Aysuda Kölemen
Allah’ın işi, şirket, devlet, çığ
"Sizlere işçi güvenliğinden bahsetmek istiyorum" dedi. "Her sene, pek çok Alcoa işçisi o kadar kötü yaralanıyor ki, bir iş gününü kaçırıyor."
"Alcoa’yı Amerika’nın en güvenli şirketi yapmayı amaçlıyorum. Amacım sıfır yaralanma."
Seyircilerin kafası karışmıştı. Genellikle CEO’lar kâr marjları, yeni marketler ve ‘sinerji’ ya da ‘ortaklaşa rekabet’ten bahsederlerdi. Ancak O’Neill kâr hakkında hiçbir şey dememişti. İş hayatının moda sözlerinden hiçbirini kullanmamıştı.
Nihayet, birisi elini kaldırdı ve hava-uzay bölümünün envanterini sordu. Bir başkası şirketin sermaye oranlarını sordu.
"Beni duyduğunuzdan emin değilim" dedi O’Neill. "Alcoa’nın ne durumda olduğunu anlamak istiyorsanız, işyeri güvenlik rakamlarına bakmanız gerekir." Kârın güvenlik kadar önemli olmadığını söyledi.*
Amerika’nın büyük imalat şirketlerinden Alcoa’nın yeni CEO’su O’Neill’in görevi devraldıktan sonra Wall Street yatırımcılarına yaptığı ilk açıklama bu. Bu şatafatsız, basit görünümlü planlarından korkuya kapılıp şirket hisselerini satan pek çok yatırımcı var. Çünkü onlar da ortağı oldukları şirketin yöneticisinden, sıradan seçmenlerin siyasetçilerden beklediklerini bekliyor. Geleceğe dair muğlak ama parlak öngörüler, büyük vaatler, şatafatlı hayaller. O’Neill ise ortalama bir borsa yatırımcısının öncelik sıralamasında, beş senedir görüşmediği eski komşusunun çocuğunun kot stili tercihinden daha aşağı sırada olan bir ölçütten bahsediyor: İşçi güvenliği. İşçi güvenliğinin kârla ne ilgisi olabilir ki? Kâr aslında işçiyi şartlar elverdiği kadar güvensiz kılarak elde edilen bir şey değil mi zaten?
Kitaba göre, işçi güvenliği politikası aslında şirkette köklü bir kültür ve uygulama reformu yapmak için bir hareket noktası. (bir kilit alışkanlık) Kararlar, konu ne olursa olsun, en aşağıdan en yukarı seviyeye, en küçük karardan en büyüğüne, her konuda işçi güvenliği ile bağlantılandırılırsa, domino taşı gibi tüm davranışlar, alışkanlıklar değişiyor şirkette. Ve O’Neill hem her türlü iş kazasını sıfıra yaklaştırarak iş güvenliği hedefine ulaşıyor, hem de şirket kültürünü bu şekilde dönüştürerek, şirketin kârlılığını büyük oranda arttırıyor. Tabii bu naçizâne okur için işçi güvenliği kâra giden yolda değişmesi, edinilmesi gereken bir "kilit alışkanlık" değil, amacın ta kendisi. Belki bürokrat bir geçmişten gelen O’Neill için de öyledir aslında, ama bunu ancak kârı arttırarak savunabilir. Ne de olsa insan güvenliğini kâr amacı ya da yasal zorunluluk olmadan arttırmanın ayıplandığı bir ekonomik sistemde çalışıyor.
Alışkanlıklar ve kilit alışkanlıklar değil konum, hemen belirteyim. Şeffaflık ve dürüstlük kültürü ile insan güvenliğinin inkâr edilemez bağlantısı. Alcoa’da güvenliği artırmanın yolunun şirket çapında büyük bir şeffaflık kültürü ile gerçekleştirilmesi. Herkes bilir ki, Türkiye aile, iş, eğitim ve siyaset kültürü hata gizlemek üstüne kuruludur. Yani en iyi iş çıkarabilenlerin değil de, en iyi yalan söyleyebilenlerin, kıvıranların ödüllendirildiği bir düzen. Çünkü yaptığı bir hatayı gizlemeyen insanlar hemen cezalandırılır. O nedenle hatalar mecburen gizlenir, birikir, büyür, düzeltilmez. Kaçınılmaz olan gerçekleşip, bu yalan ve hata dağı bir anda çöküverene dek görünmez kalırlar. Herkes mutlu mesut devam eder işine. Kayıt haftası gelir, kayıt sistemi çöker üniversitenizde. Kimse hatalı değildir. Hatanın nereden kaynaklandığı da belli değildir. Birisi çıkıp, ben şöyle bir hata yapmıştım dese, bütün çöküş onun sırtına kalacak ama inkâr edenler korunacaktır. O’Neill bu kültürü değiştirmek için şeffaflığı bütün şirketin en önemli ilkesi haline getiriyor. Yani bütün hataları hemen raporlamalarını istiyor çalışanların. Çalışanlar hata yaptıkları için cezalandırılmıyorlar. Hata yaptıklarında bunu hemen bildirmezlerse cezalandırıyorlar. Yani, asıl sorun hata yapmak değil, hatayı zamanında tespit edip, düzeltmemektir, diyor yeni şirket politikası. İnsanlar hata yapmaktan, yakalanmaktan değil, dürüst olmamanın sonuçlarından korkmaya başlıyor. Her yönetim kademesi bir altının, hataları eksiksiz şekilde bildirmesini istiyor. Kazalar gittikçe azalıyor. Ama onunla beraber üretimdeki gecikmeler, verimsiz uygulamalar da azalmaya başlıyor. Biri perdeleri açıyor, içeri güneş ışığı giriyor, güzel bir temizliğe girişiliyor. Güneş ışığı iyidir. Pisliği görünür kılar, güzelliği de. Hem de mikrop kırar.
Perdeleri kapalı bir ülkede yaşıyoruz. Güneş ışığı girsin diye perdemizi açmak isteyince vatan hainliğiyle suçlanıyoruz. Bu bizim mücadelemiz. Ama işte tabiat, bizim perdelerle üzerini örttüğümüz hataları açık ediveriyor eninde sonunda. Kısa bir sürede üst üste gelen felaketler pencereyi kırıp, perdeyi havalandırıveriyor. Gördüklerimiz dehşet verici.
Amerika’da aralarında bir arkadaşımın da olduğu üst düzey bilim insanlarının çalıştığı bir araştırma enstitüsünde, yoğun kar yağışı nedeniyle işe gelemeyen çalışanlardan mazeret formu doldurmaları istenmiş. Formda kar yağışı Allah’ın işi (act of God) kategorisinde olunca, araştırmacılar kar yağışının Allah’la ne ilgisi var diye itiraz edip, minik bir kriz çıkarmışlar. Nihayet insan kaynakları bölümünden bir açıklama gelmiş. "Doğal afetler hukuki bir terim olan Allah’ın işi kategorisine girer. Tanrı inancınız olmasa da, bu kutuyu işaretlemeniz gerekir, bu hukukta dini bir terim olarak kullanılmamaktadır. Lütfen bu konuda daha fazla e-mail atmayınız." Arkadaşım gülerek anlatıyordu çünkü açıklama gelene kadar çok bilenmiş dünyayı değiştiren çalışmalar yapan bu insanlar. Bu hassasiyetleri anlamsız değil. Bilim insanı olmalarından, sebebi ve sonucu öngörülebilen şeylere kader, kısmet demenin inandıkları ve hayatlarını adadıkları her şeye ters olmasından, böyle bir bakış açısını bir hakaret olarak algılamalarından kaynaklanıyor.
Toplumlar da değişiyor. Herkes dünya çapında bilim insanı olmuyor ama toplumların da bakış açısı -düz dünyacılar ve aşı karşıtlarına rağmen- kaderli kısmetli açıklamaları hazmedemez olmaya başlıyor. Devletten beklentilerimiz artıyor. Bir çığda, depremde, uçak kazasında ölenlere, yaralananlara üzülürken, hemen aklımıza geliyor. Acaba insan kusuru var mı? Acaba ölümler engellenebilir miydi, azaltılabilir miydi? Soruyoruz. Artık kazaların Allah’ın işi, işin fıtratı olmadığını, tedbirsizliğin sonucu olduğunu anlıyoruz. Cevabı da hep aynı. Ölüm, zarar, kayıp doğru önlemlerle azaltılabilir. O zaman dönüp şunu sormaya başlıyor toplum. Peki neden engellenmedi? Bu soruyu takip eden bir soru daha oluyoruz. Kim sorumlu? Sorumluluğu Allah’tan aldığımızda, insana vermeye başlıyoruz.
Bu aralar sık sık tedbirsizliğin sebebini liyakatsizliğe bağlıyoruz. Ama öyle mi, tam ve gerçek eksiklik bu mu? Bu açıklama, yoksulluğun sebebi olarak tembelliği görenlerin kibrini hatırlatıyor. Mesele liyakat sahibi insanları işe almamak, onlara görev vermemek mi sadece? Liyakatli insanların işlerinde liyakatsiz insanlardan farkı olmadığını iddia etmiyorum. Demek istediğim başka. Buradaki sorunun, kişilerin, kadroların becerisinden çok ötede, çok daha sistemsel olduğunu düşünüyorum. Alcoa’da iş kazalarını kısa sürede sıfıra yaklaştıran şey, şirkete liyakat sahibi daha fazla insan alınması, onların terfi ettirilmesi miydi? Hayır. Çalışanlar daha mı bilimsel düşünmeye başladı? Hayır. Şirket kadroları, bilgiyi değil, kültürü değiştirdi. Kültürü kim değiştirdi? İşçiler değil, orta kademe yöneticiler değil, hissedarlar değil. Şirketin en tepedeki yöneticisi… Çalışanlarına iki temel mesaj göndererek yaptı bunu. Birincisi, "bana yalan söylemenize gerek yok, yaptığınız işin sorumluluğunu alın, dürüst olun, korkmayın." İkincisi de "en önemli şey çalışanın güvenliğidir, yani en önemli şey sensin." Farkında mısınız, işyerlerindeki mutsuzluğun, zorbalığın ne kadar büyük kısmı değer verilmemek ve hata yaparken yakalanmak korkusundan kaynaklanıyor? Meseleyi bürokratların, özel şirket çalışanlarının liyakat seviyelerine indirgersek, asıl problemi gözden kaçırmış oluruz.
Şeffaflığın olmadığı, insana değer verilmeyen yerde, yalan kültürü de, taciz de dallanır, budaklanır. Hatalar büyür, her yeri sarar. Liyakat sahibi mühendis de, bilim insanı da işini doğru yapamaz olur. Çünkü şeffaflığın olmadığı yerde kurumların önceliği güvenlik olmaz. Kurumun önceliği olmayan şeye çalışan da öncelik veremez. Verirse, cezalandırılır. Şirketlerde kâr, hem de kısa dönemli kâr ve yöneticiyi iyi göstermek, güvenlikten önemli hale gelir. Tanıdık geliyor mu? Kazalar güvenlik sorunu olmaktan çıkar, halkla ilişkiler sorunu oluverirler. Güvenlik sorunları önlemle çözülür ama halkla ilişkiler krizleri en iyi şekilde üst örterek, mazeret üreterek, göz boyayarak idare edilir. Bambaşka sorunlar, bambaşka çözümler… Halbuki aslında ikisinde de bir kaza, bir ölüm söz konusudur. Kurumlar çürürse, kişisel liyakat de, çaba da sonuçsuz kalır.
Devlet, kurumların en büyüğü, perdeleri en kalın çekilmişi… En alt seviyedeki vatandaşına devamlı olarak kork benden, benim hatalarımı gizle, diyor. Sesini çıkaranlar, liyakatlı ya da değil, cezalandırılıyor. Bir güvenlik riskine karşı ne tedbir alınması gerektiğini bilseniz de, yapma beceriniz olsa da, bütçeniz olmayabilir. Siz işinizi yapmaya çalışırken, bir kodamanın tekerine taş koyduğunuz için, "bırak o işi" denilebilir. Bir telefonla, bir emirle, yanlış olduğunu bildiğiniz işleri yapmaya, doğru şeyleri yapmamaya mahkûm edilebilirsiniz. Kurumların hedefinin iş yapmak değil, yöneticileri korumak olduğu yerde, bireylerin etkisi kısıtlı olur.
Beş yaş civarında görülen bir gelişim aşaması var çocuklarda. Her şeyi karşılaştırmaya başlıyorlar: En büyük, en hızlı, en yüksek... Bir dönem bunlarla çok meşgul oluyorlar ama henüz kendilerini o sıralamada nereye koyacaklarını bilemiyor, üç yaşındayken olduğu gibi kendilerini dünyanın en yenilmezi sanabiliyorlar. Bu da bir ebeveyn için çok komik sonuçlar doğuruyor. Bir an galaksinin en güçlü insanı olduğunu sanan çocuğunuz, bir dakika sonra itemediği koltuğu itmeniz için sizi çağırıyor. Teoride en güçlü olduğuna dair inancı sarsılmazken, pratikte kendi gücünün yetmediği her işe ebeveynini çağırıyor ve gücünüzün yetmesini bekliyor. Bu iki inanç, beyninde yan yana, onu rahatsız etmeden var olabiliyor. Neyse ki altı yaşına girerken, en güçlü, en hızlı, en iyi olmadığını anlayıp, kendine daha gerçekçi gözlerle bakmaya başlıyor çocuklar. Bazen devletler bana altı yaşına bir türlü basamayan çocukları hatırlatıyor. Bir büyüme döneminde takılıp kalıyorlar. Hem dünyanın en güçlüsü olup, hem de sürekli bize muhtaç oluyor ama bundaki çelişkiyi göremiyorlar. Sorumluluk almak istemiyor ama bizim sorumluluklarımızı bir an bile unutmamıza tahammülü yok. Neyse ki çocuklar altı yaşına giriyor. Devletler? Devletimiz dünyada güç gösterisi yaparken, kendi vatandaşının can güvenliğini neden sağlayamadığını, neden Allah’a havale ettiğini soracak mı kendine? Biz soracak mıyız ona?
Devleti büyütmemiz lazım. "Allah’ın işi" dediği yerde, itiraz etmemiz lazım. Beş yaşında bir çocuk gibi göğsüne vurup, en güçlü benim dediği yerde, uyarmamız lazım. Borsada şirketin hisse senedi değerlerini yükseltmeye çalışan havalı bir CEO gibi parıltılı hedefler koyduğunda, "dur bir dakika, bana ne olacak, benim rahatıma, benim geleceğime, benim canıma ne olacak?" diye sormamız lazım. Perdeler kapandığında, açılsın diye kavgaya tutuşmamız lazım. İnsanları işlerini yapmalarından alıkoyan bütün bürokratik düzenekleri görünür kılmamız lazım. Her yere güneş ışığı girmesi için çalışmamız lazım. Kurumsal beceriksizlik, ille de kişisel beceriksizliklerin toplamı değil, öncelikle her şeyin üstünü örten bir kültürün ürünüdür. Evimizin önünden geçecek yolun ihale sürecini de, planını da, maliyetini de bilmiyoruz, güvenlik önlemleri hakkında bilgimiz yok. Bu bilgilere ulaşamıyoruz. Bunların halka açık olmaması için meşru bir sebep yok. Herkesin en az bilgi verme, en çok hata kapatma yarışında olduğu bu sistem yukardan kurulduğu gibi, yukardan yıkılabilir. Yeter ki kollar kırılıp yen içinde kalmasın, birinin ayıbını örtmenin, hele devlet kademelerinde, yalnız o birine değil hepimize kötülük olduğunu idrak etmenin bir yolunu bulalım.
Biz felaket haberleriyle boğuşurken, Finlandiya iki ebeveyne de yedişer ay ücretli doğum izni vermeye karar verdi. Finlandiya dünya siyasetinde büyük bir oyuncu değil. Kimse Ortadoğu siyasetini planlarken, Finlandiya’ya danışmıyor. Haziran ortasında bile kabanla dolaşılan, buz gibi, dünyanın bir ucundaki, küçük, ecdadı çok büyük fetihler yapmamış, tam tersine fethedilmiş bir ülke. Ama vatandaşları bu şansız tarihlerinden çok da gocunmuyor. Güvenli işlerinde çalışıp güvenli evlerinde çocuklarıyla oynamakla meşguller. Eğitim sistemi Batı’nın en iyi eğitim sistemi olarak görülüyor. İnsanları dünyanın en mutlu insanları çıkıyor araştırmalarda. Ortadoğu’da, Balkanlarda, hatta Kuzey Avrupa’da nüfuz alanları olmamasına rağmen hem de. İnanabiliyor musunuz? Buna rağmen mutlular. Bir mizah gazetesi olan The Onion, mutlu olmak isteyenlere Finlandiya’da doğmalarını salık veriyor. Aklınızda olsun.
Yetim vatandaşlarız biz, devletinin canına değer vereceği güne hasret çeken. Belki bir gün bir siyasetçi, göreve geldiği ilk günkü basın açıklamasında şunu der. "İşçi kaza ve cinayetlerini, doğal afetlerden önlenebilir yaralanma ve ölümleri sıfıra indireceğiz. Türkiye’nin ne durumda olduğunu anlamak istiyorsanız, bu rakamlara bakmanız gerekir. Hiçbir şey vatandaşlarımızın hayatından önemli değildir."
*Charles Duhigg (2017) Alışkanlıkların Gücü, Boyner Yayınları.