş görsellerindeki gibi gözünü bana dikmiş bakıyordu. “Bok yedin birader!” Birader küfürdü. Yüzü gülüyordu ama sesi hiç gülmüyordu. “Ben bilmiyor muyum çalanı durdurmayı.” Öfkelenmişti. “Alıp karakola götürseydin.” Baykuş avını yakalamış, havada silkeliyordu. Şaşırmıştım. Gerildiğimi anladı. “İki çay söyle de ifadeni dükkanında alayım senin.”
İçeri geçip oturduk. İşgüzarlığıma pişman olmuştum zaten. “Cancağ’zım, ekmek çalanın çaresizliğini bilmeyenden sahaf olur mu hiç?” Ekmek? “Karnı aç olmayan ekmek çalmaz. Ruhu aç olmayan kitaba el uzatmaz. Hırsızlık sevmiyorsan hediye etmeyi öğren. Polis misin, hafiye misin? Öyle yaka paça adam mı tutulur?” Bir hukuk öğrencisi olarak en iyi adalet derslerimden birini almıştım. Elbette öyle ders verir ya da nutuk atar gibi söylemedi bunları. Çok öğretici bir yanı vardı, ama hiç de didaktik değildi, otorite pozuna hiç geçmezdi. Çelebi adamdı Lütfü.
Şahane küfürler, tatlı hikayeler, bol sorular (Sen hiç çalmadın mı?) eşliğinde, kitap hırsızlığına karşı “yakalamak”tan başka çareler gerektiğine gayet ikna etti beni. Anlamıştım: Okuyanı, kitabı sevmek gerekliydi, utandırmak büyük kusurdu, hem meslek kusuru hem insani kusur. Onun kedi sevgisiyle okur sevgisi aynı kumaştan dikilmişti, masrafı kaç, zararı ne, tırmalar mı hesap edilmezdim; tıpkı Halil Bingöl gibi rızkından fazlasının peşinde değildi.
“KİTAP HIRSIZI AZALDI” DİYE ÜZÜLEN ADAM!
Lütfü’den öğrenmem hiç bitmedi. Yıllar yıllar sonra, Mühürdar’daki sandığının (evet dükkandan çok Osmanlı zamanlarının “sandık” görünümündeydi son dükkanı) önünde laflarken bu anıyı hatırlattım. Güldü. “Biliyor musun artık kitap hırsızı neredeyse hiç kalmadı” dedi. Allah Allah, herkese bir ahlak mı geldi? Herkes zengin mi oldu? “Artık iyi okur tıpkı iyi kitap gibi nadir çıkıyor, fakirler arasından belki hiç çıkmıyor.”
Cancağ’zımın bir özelliği de son derece basit, telgraf cümleleriyle inanılmaz çarpıcı, etkileyici gözlem ve düşünceleri aktarabilmesiydi. Vaktiyle Sahaflar Çarşısı’nın (ders kitapları ve hacı yağı eşliğinde) bittiğini erkenden görmüştü. Beyazıt/Çınaraltı ve diğer yerlerde yer tezâghlarına müdahalenin kültürel anlamını en erken fark edenlerdendi. Kadıköy’deki kahveci, birahane ve festfud patlamasının kitapçıları ve sahafları ufaktan ufaktan sürgün edeceğini çok erken görmüştü. Bilge adamdı Lütfü.
MÜTEFERRİKA SEVİNCİ
Patronla sorunlar yaşayıp işi bıraktığımda o artık tamamen Akmar Pasajı’na gitmişti. Hatır istemek için uğradım. “Cancağ’zım, yarın gel belediyeye gidelim, sana yer bulalım, tezgâh açalım” dedi, tezgah işini gözüm kesmedi.
Okulu bitirdim, avukatlık yürümeyince talebeyken de yaptığı gazetecilikte karar kıldım.
O günden sonra ne zaman Kadıköy’e gelsem mutlaka uğradım.
Elbette hep okur kalan biri olarak, o aralar ilgilendiğim alanlarda okuyacak neler var öğrenmek içindi onu ziyaretlerim ama komşulukla başlayıp hemşerilikle taçlanan ilişkimiz dostluğa evrilmişti, sadece sohbeti için gittiğim de çoktu.
Hayallerini, projelerini zevkle anlatırdı. Müteferrika dergisi aşırı heyecan veren bir projeydi, ilk sayıyı uzattığında gözleri dolu doluydu “Çok uğraştım ama galiba güzel oldu.” Hem de çok güzel olmuştu. Her sayı daha da güzel oldu, 1993’te başlayan derginin serüveni 22 yıl kesintisiz sürdü. Çok az kurum, kuruluş, şirket bu kalibrede bir dergiyi bu kadar uzun süre sırtlamaya cesaret etti. Dergiyi 66’ıncı sayıda çok sevdiği güvendiği Emin Nedret İşli’ye ve oğlu Gökçe İşli’ye emanet etti. Emin hoca içli ve kızgın anma yazısında 67’inci sayının hazırlandığı müjdesini veriyor, dergi yaşayacak. Öngörülü adamdı Lütfü.
SOKAK SAHAFLIĞI GELENEĞİ
Müteferrika tek başına yeterli olmalıydı vefa görmek için. Olmadı. Üstelik tek hizmet bu da değildi. Sokakta başlamış, sokakta bitirmişti mesleği. Üniversite için 19 yaşında İstanbul’a geldikten sonra sokak satıcılığında başladı. Vahan Usta gibi, Halil Baba gibi, kaldırım kitapçısı olmuştu. “Osmanlı’daki bohçacı neyse kaldırım kitapçısı odur.” Kitapçılıktan sahaflığa geçti, “ayak sahafı.” Sahaflığın tarihsel formlarının hepsini tecrübe ediyordu. Dükkan sahibi olduğunda da “ayak sahaflığı”nı bırakmadı. Siyaset bilirdi, konuşmayı çok sevmese de. Açıktı zihni hep: Müteferrika adıyla kendisini İbrahim Müteferrikaya’ya bağlardı sembolik olarak ama her geniş sohbette ondan önce Ermenilerin, Rumların matbaa kurduğunu, matbaa tarihini sadece İbrahim Müteferrika üzerinden anlatmadın hiç uygun ve adil olmadığını söylerdi. Adil adamdı Lütfü.
En son Akmar’dan da ayrıldı, Mühürdar Caddesi’nde bir kapı arkasına yerleştirdi kitaplarını, bir dolap kadar küçük bir yer. O dolabın içinde, o kapı ağzında, kedileri ve baykuş resimleri arasında caddenin ruhu oldu. Vahan Usta’nın Galatasaray Lisesi duvarına ruh katması gibi o da Mühürdar’a ruh katıyordu.
Çay şifremizdi. Nezaket: Oturduğu yerden çay içer misin der, vaktim az, ama istersen az laflayabiliriz demekti bu. Teklif: Ayağa kalkıp çay iç der, otur da şöyle güzelce bir sohbet edelim demek. Emrivaki: Hiç sormadan çay söyler, bugün anlatacaklarım var, soracaklarım var kurtuluşun yok.
Bu son döneminde “Mühürdar Lütfü” diye anıldığı da olmuştu. Şimdi o caddeden Lütfü Seymen kalkınca geriye kuru Mühürdar tabelası kaldı, çünkü gerçekte ona caddenin adı verilmemişti, o caddeye ruhunu vermişti, lakap o ruhtan geliyordu.
UTANMAZ MEDYA: KAÇAKÇI LÜTFÜ S.
Kültür eriydi, bildiğimiz düz anlamda er; rütbe alamadığından değil, rütbeleri umursamadığından. Emin Nedret İşli kadri bilinmedi derken, muhakkak ki uğradığı ağır haksızlığı unutmuş değildir, sadece anılmasına gönlü el vermemiştir. Buralarda hiçbir hizmet cezasız kalmaz: 2021’de polis baskınına uğradı, tarihi eser kaçakçılığıyla suçlanıyordu. Kindar bir haysiyetsiz CİMER’e şikayet etmişti. Hurdalıklardan, kağıt depolarından, eskicilerden kitap toplayan Lütfü, “Cide Şeriye Sicil Kayıtlar”ına ilişkin 12 defteri ve bir “Kadı Sicili”ni çöplükte bulmuştu. Yıllardır saklıyordu, satmak istese ilk günde çok iyi paralara satabilirdi. Gazeteler, “Tarihi eser kaçakçısı sahaf Lütfü S. Yakalandı” arsızlığında başlıklarla verdi haberi. Bir kişi, İhsan Yılmaz Hürriyet’te çok güzel bir portresini yazarak müdahil oldu; “Lütfen ağzınızı toplayın” kabilinden. Dostlukların adamıydı Lütfü.
Sevgi adamıydı bir de. Eşi Şenay Seymen ve Kızı Ezgi Seymen’e sevgiyle nazar etti, sevgiyle yaşadı, sevgiyle andı hep. Güzel yemek yapması sadece yemek merakından değil bu sevgisindendi. Sevdiklerinin, dostlarının karnını ve ruhunu en leziz biçimde doyurmakla okurların ruhunu doyurmak aynı sevgiden neşet eden davranışlardı.
Güzel adamdı Lütfü. Ruhu şad olsun.
NOTLAR
Notların 1 ve 2’si aslında bu yazının giriş yazısı olarak da okunabilir; buyrunuz.
1
HAYALET SAHAF VAHAN KOCAOĞLU: GALATASARAY LİSESİ’NİN DUVARININ RUHU
Çat pat konuşabildiğim Türkçeyle İstanbul’a (1976 yılbaşından birkaç hafta önce) geldikten sonra gittiğim Talimhane İlkokulunun sınıf kütüphanesinde 40-50 kitap vardı. Öğretmenim Besim Ketenci oradaki Kemalettin Tuğcu kitaplarını okutmaya çalışıyordu bana Türkçem çabuk gelişsin diye, “Baban annen sus artık diyene kadar yüksek sesle oku bunları” diye tembihlemişti. Bağıra bağıra okudum. Lütfü, “Seni Kemalettin Tuğcu asimile etti demek” diye gülmüştü ona ilk anlattığımda.
Beylerbeyi Ortaokulu’na başladığımda bir hazineyle karşılaştım, MEB klasiklerinin tamamı vardı okulun kütüphanesinde. Aynı okulun lisesine başladığımda artık kitap satın almaya öğrenmiştim.
Tatil zamanları Şişhane’de çıraklık yapıyor, İstiklal üzerindeki çeşitli dükkanlara getir götür işlerinde koşturuluyordum. Bir gün Galatasaray Lisesi’nin duvarına dizili kitapları fark ettim. Duvarın bir yanında dimdik, sessizce dururdu Vahan amca. Yolum her düştüğünde kitaplara bakıyor, karıştırıyor, harçlığım yettiğince alıyordum. Her zaman yetmiyordu, bir gün bir kitabı karıştırıp karıştırıp bıraktım, tekrar alıp tekrar bıraktım. Tam gidecekken Vahan amca bana doğru yaklaştı, hafif ürktüm. Kızdı sandım. Hiç güldüğünü görmemiştim çünkü. Kitabı alıp uzattı, “Oku da getir çocuk.” Reşat Ekrem Koçu’nun Patrona Halil’i. Sokaklarına korka korka alıştığım İstanbul’da o ana kadar öyle bir sevinç yaşamamıştım. Okudum götürdüm. Sonra bir daha, sonra bir daha.
Enis Batur’dan Başka Kimsenin Görmediği Kötülük
Sonra bir gün, 2005 yılında Vahan Usta kovuldu oradan. Sokak satıcılığı ne kötü şey, yaşasın sermaye birikimi türküsü eşliğinde; Çınaraltı’nda Pazar günleri oluşan kitap festivali de aynı mantıkla bitirilmişti. Bir tek Enis Batur ses etti, yapmayın, etmeyin diye, ne duyan ne alakadar olan çıktı. Vahan Usta kovulduğunda geriye kuru duvar kaldı. Tamam bilginin, kültürün güçlü üreticilerinden Mektebi Sultani duvarıydı hâlâ ama artık bilgiyi çıraklarından alimlerine sokağa yayan Vahan ustasız kuru bir taşa dönüşmüştü. Sonraki günlerde “Eyvah filanca kitapçı kapanıyor, Beyoğlu artık eski Beyoğlu olmayacak, direnelim, dayanışalım” nidalarıyla bu “dönüşüm”e karşı her ses yükseldiğinde içim buruldu, o zarif Yozgatlıyı kovdurmasak belki bir şansımız olurdu. Besbelli ki kentsel dönüşümün sahipleri kimin zayıf kimin güçlü kimin sahipsiz kimin sahipli olduğunu iyi biliyorlardı. Beşiktaş Deniz Müzesi’nin önünde durdu bir süre daha, sonra görünmez oldu. Zaten “Hayalet Sahaf” diyorlardı ona.
“Yüzde X indirim” numaralarını çeviren tüccarların İstanbul’unda hayat, kültür, sanat, kitabiyat başka bir şeydir, “Oku da getir çocuk” diyen Vahan amcaların İstanbul’unda bambaşka bir şey.
Mihran Tomasyan ne güzel söyleşmiş, ne güzel yazmıştı Vahan Usta’yı: “Bu benim hayal kişiliğim” başlıklı söyleşide şunları diyar Vahan Kocağolu: “Dayanma gücümüz 2005e kadarmış. Ekipler kitap görmeyeceğiz, alıp götürürüz demeye başladılar. Bir de, açıkçası o eski kitap meraklıları da yok... Avını bekleyen tazı gibi duruyorum dar sokakta. Bir şey dağılmayagörsün, toplaması öyle zor olur ki.”
Söyleşinin yayın tarihi 7 Ocak 2006’dır; bir yıl sonra, 19 Ocak 2007’de katledildi Hrant Dink. Tomasyan, tehcir meselesini açtığında şöyle diyor Vahan Usta: “Yahu, konuşmak zor bu konuları. Bakın, Hrant Dink'i tanır mısınız? Ne zorluklar çıkartıyorlar adama. Neden? Konuşuyor çünkü.”
Bu sessiz, çekingen adam bir yıl önceden sezmiş olanları. Konuşan Hrant katledildi, susan Vahan usta kovulup yalnızlığına terk edildi. Çok az kişi öldüğünün farkına vardı, ne yazık.
Tomasyan’ın söyleşisi ve bir başka güzel yazının linkleri aşağıda, bianet’ten: https://bianet.org/haber/benim-bu-hayal-kisiligim-73121#google_vignette
2
HALİL (BİNGÖL) BABA ve APTAL KÜRT ÇOCUK
Gedikpaşa’da ayakkabı atölyesi olan bir amcam vardı, rahmetli kardeşim Cemal orada çalışıyordu. Ortaokul çağlarımdan başlayarak oraya sık sık gidiyordum. Oralarda dolanırken Sahaflar Çarşısı’nı fark ettim, liseliydim artık. Bir gün İsmail Beşikçi kitapları sordum dükkanlara gire çıka. Birden biri omuzlarımdan tutup beni bir dükkana soktu, kapıyı kapattı. Pos bıyıklı, kızgın görünümlü biri, “Delirdin mi sen çocuk! İstersen seni doğrudan karakola götüreyim ben. Aptal mısın sen?” O Halil Bingöl’dü ve ben hep aptaldı. Neler olduğunu anlamamıştım, anlamadığımı anladı. “Bak her kitap öyle herkese sorulmaz. Bir şey arayacaksan önce gel bana sor. Ben sana Beşikçi’yi de bulurum ama önce bir liseyi bitir.”
Fakülteye (İstanbul Hukuk) başladığımda artık hemen her gün çarşının içindeydim. Pazar günü sergileri bir kitap şöleni gibiydi. Bir gün (1985 olmalı) Halil babanın vitrininde bir Osmanlıca kitap gördüm, Kürtçe İncil! Fiyatı sordum, 350 lira dedi. Çalıştım, borç aldım, arkadaşlarımı dolandırdım parayı toplayıp gittim, “700 oldu o” dedi. Bir şey diyemedim, bir iki hafta sonra o parayı da topladım, “1500 oldu.” Artık saygımı, utancımı aşıp, “Niye ki Halli baba…” diyebildim, kırgın. “Sarıldı. Oğlum daha çok gençsin, okuman gereken bir sürü şey var, paranı onlara harca. Ben her kitabı herkese satmam. Tamam Kürt’sün, sende olsun istiyorsun, ama koleksiyonculuk çağına daha çok var. Ben bunu ilmi çalışmalar yapan birilerine satacağım.”
Ona da “Şeyhül Sahafiyun” derlerdi, aynı sıfatlı Hacı Muzaffer Özak’tan icazetliydi; mutasavvıf, vaiz Özak, öğrencilerin aldığı kitapların arasına para koyacak kadar kalender bir gerçek şeyhti. Geleni tanımak, halini, derdini anlamak, kitabı parasız vermek işi hakkıyla yapanların sanatlarındandı; Halil Baba onun tedrisatından geçmişti. Liseliyken başlamıştı işe 1966’da, tıpkı Sakallı Lütfü gibi Eyüpsultan’da bir sinemanın önünde çizgi roman takasıyla işe girişmişti. Üniversiteliyken Beyazıt Meydanı’nda hafta sonları tezgah açmaya başlamıştı. Sahaflar Çarşısı’ndan 1994’te ayrıldı, Beyoğlu’ndaki Aslıhan Pasajı’na taşındı. Bir evladı sahaf oldu, gurur duyardı bundan. “Günlük nafakanı çıkardın mı dükkanı kapatıp gidersin. Çünkü fazla para bizim huzurumuzu kaçırır” diyen bir kalenderdi: rızkından fazlası için hırsa kapılmamak Lütfü’nün de benimsediği bir akideydi. Bu yılın başında öldüğünde kitapseverler ve meslek erbabı dışında ilgilenen olmadı. Zarif Ermeni’den sonra kalender Erzurumlu da sessizce göçüp gitmişti, elbette kitabiyat aleminin kadir bilen şahısları ne kaybettiğimizi biliyorlardı ama işte o kadar, anlı şanlı gazeteler, televizyonlar bir zahmete girmediler, büyük çoğunluğunun varlıklarından haberleri bile yoktu, haberi olanlar de değerlerinden bihaberdiler.
Arif Hür’ün Halil baba ile yaptığı söyleşi: https://www.tercuman.com/roportaj/halipfhrul-bingol-gecmis-ve-gelecek-arasinda-kultur-koprusuyuz-529/
3
Kaldırım kitapçılığı, ayak sahaflığı hakkında Burak Kumpasoğlu’ndan çok güzel bir yazı var k24kitap’ta: “Kaldırım kitapçısı ve şair Anastas Kozma Andosoğlu: Bâbıâli’nin yitik bir siması." https://www.k24kitap.org/kaldirim-kitapcisi-ve-sair-anastas-kozma-andosoglu-babialinin-yitik-bir-simasi-5138
Yazıda “seyyar sahaf” Kirkor Efendi de anılıyor; bir de Münir Süleyman Çapanoğlu’nun dörtlüğü:
“Haylardan Kitabcı Kirkor
İrfan yayar her lafa tınmaz
Yapdığı hoşur işdir
Ölünce kılınsa câizdir namaz!”
4
İhsan Yılmaz’ın “Kaçakçılık” konusundaki yazısı.
https://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ihsan-yilmaz/sahaf-sakalli-lutfunun-serencami-41852766
5
Kadir bilir yazarlardan Murat Menteş, sosyal medya hesabından Seymen ile fotoğrafını şu mesaj ile paylaştı:
“15 yaşındayım, çocuğum yani. Akmar Pasajı’ndaki sahaf dükkanında mavi gözlü, siyah sakallı adama soruyorum: ‘Sizce bu kitap iyi midir?’ ‘Elbette’ diyor ‘dikkatli okumaya bak.’ Kitap, Albert Camus’nün Denemeler’i. Fiyatını makul bulunca iki kitap daha alıyorum. Lütfü Seymen’le böyle tanıştık. Harikulade biriydi. Yıllar yılı ondan kitaplar aldım. Söyleştik. 10 sene aynı katta komşuluk ettik. Lütfü Seymen, sahafların kralıydı. Kadıköy’ün bence en büyük sembolüydü. Osmanlıca okur, çok tatlı konuşur, kitapları ve kedileri severdi. Mert adamdı. Son derece açık zihinli, fevkalade bilgili, şahsiyet sahibi… Biricikti. Muziplik ile ciddiyeti onun kadar iyi harmanlayan, dengeleyen çok az insan tanıdım. İyi bir yazar, esaslı editör ve sıkı şairdi. Son konuşmamızda yazmayı düşündüğü kitaplardan söz etmişti…Kitap
Ruhi Mücerret ve Antika Titanik adlı romanlarımda ondan bahsetmiştim. Kanlı canlı bir roman kahramanıydı zira. Hayat doluydu…
Bir üstadı, bize hocalık eden, canım Lütfü Abi’mizi kaybettik. Onun gidişiyle hayatımızdan çok şey kayboldu. Çok üzgünüm… Nurlar içinde yatsın, ruhu şad olsun. Kadıköy’ün, Türkiye’nin, hepimizin başı sağolsun.”
6
Ağabeyimdi. Nedense kendisine ağabey dememe izin vermedi. Ressamdı. Şairdi. Kalem erbabıydı. Ardından yazanlar hepsini güzelce dile getirdiler, eksik olmasınlar.
7
https://www.karar.com/kultur-sanat-haberleri/yaptigi-hizmet-buyuk-gordugu-takdir-hicti-1962899