Ragıp Zarakolu
Akrep gibisin kardeşim
İsveç’te çıkan Dagens Nyheter gazetesi, Halil Karaveli’nin "Why Turkey is Authoritarian: From Atatürk to Erdogan" (Atatürkten Erdoğan’a Türkiye Niçin Otoriter, Pluto Press, 2018) kitabının değerlendirmesine iki sayfa ayırdı, hemen yerel seçimler sonrası.
Kitabı irdeleyen gazeteci Nathan Shahar (Mats Erik Ahnlund ) da İsveç’in en iyi Ortadoğu uzmanlarından biri. Uzun zaman Kudüs’e yerleşip muhabirlik yaptı. Belki hâlâ orada.
İran’dan sonra ilk İslami rejim olma özelliği taşıyan Hamas olgusu üzerine kapsamlı iyi bir çalışması var. "The Gaza Strip: Its History and Politics - From the Pharaohs to the Israeli Invasion of 2009" (Gazze Şeridi / Firavunlar Döneminden 2009 İsrail İşgaline Dek, Sussex Academic Press, 2010).
Göteborg Üniversitesi de Björn Brenner’in "ISLAMIST GOVERNANCE HAMAS STYLE: Readings from the Palestinian Experiment in Islamic Democracy" (Hamas Tarzı Hükümet Biçimi / İslam Demokrasisi İçinde Filistin Deneyimi Üzerine Okumalar, 2014) adlı doktora tezini kitaplaştırdı.
İsveç üniversitelerinde, Ortadoğu’ya yönelik ilginin 18. yy.dan bu yana tarihsel bir geçmişi var. Mesela Kürdolojinin önemli merkezlerinden biri de kadim Uppsala Üniversitesi.
Hamas ve Katar, Türkiye’deki Erdoğan rejiminin sıkı ilişkilerinden artakalanlar. Venezuela’yı saymıyorum! Hepsinin başlarının dertte olduğu söylenebilir.
Erdoğan’ı anlamak için Müslüman Kardeşlerin tarihine, Hamas’a da aşina olmak gerekiyor. Buna ilişkin herhangi bir akademik inceleme yapıldı mı bilmiyorum. Mesela RTE Tarzı Hükümet Biçimi!
RTE’nin İsrail’deki benzeri Natanyahu da seçim sürecinden geçiyor. Muhalif Haratz Gazetesi, şu sarkastik başlığı attı: "Natanyahu Seçimden başarıyla Çıkmayı Haketti, İsrail de Natanyahu’yu hakediyor!"
Belki, biz de "Türkiye RTE’yi Hakediyor!" diyebiliriz.
Haaretz, Türkiye’deki yerel seçim sonuçları için de şu başlığı attı: "Erdoğan Sarsıldı. Ama Gerçekten Alaşağı Edilebilir mi?"
RTE’nin yükselişini anlamak için, gerçekten de Türkiye’de otoriteryanizmin tarihine de aşina olmak gerek. Halil Karaveli de soruyu doğru açıdan yöneltiyor.
Bunun tarihine girmeden, 1915’in rolünü görmeden, otoriteryanizm olgusunu kavramak ve çözümlemek mümkün olmuyor.
Karaveli bu otoriter hattın sadece 1973-80 arası Ecevit’in yükselişi döneminde kırıldığının altını çiziyor.
Peki, bu nasıl mümkün oldu? Türkiye nasıl, ekonomik, sosyolojik, sınıfsal dönüşüme girdi ki bu mümkün oldu? Ve Ecevit de o dönem CHP’nin Kemalist mirasını çöp kutusuna attı?
1999 yılında Ecevit’in "kanlısı" ile hükümet kurması, kıyımları onaylaması acı. Bir teslimiyet.
Peki şimdi bu teslimiyeti, RTE ve AKP yaşamıyor mu?
Şu sıralarda elimde A. Kadir Konuk’un anıları var. O dönemi yeniden hatırlamak, bütün bunlar nasıl mümkün oldu sorusunu yöneltmek için iyi bir kaynak, bence anılar ve tanıklıklar. Bir köy öğretmeni bir devrimciye nasıl dönüşür ve TARİŞ işçi direnişine katılır?
Otoritaryanizmin güçlü olduğu bir başka önemli deneyim Rusya. Neden demokratik topluma geçmek zor ve sorunlu?
Bunda otoriteryanizme karşı mücadele edenlerin de bir çeşit karşı-otoriteryanizm yaratmalarının rolü var mı? A. Kadir Konuk’un anıları da bende bu soruyu uyandırdı.
Ayşe Nur Zarakolu’nun İÜ Sosyoloji bölümünü bitirme tezi, "İşçi Sınıfı İçinde İslami Eğilimin Güçlü Olmasının Nedenleri" üzerineydi. İşçi mahallelerinde yaptığı somut anket araştırmalarına dayanıyordu.
Karaveli’nin de saptadığı gibi, 1973-1980 döneminde bu aşılabildi, sınıf olgusu öne geçebildi. Bedeli iç savaşla, acımasız bir darbe ile çok ağır ödense bile.
Peki ama Nazım’ın 1947 yılında zindanda yazdığı gibi, bütün bu olanlarda "halklarımızın" da sorumluluk payı yok mu?
"Akrep gibisin kardeşim, / korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim, / serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim, / midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil, / beş değil, / yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim, /gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen / ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, / hani şu derya içre olup /deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm / senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer / ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
— demeğe de dilim varmıyor ama —
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim! "