Doğan Özgüden
30 yıl önce başlayan bir suç ortaklığı...
Geride bıraktığımız 80 yıldan anımsatmalarla dolu "Yumuşama CHP'nin fıtratındadır!" başlıklı yazımın Artı Gerçek'te yayımlanmasının üzerinden bir hafta geçmemişti ki, bundan tam sekiz yıl önce CHP'nin yumuşaklığıyla dokunulmazlıkları kaldırılan ve yıllardır kör zindanlarda yatırılan HDP liderleri Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile mücadele arkadaşlarının nerdeyse ömür boyu hapis cezalarına çarptırıldığı haberi yüreklerimizi dağladı.
Belli ki, karşılıklı "yumuşama" ziyaretleriyle başlayan göz boyacılığın Tayyip-Devlet diktasının emrindeki kadı müsveddeleri üzerinde hiçbir etkisi olmamış, Kürt düşmanlığı bu devasa adalet skandalına da damgasını vurmuştu.
Bu engizisyon davasının yerel seçimlerden kısa bir süre sonra sonuçlanacağı bilindiği halde, mahkemenin kararını beklemeden Erdoğan'ı ve Bahçeli'yi de ziyaret ederek "yumuşama" operasyonunu başlatan CHP'nin yeni lideri Özgür Özel'in, karar açıklandıktan sonra "Bu dava her yönüyle siyasi bir dava. Selahattin Demirtaş'a ve Figen Yüksekdağ'a verilen cezaların kabul edilebilir bir yanı yok" demesi siyaseten bir acz ifadesinden başka bir anlam taşımıyor.
Ama onun selefi, CHP'nin eski genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun, tam sekiz yıl önce, Yenikapı Ruhu'nun sarhoşluğu içinde, Demirtaş ve arkadaşlarının dokunulmazlıklarının kaldırılmasına destek veren kendisi değilmiş gibi, mahkeme kararını eleştirirken halefi Özel'i de "Sarayla müzakere değil mücadele edilir", "Dikta rejimleriyle el sıkışılmaz ve sistemin aparatı olunmaz!" diye yıpratmaya kalkışması tam bir skandaldı.
Önce, CHP'nin Kılıçdaroğlu yönetimindeyken, tam sekiz yıl önce, bu adalet skandalının başlamasına nasıl destek olduğunu anımsayalım:
Milletvekillerinin dokunulmazlığı konusunu Erdoğan ilk kez 16 Mart 2016 tarihinde, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi'nde düzenlenen muhtarlar toplantısında "Dokunulmazlık meselesini süratle neticelendirmeliyiz. Parlamento, bu konuda adımını süratle atmalıdır" diyerek gündeme getirmişti.
Ertesi gün de, CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan Başbakan Davutoğlu'nun bu çağrıya destek vererek "Kürsü dokunulmazlığı hariç bütün dokunulmazlıklar kaldırılsın" demişti.
Kılıçdaroğlu da, 24 Mart 2016'da "Bazı çevrelerde endişe var. Deniyor ki 'yargı bağımsız değil. Dolayısıyla bunlar hemen alıp sizi hapse atacaklar.' Biz de diyoruz ki, 'eğer birisi hapse girecekse önce siyasetçi girsin. Eğer bedel ödenecekse önce bedeli biz ödeyelim" diyerek öneriye arka çıkmıştı.
19 Nisan 2016'da yaptığı konuşmada da "Her şeye rağmen kürsü dokunulmazlığı hariç bütün dokunulmazlıkların kaldırılmasını istiyoruz. Eğer bu ülkede akademisyenler, askerler, Genelkurmay Başkanı, gazeteciler, avukatlar hapse giriyorsa, demokrasi, özgürlük mücadelesi, Türkiye mücadelesi veren her CHP'li hapse girmeye hazır olmalıdır" diyerek desteğini yenilemişti.
Kılıçdaroğlu'nun verdiği destek sayesindedir ki, haklarında dosya bulunan milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasını içeren anayasa değişikliği teklifi, 17 Mayıs ve 20 Mayıs 2016 tarihlerindeki TBMM genel kurul toplantılarında, CHP milletvekillerinin de desteğiyle onaylanmıştı.
Bu yazının görselinde paylaştığımız kupürlerde de görüldüğü gibi, muhalif gazetelerin 21 Mayıs 2016 tarihli manşetlerinde CHP'nin desteğiyle alınan bu karar şiddetle eleştiriliyor, Cumhuriyet "Meclis 'Kaos' dedi", Evrensel "CHP suça ortak oldu" ve Bir Gün "Meclis diktaya teslim oldu!" diyerek gerçeği ortaya koyuyordu.
SOSYAL DEMOKRATLAR'IN 30 YIL ÖNCEKİ SUÇ ORTAKLIĞI...
Kaldı ki bu, CHP'nin Meclis çatısı altındaki ilk marifeti de değildi... 12 Eylül darbesinden sonra CHP'lilerin çoğunluğunu temsil eden ve de Kürt seçmenlerin desteğiyle Meclis'e girmiş, hattâ o sayede koalisyon ortağı olabilmiş SHP'nin, bundan tam 30 yıl önce, 1994 yılında, HEP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması, kaldırılır kaldırılmaz da Meclis çatısı altında polis zoruyla tutuklanmaları karşısındaki "yumuşaklık"ları bu ülkenin tarihindeki en büyük siyasal skandallardan biridir.
Tekrar vurguluyorum... CHP ya da 12 Eylül darbesi sonrasında onun yerini tutan SHP ve DSP gibi partilerin Kürt siyasal oluşumlarına karşı tutumu hep aynı olmuştur...
CHP’nin tek başına iktidar olduğu dönemlerdeki Kürt kıyımları ve tutuklamaları bir yana, 27 Mayıs darbesinden sonra kurduğu ya da yer aldığı koalisyon hükümetleri döneminde Kürtlere uygulanan baskıların yaşayan tanığıyım...
Bunun bir istisnası 12 Eylül darbesinden sonraki geçiş döneminde CHP’lilerin bir bölümü tarafından kurulan Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP)’nin 1987 ve 1991 genel seçimlerinde sırf oy artırma hesabıyla Kürt şahsiyetleri de aday göstermesi olmuştu.
Ama oy hesaplarının dayattığı bu birliktelikte çok geçmeden sorunlar ve uyuşmazlıklar yaşanacaktı.
14-15 Ekim 1989'da Paris'te Kürt Enstitüsü ile başkanlığını Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand'ın eşi Danielle Mitterrand'ın yaptığı Özgürlükler Vakfı'nca düzenlenen "Kürtler, İnsan Hakları ve Kültürel Kimlik" konulu konferansa 7 SHP'li milletvekilinin katılmasına genel başkan Erdal İnönü "Türkiye'yi paramparça eden kararlara itiraz etmeyen bu arkadaşlar SHP'liyse, biz partili değiliz. Biz bu partiliysek o zaman bunlar partili değil. Bunlarla birlikte aynı partide olamayız. Ya onlar olur, ya biz oluruz." diyerek tepki göstermiş, Kürt milletvekilleri Kenan Sönmez, İsmail Hakkı Önal, Ahmet Türk, Mehmet Ali Eren, Adnan Ekmen, Mahmut Alınak ve Salih Sümer 16 Kasım 1989’da partiden ihraç edilmişti.
Bunun üzerine, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra ağır baskı ve zulme hedef olan Kürt direnişi ilk kez 7 Haziran 1990'da kurulan Halkın Emek Partisi (HEP)'te örgütlenmeye başlamıştı. Ancak 1991 genel seçimlerinde uygulanan yüzde 10 baraj nedeniyle HEP adayları yine SHP listelerinden seçime katılmış, bu adaylardan 18'i Kürt illerinin oylarıyla milletvekili seçilmişti.
Yeni oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 6 Kasım 1991 tarihinde yapılan yemin töreninde HEP'li milletvekillerinden ilk olarak kürsüye çıkan Hatip Dicle yemin metnini okumadan önce "Ben ve arkadaşlarım bu metni anayasanın baskısı altında okuyoruz" demiş, ardından kürsüye çıkan Leyla Zana da Türkçe başladığı yemini Kürtçe "Ez vê sondê li ser navê gelê kurd û tirk dixwîm" (Bu yemini Türk ve Kürt halkı adına ediyorum)" cümlesiyle tamamlayınca Meclis'te kıyamet kopmuştu.
Meclis'teki sağcı partilerin milletvekilleri Kürt milletvekillerine saldırırken, SHP lideri Erdal İnönü de, "Anayasa'ya aykırı davranışlar içine girenler artık bizim partimizin üyesi olamazlar. Kendilerini istifa etmiş sayıyorum" diyerek Kürt milletvekillerine sahip çıkmak yerine, sağcı partilerle aynı safta yer almıştı.
21 Mart 1992 Newroz'undan sonra SHP'den istifa eden Kürt milletvekilleri önce HEP'i, onun hakkında kapatma davası açılınca DEP'i, çok geçmeden her iki partinin de kapatılması üzerine 1994'te HADEP'i kurmuşlardı.
Ancak Kürt seçilmişlerine baskının ardı kesilmemiş, 3 Mart 1994’te TBMM genel kurulu tarafından skandallar dolu bir oturumda Diyarbakır Milletvekili Hatip Dicle, Şırnak Milletvekili Orhan Doğan, Muş Milletvekili Sırrı Sakık, Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana, Mardin Milletvekili Ahmet Türk ve Şırnak Bağımsız Milletvekili Mahmut Alınak'ın dokunulmazlıklarının kaldırılması, Meclis’ten polis zoruyla çıkartılıp tutuklandıktan sonra 10 yıl hapse mahkum edilmeleriyle zirveye ulaşmıştı.
SOSYAL DEMOKRATLARIN BİR LİDERİ DİĞERİNİ JURNALLİYOR!
Kürt milletvekillerine karşı ilk dokunulmazlık kaldırma oylamasında Meclis’te temsil edilen üç “sosyal demokrat” partiden DSP’nin 7 üyesinin tamamı, CHP’den de 3 milletvekili “kabul” oyu vermiş, koalisyon hükümetinde ortak olan SHP’nin genel başkanı Murat Karayalçın ve milletvekillerinin çoğu oylamaya katılmamıştı. Tıpkı, 1972’de Deniz’lerin idamının oylamasında CHP milletvekillerinin bir bölümünün sırf red oyu vermemek için oturuma katılmamış olmaları gibi…
Ortanın Solu’nun efsanevi lideri ve o dönem DSP’nin genel başkanı olan Bülent Ecevit,12 Mart darbesinden önce Türkiye İşçi Partisi’ne karşı nasıl hep hasmane bir tavır içinde olduysa, 90’lı yıllarda Kürt siyasal örgütlenmelerine karşı da aynı husumeti her fırsatta dile getirmekte tereddüt etmemişti.
3 Mart 1994’te DEP’li Kürt milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması Meclis’te görüşülürken yaptığı konuşma sadece bu husumetin ifadesi olmakla kalmıyor, sosyal demokratlar arasında Kürt sorununa demokratik çözüm arayışı içinde olanları da jurnalleyici bir nitelik taşıyordu…
Ecevit'in konuşmasını TBMM resmi tutanaklarından aynen alıyorum:
“Değerli üyeler, benim ve başkanı olduğum Demokratik Sol Partinin, ulusal birlik ve ülke bütünlüğü konusundaki duyarlılığımız bellidir. Milletvekillerinin dokunulmazlık kurumundan, ulusal birliğimizi ve ülke bütünlüğümüzü tehlikeye düşürücü söz ve eylemler için bir kalkan gibi yararlanmalarına izin verilmesini de asla içime sindiremem.
"Sosyal Demokrat Halkçı Parti, o zamanki adıyla Halkın Emek Partisi milletvekillerini, kendi sırtında Türkiye Büyük Millet Meclisine taşırken bu milletvekillerinden bir çoğunun dokunulmazlık kurumunu kötüye kullanarak bölücü eylemleri destekleyip teşvik edecekleri belliydi. Bu durumda, bazı milletvekillerince işlendiği öne sürülen bölücülük suçundan, Sosyal Demokrat Halkçı Parti de siyasal anlamda sorumludur. "
12 Mart darbe dönemi kapandıktan sonra nerdeyse tüm sol parti ve grupların da desteğiyle "Karaoğlan" diye efsaneleştirilerek önce CHP lideri, ardından da başbakan olan Bülent Ecevit, 12 Eylül darbe dönemi sonrasında DSP genel başkanı olarak Kürt karşıtı çizgisini daha belirgin hale getirmiş, 1994'te Kürt milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılmasına destek vermenin ardından, 1999'da faşist MHP ile koalisyon hükümeti kurarak 2002'ye kadarki başbakanlığı döneminde PKK lideri Abdullah Öcalan'a karşı ABD gizli servislerinin de desteğiyle başlattığı insan avı ve ona paralel terör operasyonları ile Türkiye siyasal tarihinin en karanlık sayfalarından birinde ön planda yer almıştır.
Evet, ilk Kürt milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılıp TBMM çatısı altında tutuklanıp zindana gönderilmelerinin üzerinden 22 yıl geçtikten sonra aynı çatı altında HDP liderleri ve milletvekilleri, yine CHP'nin desteğiyle, dokunulmazlıkları kaldırılarak Tayyip-Devlet diktasının zindanlarına gönderilmiş, 30 yıl sonra da Türk Devleti için utanç verici hapis cezalarına mahkum edilmiş bulunuyor.
Gözlerimiz Ankara'da... Bakalım "yumuşama" sürecinde Türkiye insanını daha ne acı sürprizler bekliyor...
Doğan Özgüden: 1952’den itibaren İzmir’de Ege Güneşi, Sabah Postası, Milliyet, Öncü gazetelerinde çalıştı, 60’larda İstanbul’da Gece Postası ve Akşam Gazetesi genel yayın yönetmenliği yaptı. 1967’den itibaren eşi İnci Tuğsavul, Yaşar Kemal ve Fethi Naci ile birlikte sosyalist Ant Dergisi’ni yayınladı. Gazeteciler Sendikası, Gazeteciler Cemiyeti, Basın Şeref Divanı ve Türkiye İşçi Partisi yönetimlerinde bulundu. 12 Mart 1971 darbesinden sonra Türkiye’den ayrılarak yurt dışında Demokratik Direniş Örgütü, İnfo-Türk Haber Ajansı ve Güneş Atölyeleri, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Demokrasi İçin Birlik örgütü kurucuları arasında yer aldı. Evren Cuntası tarafından 1982’de eşiyle birlikte Türk vatandaşlığından çıkartıldı. 12 Mart rejimine karşı Türkiye Dosyası, 12 Eylül rejimine karşı Kara Kitap adlı İngilizce, Türkiye’deki ve sürgündeki yaşamını ve mücadelelerini anlatan iki ciltlik “Vatansız” Gazeteci ve beş ciltlik Sürgün Yazıları adlı Türkçe ve Fransızca kitapları bulunuyor. Kurulduğu tarihten beri Artı Gerçek'e yazıyor. (https://www.info-turk.be/ozguden-tugsavul-T.htm)