Murad Mıhçı
3. Dünya Savaşı’nın eşiğinde miyiz?
"Bütün savaşları, dövüşemeyecek kadar korkak olan, bu yüzden de kendileri adına dövüşmek için dünyanın gençlerini cepheye süren hırsızlar çıkarır.”
Emma Goldman
Yaşam var oldukça umut olduğuna her zaman inanmışımdır. Fakat son zamanlarda benim gibi insanlar için bu duygu gittikçe kaybolmaya başladı. Geçtiğimiz günlerde bizim toplumdan olan yakınlarımla sohbet ortamındaydım. İstisnasız hepsi bulunduğumuz coğrafyada gelecek kaygılarının iyice arttığını söylediler. Asla böyle konuşmayan dostlarımın umutsuzluklarını görmek beni de oldukça kaygılandırdı. Konu, “Bizler bu çocukları buradan göndermeliyiz. Belki de bu yaştan sonra bizler de göç etmek zorunda kalacağız” ile biten bir cümleye bağlandı. Bu yaklaşım beni her zaman tedirgin etmiştir.
Bir yandan da İbn-i Haldun’un “Coğrafya kaderdir” sözünü tam anlamıyla hissettiğimiz ve yaşadığımız bir süreçten geçiyoruz. Bunu doğduğun kimliğe, tercih etmek zorunda bırakıldığın din ve mezhebe de bağlayabiliriz. Doğduğumuz an sınıflandırıldığımız bir kimlikle hayatlarımızın rotası belirleniyor. Bu nedenle günlük hayatta tanışma imkânı olsa büyük ihtimalle anlaşacağınız insanlara, bir anda düşman olabiliyorsunuz. Bu dünya düzeni ne acıdır ki ilkel dönemlerden bu yana bizlere dayatılıyor.
SAVAŞIN ACI YÜZÜ
Karabağ savaşının acısı devam ederken, şimdi de İsrail’den gelen bir haber gündeme hızlı bir şekilde düştü. Hamas, İsrail’in sınır duvarlarını yıkarak yüzlerce İsrailliyi ve hatta İsrail’e gelmiş sivil turistleri de katletti. İsrail’i, barış unsurlarının taraflarca oluşturulmadığı bir ortamda ve sınırın sadece bir tarafında
‘’Supernova Barış Festivali’’ etkinliği düzenlediği için politik olarak eleştirmiş olayım. Ne gibi bir siyasi çözüme ulaşıldı da böyle tek taraflı bir etkinlik tamda sınırda yapıldı? Fakat elbette bu eleştirim yaşanan kırımın bir sebebi olarak gösterilemez.
1972 İsrail savaşının 51. yılında gerçekleşen bu saldırı, aslında savaşların barışla neticelenmediği sürece asla bitmeyeceğini bir kez daha kanıtladı.
Daha önce de yazdığım gibi, 1988 yılında başlayan Karabağ savaşının barışla neticelenmemiş olması bugün yaşanan savaşın ve tehciri getirdi. İsrail’de yaşanan bu kırım, muhtemelen gelecekte başka bir savaştan dolayı Karabağ’da yine ve yeniden acılar yaşanacak.
İsrail ve hatta Amerika’nın, Hamas’ın aslında güç kaybettiğine ve artık yeni süreçlerin başlama olasılığının olduğuna dair açıklamaları yakın geçmişte gündem olmuştu. Bu açıklamaların akabinde bu büyük acının yaşanması aslında çok şey ifade ediyor. Sorunları çözmek yerine savaş politikası sürdürüldüğü sürece, ne kadar güçlü olursanız olun acılar ve çatışma asla bitmez. Tek çözüm, tarafların anlaşacağı ortak bir zemin olmalı.
Bu yaşanan saldırıdan sonra muhtemelen ABD desteğini arkasına alacak olan İsrail misliyle karşılık verecektir. Fakat ne yaparsa yapsın, 1000 ‘e yakın ölen canın yerine geçebilecek bir zafer elde edebilmesi mümkün olmayacak. Vah o ölen canların ailelerine, yazıklar olsun bu canların ölümüne vesile olan siyasete… Acıyı acıyla çözmenin, ileride daha büyük acıları kabullenmek anlamına geldiği de ortada.
Netanyahu hükümeti, savaşın üstün tarafı olduğuna inanarak savaş siyasetini sürdürdü. Bu yetmezmiş gibi, Karabağ savaşı da dahil olmak üzere birçok savaşın büyümesi için silah satışlarını sürdürdü. Özellikle yakın zamanda Azerbaycan’a sattığı silahlar acıların artmasında büyük bir rol oynadı. İsrail’in, aynı zamanda Ukrayna – Rusya savaşında silah satışı yapan ülkeler listesinde üst sıralarda olduğu unutulmamalı.
Bölgesel çözümün unsuru olmak yerine, savaşların büyümesine sebep veren bu siyaseti tercih etmek ne acıdır ki belki de kendi sattığı silahlarla kendi sivil halkının katledilmesine neden oldu. Okuduğum bir haberde, Hamas’ın İran dışında Ukrayna’dan da alınan silahlarla saldırıları yaptığı bilgisi vardı.
Net bir şekilde söylemem gerekir. Katledilen sivilleri yok sayarak, “Siyonist İsrail bunu hak etti” söylemini asla kabul etmiyorum. Bu bakış açısı, Filistinli siviller için de geçerlidir. İsrail hükümetinin Filistinlilere verdiği acılar da asla kabul edilemez.
Mavi Marmara olayından sonra, Türkiye’den (doğduğu topraklardan) İsrail’e göç eden bir Yahudi arkadaşım vardı. Yaşanan acı olaylardan sonra aklıma arkadaşım geldi ve hemen kendisine ulaşmaya çalıştım. Bu acı olay yaşanırken ülke dışındaymış. Ailesi ile iş nedeniyle başka bir ülkedeymiş. Şu anda İsrail dışında olduklarını ve evlerine dönemediklerini söyledi. “Siz sınırdan uzaktınız. Muhtemelen bir sorun yoktur” dediğimde verdiği yanıt kan dondurucuydu: “Murad, yaşanan acı bizim evin yakınına kadar geldi ve iyi ki yurtdışındaydık.’’ cevabı beni derinden etkiledi.
Bunlar yaşanırken bu hafta bir haberde, Ermenistan’da İsrail kurumlarına sivil bir saldırı yapıldığını okudum. Haberde İsrail’in Azerbaycan desteğine dair eleştiriler vardı. İsrail’in bu savaştaki rolünün asla unutulmayacağı da vurgulanmış. Yazıda, İsrail’in siyasetinin artık hedef halinde olduğunu vurgulanmış. Bu ülkeler arasındaki kavga, tarihsel açıdan hep sıkıntılı olmuştur. Bu sorunların gelecekte de büyüyeceği ortada.
Bölgesel çözüm üretmek yerine gündelik kazanç üzerinden yapılan siyasetin, her dönem çözümsüzlüğü ve kaosu getirdiği aşikâr. Ne yazık ki yine yeniden bu hatalı saldırgan siyaset sürecek.
PEKİ TÜRKİYE HANGİ TARAFTA?
Karabağ Savaşı’nda, Azerbaycan’a destek olan ülkelerin başında Türkiye, Rusya ve İsrail geliyordu. Yan yana gelmesi mümkün olmayan iki ülke, İran ve ABD ise Ermenistan’a destek verir gibi yaptı.
İsrail’in Rojova’da, Kürtlere karşı Türkiye’yi desteklemiş olduğunu hepiniz hatırlarsınız. Filistin’in ise Kürtleri destekleyici bir tutum sergileyeceği söylemlerini okuduk. Bu denklemleri Suriye üzerinden daha fazla açabiliriz.
İran, Hamas ve Filistin’i desteklerken, İsrail’i destekleyen ülkeler arasında başı çekenlerden biri ABD. Diğer önemli destekçilerinden biri de Azerbaycan. Türkiye’nin, özellikle bu hükümetin Filistin politikası ortada ve aslında tek devlet, tek millet görüşü kendi içinde çelişiyor. İsrail beklenen büyük saldırıyı henüz yapmamış olsa da bu sessizlik, büyük bir hamlenin yakın olduğunu gösteriyor. Netanyahu’nun açıklamalarından uzun sürecek bir savaşın başlayacağını anlıyoruz. Bu durumda Türkiye’nin kimin yanında nasıl bir rol üstleneceği sorusu önem kazanıyor. Ortadoğu ve eski SSCB topraklarında alevlenen savaşlara baktığımda, 3. Dünya Savaşı’nın hiç de uzak olmadığını görüyorum. Lübnan Hamas’ından sonra, İran’ın bu denkleme dahil olması halinde coğrafyada neler yaşanacağını düşünmek bile istemiyorum.
Bu savaşlar yalnızca savaşa katılan ülkeler arasındaki sınırlarda olmuyor. Bunun birçok örneği mevcut. Türkiye’nin Suriye politikası nedeniyle Ankara patlaması gibi acı olaylar oldu. 11 Eylül 2001 saldırısı hepimizin hafızasında. Yani savaş sadece tek bir cephede olmuyor. Küreselleşen dünyada göçlerin kaçınılmaz olduğu bir düzende, ne yazık ki her şey olabilir. Hepimiz biliyoruz ki bu savaş petrol fiyatlarının artmasına sebep olurken, dünya ticaretini de etkileyecek.
Daha önce yazılarımdan hatırlayacaksınız, Karabağ’ın aslında 3. Dünya savaşının cephelerinden biri olabileceğini söylemiştim, tezimin olasılıklar dahilinde olduğunu görüyorum. Karabağ, Rusya’nın ve ABD’nin/Batı’nın kurduğu denklemde satranç tahtası olmayı sürdürüyor. Benzer bir durumun yakın zamanda Gürcistan için de tekrar geçerli olması hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
Özellikle Pandemi sonrası değişen dünya düzeninden sonra öyle bir dönem yaşıyoruz ki gelecek çok daha üzücü ortamların oluşmasına gebe. Buna çözüm üretecek tüm unsurlar ise sadece günlük kazanç olarak gördüğü savaş politikalarını başarı olarak kabul ediyor.
Barış savunucularının suçlandığı ve en büyük hedef haline geldiği bir düzeni sadece halklar yıkabilir. Siyasetler değişir fakat sonsuza kadar var olacak olan halklardır. Gündelik hayatta tanıştığınız bir Yahudi, Kürt, Suriyeli, Azerbaycanlı, Ermeni ya da Filistinli birine düşmanlaştıranlara izin vermemek için inadına köprü olmaya çabalamak gerek.
Hepimiz biliyoruz ki barış güvercinleri artık yorgun! Fakat her şeye rağmen yeniden barış diyen ve kanat çırpmaktan usanmayacak insanlar da var. “Savaşa karşı inadına barış” diyenlere selam olsun!
AÇILAN MOR EFREM SÜRYANİ ORTODOKS KİLİSESİ
Bu hafta Sayın Recep Tayip Erdoğan’ın ‘’'La ilahe illallah İbrahim Halilullah ‘’ sözleriyle açılışı gerçekleşti. Bu açılışın, Cumhuriyet’in 100. yılına denk gelen bir açılış olması ayrıca manidardı. Kabul edelim ki bu coğrafyanın en kadim halklarının başında gelen Asuri/Süryani halkının yıkılan yüzlerce kilisesinin ardından, Süryani toplumunun maddi imkanlarıyla Latin Mezarlığı üzerine inşa edilmesine izin verilen bu kilise bile, toplumu ve hatta biz az bırakılan inançları sevindirdi.
Evet, yanlış okumadınız, bu kilise azınlıkların 1950’lerde el konulan topraklarında inşa edildi. Kilisenin inşa edildiği yer, Latin Katolik toplumunun mezarlık alanıymış. Aldığım bilgiye göre, o dönemden bu yana mücadele eden Latin Katolikler, resmi bir kazanç elde edememişler. Zaten az mensubu olan Latinler, Süryani Ortodoksların burada kilise kurmasını kabul etmişler. En azından kilisenin bahçesindeki mezarlıklarının korunmasını sağlamışlar. Ne diyelim, hayırlı olsun.
Bu arada bazı arkadaşlar Sayın Erdoğan’ın kilise girişi sırasında çekilen zılgıtı merak ettiğini biliyorum. Zılgıt çekme, Süryani Ortodoks Kilisesi’nde ‘’Haleluya’’anlamına geliyor, yani Allah’a şükretmeye denk gelen bir dini ritüeldir. İnançlı Asuri/ Süryani dostlara hayırlı olsun. Rab kilisenizi kutsasın.
Murad Mıhçı: Ermeni yazar, siyasetçi, aktivist. 1975’te İstanbul'da doğdu. 2010’da Eşitlik ve Demokrasi Partisi Parti Meclis üyesi oldu. 2014’te İstanbul Halkların Demokratik Partisi İl yönetiminde görev alıp basın sözcüsü görevini yürüttü. 2015 yılında yapılan 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde HDP İstanbul 1. Bölge Vekil adayı oldu. 2016 ve 2017 'de Halkların Demokratik Partisi 2 Kongresi’nde Parti Meclis ve Merkez Yürütme Kurul üyesi görevlerini üstlendi. Halklar İnançlar ve Genişleme Komisyonlarında çalışma yürüttü. Turnusol, Agos Gazetesi (misafir yazar), Demokrat Haber'de yazarlık yaptı. ''Yeniden İnşa Et '' kitap yazarlarından.