Yiğit Bener
Aşkları da vururlar
Korona aşkları da vurdu, hem de tam kalbinden.
Özellikle "aile" tanımına uymayan, toplumsal kalıplara sığmayan, geleneksel ahlakın sınırlarını ihlal eden, "resmi" meşruiyetlerden öteye taşan aşkları vurdu: Tüm kuytuda kalan aşkları, kaçak aşkları, yasak aşları, aykırı olanları, gökkuşağının tüm renklerini parlatanları…
Hem çok taze aşklar sarsıldı bu dönemde hem de tazeliğini yitiren ve ikinci baharını (henüz?) yakalayamamış olanlar, sallantıdaki ilişkiler, iletişimi kopmuş olanlar, dar alanda fazla içli dışlı olmaya gelemeyenler…
Ama en çok da vuslatsız aşıklar yedi asıl darbeyi, kapatılmış sınır kapılarının ya da demir parmaklıkların ayırdıkları…
Özetle, aynı #EvdekalAMAYAN, aynı yastıkta kocayamayan tüm aşkları vurdu korona salgını.
"Dert ettiğin şeye bak" diyen çıkacaktır. Haksızlar diyemem: Onca insan ölüyor, hastalanıyor, yakınlarını kaybediyor, işsiz kalıyor, daha da kalacak… Kimisi istese de #EvdekalAMIYOR, çünkü evsiz barksız, çünkü gurbette, çünkü mülteci, çünkü canı pahasına çalıştırılıyor…
Kimisi de zaten demir parmaklıklar arasında kaldı çünkü mafyacılar gibi kollanmadı ve tetikçi kadrosuna atanan virüsün insafına terk edildi.
Bütün bunlar doğru kuşkusuz. Ne kadar yazılsa, tartışılsa, isyan edilse azdır.
Ama ya aşklar? Aşk cephesinde yitip gidenler?
Gerçekten hiç mi sırası değil aşk acısıyla soluksuz kalmanın? Bir köşede gizlice ağlamanın? Acısını haykırmanın?
Sesleri çıkamıyor diye hafife mi almalıyız yüreği katılanları? Dile getirenlere hafif meşrep ya da bencil şuursuz şımarık züppe muamelesi mi yapmalıyız?
Salgın sonrasına mı ertelemeliyiz aşk davasını? Doğrudan "davaya" ya da iktidar sorununa bağlanmayan her konuyu bir zamanlar devrim sonrasına ertelediğimiz gibi?
Böyle bir meseleyi ele aldığım için beni kınayabilir, hatta asıl gündemi sulandırmakla suçlayabilirsiniz. Boynum kıldan ince.
Gelgelelim, kimse kusuruma bakmasın ama bu #Evdekal günlerinde ayrı düşen, parklarda sığınacak bir bank dahi bulamayan boynu bükük aykırı aşklara kayıtsız kalamayacağım.
Ne de olsa çok uzun yıllar öncesinden Fransız ozan George Brassens dikkatimi çekmişti parklardaki banklara:
"Her şeye tersten bakanlar
Parklarda ya da kaldırımlarda
Sanırlar ki o ahşap banklar
Sadece düşkünleri
Ya da göbeği şişkinleri
Ağırlar.
Ne saçma düşünce
Malumdur oysa herkesçe,
Eğreti birer sığınaktır onlar
Yeni filizlenen aşkları kucaklarlar.
Hiç aldırmadan laf sokan namuslu vatandaşa
Ve yoldan geçen ekşi bakışlara,
Yiyişmeye devam eder onlar kendi dünyalarında
Parklardaki sokaklardaki o banklarda…"
Öyle ya: Böyle bir dönemde nasıl buluşacak ortak çatısı olmayan aşkın o yersiz yurtsuzları? "Gayr-ı meşru" damgası yiyip toplumun gazabını çekmeden, ola ki namus cinayetine kurban gitmeden gün ışığına asla çıkamayacak onca ilişkinin kaderi ne olacak?
Hiç mi dertlenmemeliyiz, #AYRIevdekalan ve yüreğini kavuran aşk derdini dile dahi getiremeyen abası yanıklara?
"Meşrusu, altına nikah düşüleni neyimize yetmiyor, neden üzülelim diğerleri için? Evleniverselerdi o zaman!" demek mümkün. Gel gör ki kiminin yeri dar bütçesi kıt, kiminin yaşı tutmuyor, kiminin ailesi izin vermiyor, kimine yasa elvermiyor, kiminin varlığı da zaten doğrudan evlilik kurumunu ihlal ediyor.
Hem… Doğası gereği ele avuca sığmayan bir duyguyu hapsetmek mümkün mü resmi bir kurumun damga pullu kâğıt parçasına?
Evlendirme dairesinde sıraya bindirilmiş bir nikah töreni kadar yalın ve yavan olsaydı aşkın doğası, düzülür müydü hiç onca aşk destanı kaçak aşklara? Kapışılır mıydı onca gıllıgışlı pembe roman? Patlayıp gider miydi onca arsız ve oynak aşk şarkısı? Kilitlenir miydi milyonlar ekranda onca sıra dışı aşk filmi ya da bu günlerde yine döne döne oynatılan Aşk-ı memnu dizisinin karşısında?
Evliliği nihai hedef ya da doğru ilişki tarzı olarak benimsemeyenler de var bu dünyada. Onların azınlık haklarına da mı saygı duymamalıyız yoksa?
Brassens üstat çelmişti yine aklımı bu konuda, vakti zamanında:
"Allah’ın izni,
Peygamberin kavliyle,
Lütfen evlenme benimle.
Sana yalvarırım,
Adlarımızı kazımayalım,
Bir kâğıt parçasına.
Sanırız ki alırız sağlama
Yasak elmayı, onu koyunca
Bir reçel kavanozuna.
Haşlanınca oysaki
Kalmaz ki hiç doğal lezzeti.
Kuşu hapsetmeyelim bir kafese,
Yalnızca sözümüzle
Bağlanalım birbirimize."
Korkarım, "yahu herkes can derdinde, sırası mı şimdi bu yüzeysel konularda kalem oynatmanın!" diye sokranacaktır yüreği kararmışlar.
"Sabrediversinler biraz, çatladılar mı? Üç gün ayrı kalmaktan kim ölmüş!" diye dudak bükecektir, o duyguyu bilmeyenler ya da aşkı çoktan maziye gömüp bir dakikanın bile ne kadar görece olduğunu unutanlar.
Gerçi, bu itirazlarda haklılık payı hiç yoktur diyemem.
"Tek mutlak gerçek ölümdür" demişti babam bir romanında; o da haklıydı. Ölüm korkusu güçlü içgüdüdür, kuşkusuz.
Gel gör ki asıl baskın olan yaşam içgüdüsüdür, öyle olmasa çoktan teslim olmuştuk koronaya. Ve yaşam biraz da aşktır, umuttur, aşkla beslenir, aşksız körelir.
Hatta dilerseniz sosyolojiye, felsefeye, siyasete ve demokrasi özlemine bağlamak da mümkün bu konuyu.
Çünkü "aile" önemli bir toplumsal dayanışma kurumudur kuşkusuz. Sağlıklısının faydası saymakla bitmez… Bir kusurcuğu vardır yine de:
Kan bağıdır temeli.
Kan bağının "yegâne" meşru toplumsal dayanışma zemini olduğu bir toplumda yaşamak ister miydiniz? Tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek din, tek dil… Ve tek tip ilişki, tek tip duygu, tek tip aile…
Hem, hazır "kan" bağı demişken… Aynı "aile", kadınların ve çocukların en çok tehdit altında oldukları, şiddete, hakarete, istismara maruz kaldıkları kurum değil midir aynı zamanda?
Evler’in ozanı Necatigil’in dizelerine gönderme yaparak söylemek gerekirse, o evlerde her gün nice nice cinayetler işlenmiyor mu dört duvar arasında, aile sırlarına gömülü? Bunca çocuk, bunca erkek, bunca kadın, gözyaşlarıyla beslenmiyor mu?
Başka bir deyişle, ailenin tek sosyalleşme ve ailenin yaşadığı evin de tek barınma mekânı olduğu, aile mahremiyetinin toplumsal denetime ve kaçışa set çektiği bu #Evdekal döneminde, özellikle kadınlar için mesele biraz da şuna dönüşmüyor mu: (kırk katır mı kırk satır mı misali) Kırk korona mı kırk koca mı?
Ailenin bu karanlık yüzünü hiç sorgulamadan… Bu eril şiddetin toplumsal önlemini hiç almadan… İnsanlara alternatif dayanışma ve sosyalleşme alanları açmadan… Özellikle de genç kadınlara bu cenderenin dışına çıkabilme ufku ve imkânı tanımadan, insanları tek varoluş alanı olarak mevcut haliyle aileye mahkûm edebilir miyiz? Bunu yüreğimiz kaldırır mı?
Aykırı, sıra dışı, kayıt dışı, kalıp dışı, hatta edep ya da yasa dışı aşkları hor görmeyiniz, dudak bükmeyiniz: Koronadan yedikleri darbelere de bu kadar kolayca kayıtsız kalmayınız.
Onların varlığı, toplumsal dokunun ve insan ilişkilerinin totaliter bir "tek tip" modele mahkûm olmamasının teminatıdır.
Ne de olsa devletin denetim altına sokamayacağı, emir komutayla itaat ettiremeyeceği, üstelik onun otoritesine, katı kuralına ya da kutsalına, tabusuna yalanına talanına ya da resmi kurumlarının sınırlarına asla boyun eğmeyen, ferman dinlemeyen ilişkilerdir bunlar. Üstelik toplum kurallarına rağmen aşk ile çarpabilen bir yüreği ne korona durdurabilir ne de devlet ele geçirebilir.
Kaldı ki eğer yürek yarasına teslim olmuşsanız… Yani katılaşmışsa yüreğiniz, soğumuşsa… Bilinçdışınız bile dürtmüyorsa gizliden gizliye… Artık ne mevcut aşkların coşkusu ne eskilerinin tatlı anısı ne de gelecek olanların umudu ya da umudu kestiklerinizin hayali hoplatmıyorsa yüreğinizi… O zaman korona ya da siyaset konuşmaya da gerek yok: Çoktan ölmüşsünüz zaten!