Aytül Hasaltun Bozkurt
Ayaklarımız nerede toprağa değiyorsa...
Pazar günleri bu köşede yazmaya başlayalı çok olmadı gerçi ama kültür-sanat söyleşilerine talip olduğum günden beri, en baştan başlamak ve "Kültür dediğimiz ne ki?" kabilinden sorularımla, "Önce gaz ve toz bulutları vardı." söylemine geri dönmek, ihtiyacım oldu. Her ne kadar kendi küçük adamızda belki de hasbelkader yaşayıp gitsek de, mesafelerin hem hızlıca açıldığı hem de hızlıca kapandığı (özellikle pandemiyle iyice belirginleşen bir hâl olarak) dünya isimli bir köyde yaşıyoruz. Birbirimizden etkilenip, olan ne ise onu çoğaltabildiğimiz gibi, birbirimizi travmatize de edebiliyoruz. Söyleşimizi iki arada bir derede, kısacık bir zamana sığdırmaya çalışırken Berlin-İstanbul linkinden döküldü bu satırlar. Yine de bakılacak pek çok referansla genişleme potansiyelini içinde barındıran, İdans’( İstanbul Uluslararası Çağdaş Dans ve Performans Festivali) ın da yürütücüsü, Kültür ve Sanat Sosyolojisi Uzmanı olan, kadim dostum Gurur’un deyimiyle 4/4’lük olmasa da 9/8’lik neşesi bol bir söyleşi oldu.
Tabi yine bu satırlarda, iktidarın "kültürel hegemonyayı yaratamadık" serzenişinin payını yok sayamam. Ama bu şimdilik başka bir söyleşinin konusu olsun. Umut verici olan şu ki; ayağımızı bastığımız toprak üzerinden şekil alırken, dünyanın neresinde olursak olalım (Neden Bogota olmasın ki!) birlikte değişip/değiştirip, dönüşüp/dönüştürebileceğimizi ve yalnız olmadığımızı bilmek. İyi insan olmakla başlayabiliriz belki. İyi okumalar ve iyi bir Pazar günü tatili geçirmenizi ve çalışanlar için de kolaylıklar dilerim.
Gurur en başından başlayarak konuşmak isterim, kültür nedir ve yaşadığımız çevrenin kültürünün bize etkileri nelerdir? Desteklendiğimiz bir kültürün içinde olmakla çatıştığımız ya da baskılandığımız bir kültürün içinde olmak arasında nasıl farklar vardır?
Kültür mefhumunu genellikle iki farklı fakat birbirlerini tamamlayan tanımlarıyla kullanıyor ve deneyimliyoruz. İlki, antropolojik anlamdaki ‘kültür’ diğeri de daha çok ‘yüksek sanat’ ve ‘kültive olmak,’ ‘kültive etmek’ anlamında, sanatları ve beşeri bilimleri de kapsayan tanım, ki biz sosyologlar zaman zaman bunu ‘büyük harfle yazılan Kültür’ diye ifade ediyoruz. Antropolojik anlamıyla kültür insanların iletişim kurduğu, sürdürdüğü ve yaşam hakkındaki bilgilerini ve tutumlarını geliştirdiği, sembolik biçimlerde ifade edilen, devralınan fakat yaşandıkça dönüşen kavramlar ve davranışlar sistemi. Kültürün işlevi dünyaya anlam yüklemek ve onu anlaşılır kılmak. Antropologların ve kültürel sosyologların rolü de, her kültürün yol gösterici sembollerini yorumlamaya çalışmak. ‘Büyük harfle kültür’ olarak ifade ettiğim ise, toprağı kültive etmek, işlemek, yaşayan ve yaşatan kılmak gibi bir çıkış noktası olan kavram. Bizim zamanımızda ilkokulda ‘Hayat Bilgisi’ dersi vardı hatırlarsın. Pamuk, tütün, keten vb. ‘kültür bitkileri’ olarak geçiyordu. Çok şaşırmıştım, kültür bitkisi!! Ne ola ki bu? Sanıyordum ki kültür konserlerde, müzelerde, sanatta, sepette olması gereken bir mevzu…Belki de o şaşkınlığımın verdiği gazla anlamaya, kurmaya çalıştım bu bağlantıları ve sosyal bilimlerle haşır neşir oldum. Yani, misal, Keith Jarrett’ın The Köln Concert albümüyle pamuk denen o tatlı, okşanası bitki ve müptelası olduğumuz kahve arasındaki bağlantı nedir…
Lakin, homojen ve monolitik bir yapı değil kültür. Meali, kültür dediğimiz, çatışmaların hem kaynağı hem de onarıcısı olma potansiyeli taşıyan, çoğul bir deneyim. Aynı esnada birden fazla ve çatışan kültürlerin (bazen gönüllü, bazen gönülsüz, bazen de farkında olmayarak) mensubu olabiliyoruz. Ortak bir kültür geliştirilebilir, ‘kültive edilebilir’ ama kapı komşun kadar yakınında bulunan biriyle kültür çatışması yaşayabilirsin. Nasıl yattığın, kalktığın, dişlerini neyle ve nasıl fırçaladığın (şimdi kömürden yapılmış diş macunları ve çamurla yıkanmak ‘in’ !) ne müzik dinlediğin, nasıl iletişim kurmayı seçtiğin, kimlerle takıldığın vesaire kültürün oluyor. Kültürel tüketim seçimlerin ile Bogota’daki biriyle Feraye Sokak’ta yaşayan birinden daha fazla ortaklığın olabiliyor.
Bir yandan da birileriyle çatıştıkça kendini var hisseden bireyler ve topluluklar var. Ve, çok yakınımızda, içimizde de olabiliyor bunlar…
Günümüzde neoliberal politikaların, popüler kültür üzerinden yönlendirmesiyle mutluluk ya da mutsuzluk, başarılı olmak ya da olmamak, iyi yaşamak ya da yaşamamak kişinin kendi sorumluluğundaymış gibi sunuluyor. Buna katılıyor musun öncelikle ve sadece popüler kültür eğilimleriyle ( yoga, mindfulness, spor gibi örneğin) mutlu, başarılı ve iyi olmak mümkün mü? Bir sosyal bilimci olarak sana sormak isterim "iyi olmak" nelere bağlı?
‘Mutlu, başarılı ve iyi olmak’ bana iyi gelmiyor… Neoliberal tüketim toplumunun izdüşümleri bu kavramlar ve ne yazık ki yoga hocası, yaşam koçu, şaman vs. patlaması yaşıyoruz. Bu soru gelmişken şiddetle tavsiye ediyorum size Eva Illouz adlı sosyoloğun ‘Mutluluk Endüstrisi’ çalışmasını). Ezoterizm, gerçeklikten kaçış, astroloji vs öyle bir yükselişte ki. (Burada aklıma Adorno’nun "Otoriteryen Kişilik "kitabında ele aldığı kıymetli bulduğum gözlemleri geldi. Öneririm.) Adeta ‘kendinden menkul kıymetler borsası’ patlaması… Herkes kendi baloncuğunda kalmaya çalışıyor. Haksız da değiller azıcık akıl sağlığı muhafaza etmek için... Ama, iyi olunacak bir şey yok. Gerek de yok. "Boşverin yaa, bu dünyadan ve insanlıktan bir cacık olmaz o yüzden karamsarlık ve sinisizm içinde yüzelim, kurban olalım" diye anlaşılmak da istemiyorum. Hakikatten kopmak yerine o hakikatin gözlerinin tam da içine bakmak, anlamak, yorumlamak işimiz diye düşünüyorum ısrarla… Ve elzem. Bu çabaların karşılığını kendi hayat zaman zarfımızda görmeyebileceğimiz gerçekliğiyle de başa çıkmayı içeriyor bu yüzleşme. Hemen sonuç olmak istiyorsak ve kahraman hissetmek istiyorsak kendi narsisizmimizi sorgulayalım derim. (Little by little, into the middle, towards the future, hopefully for a better world that I know that I might never see.) ‘Kendi kapasitem ve birikimim doğrultusunda elimden geleni yaptım, yapmaktayım, ölsem de gam yemem’ diyebilmek belki benim için ‘iyi hissetmek.
Bir de, şunu düşündüm sorduğun soru vesile oldu, teşekkür ederim. ‘İyi hissetmek’ yerine ‘iyi bir insan olmak’ kavramını acaba tekrar düşünmeye başlayabilir miyiz?…
Ne güzel olur ama annelerin yuhalandığı, ölümlerin/ölülerin arkasından küfrün, hakaretin nahoş bulunmadığı, insan hakları açısından suç teşkil edilen pek çok eylemin cezasız kaldığı bir dönemdeyiz. İyi insan olmak da ısrar etmek gerek…
Parazit filmi üzerinden konuşmaya devam edersek, film internet erişim problemi ile açılıyor. O sahneyi hatırladın mı? Alt sınıftaki ailede İnternetin çektiği tek yer tuvalet olarak karşımıza çıkıyor. İnternet günümüzde yaşadığımız dünyaya karşı aidiyet duygumuzu belirleyen bir fenomen bana kalırsa ve bu hakim olana (kültür ve sanata) erişim engeli sence sınıflar arası çatışmayı derinleştiriyor mu ve süreçte neler nasıl oluyor?
Açıkçası, bu filmi bilmiyorum. (Herkesin her şeyi bildiğini iddia ettiği, misal en yakın arkadaşların bile korona uzmanı kesildiği bir dünyada ‘bilmiyorum’ diyebilmek beni ‘iyi hissettiriyor’ bu arada). Teşekkür ederim bu referansı verdiğin için. En kısa zamanda izleyeyim. Kimin neyi nasıl hangi birikimle ve ne amaçla kullandığının, buna nasıl eriştiğinin tabi ki sınıfsal, mekansal, sosyal, demografik, ekonomik vs. bir sürü boyutu var ve bunu teslim etmek için sosyolog olmak gerekmiyor. Fakat şunu unutmayalım derim. Pandemi döneminde Zoom gibi mecraları kullanmak durumunda kalmanın artıları da oldu eksileri de. Bu mecranın kendisini bir arka plan olarak kullanmaktan ziyade sanatsal aracın ta kendisi olarak kullanan çok değerli bulduğum yapımlar gördüm. Bir yandan da, Internet savaş çağrılarının, propaganda videolarının, Hollywood’a parmak ısırtacak kalitede yapılmış IŞID savaşçısı olmaya çağrı videolarının ve suikastlerin görülüm ve erişiminin de mecrası… ‘Post-truth’ (hakikat sonrası) diye anılmaya başlayan ki bence hiçbir ‘post’ tarafı olmayan bu dönemde de yalan haberin, propagandanın yayıldığı çok elverişli bir mecra.
Koskoca profesörler saygı duydugumuz insanlar bir anda saçma sapan ‘hangi ünlüye benziyorsun’,‘önceki hayatında kimdin?’ ‘ayna ayna söyle bana’ (tamam, bu sonuncusunu salladım) gibi testler doldurdular Facebook’ta. Yumuşak karınlarımızdan yakalanıyoruz, tıklıyoruz, spyware (casus yazılım) yükleniyor…
Bence bu ‘Hayat Bilgisi’ derslerinin yanı sıra ‘Siber Psikoloji’ – hadi bırak onu, Psikoloji 101 gibi zorunlu dersler olmalı artık… Zuckerberg’e öfkelenmekten önce kim hangi mecrayı nasıl kullandığına biraz dikkat etsin bence. Çok kolay ‘game’ oluyoruz.
Son olarak bize gelmek istiyorum; hem batılı hem doğulu melez bir toplum olmanın avantajları ya da dezavantajları nelerdir? Ve o dengeyi kurabiliyor muyuz sence? Doğulu olmaya ya da batılı olmaya kabülümüz var mı? Neleri baskılıyoruz ya da neleri reddederek ötekileştiriyoruz?
‘Biz’ kimiz, bilemedim…. Melez olmayan kültür olduğunu da düşünmüyorum ve Doğu ve Batı dikotomisine her zaman eleştirel bakmayı öneriyorum. Az önce bahsettiğim farklı kültürlerin eş zamanlı birlikteliği ve evrimliliği konusuna geri dönmek gerek belki … 12. Yüzyıla kadar Akdeniz havzası ‘medeniyetin’ beşiğiydi ve ticaret ile Doğu/Batı diye düşündüğümüz ayrım geçersizdi. (Janet L. Abu Lughod, Before European Hegemony: The World System A.D. 1250-1350 By Janet L. Abu-Lughod)
Kullandığımız terimleri yeniden düşünmek, terimlerin nasıl, niye, ve hangi tarihsel süreçlerle hegemonik, yani genel-geçer olduğuna da bakmak lazım. O yüzden sosyolojik ve eleştirel düşüncenin de bir çeşit ‘Dövüş Sanatı’ Olduğuna katılıyorum (Bourdieu). BaĞzı kavramları benimsemeden önce onları bi dövmek, yoğurmak, yatırmak, marine etmek lazım…
Haklısın, kendi adıma en kısa zamanda (kendi ekmeğimi yapmaya alışmışken) kavramlarımı yoğuracağım ama birazcık açabilir misin, nasıl marine edeceğiz?
… diye sordum ve Gurur her zamanki hazır cevaplığı ve neşesiyle on the way( yolda) diye gayet basit bir cevap verdi. Zaten çok yönün olduğu hayatı belki de biz iyice karmaşık hâle getiriyoruz bazen. Cevaplar bazen de bu kadar net ve basit aslında. Birlikte, yolda, ayaklarımız nerede toprağa değiyorsa… Bir müjde de ben vereyim; (neyim eksik?) Sevgili Gurur’dan tadı damağımızda kalan bu söyleşinin devamını yapma sözünü aldım, heyecanla yeni sorularımı aramaktayım.
* Dr. Ilgaz Gurur Ertem / Alexander von Humboldt Vakfı Araştırma Görevlisi / Kültür ve Sanat Sosyolojisi Uzmanı