Ahmet Nesin
Aziz Nesin’de bir de benim silahım var…
- Parmak izi filan almamışlar mı camlardan?
- Parmak izi filan hiçbişey. Eee, ben ondan sonra, o zamanın İçişleri Bakanı’na dilekçe verdim, olayı anlattım. Jandarma ciddi olarak uğraştı. Ertesi, gün, bunun ciddi bir suikast girişimi olduğunu anlatan bir rapor verdi. Yazanak tuttu. Ben o yazanağın bir suretini de ekleyerek dilekçe verdim İçişleri Bakanlığı’na. "Tabanca istiyorum." dedim.
Birbuçuk sene, hiç haber yok, çıkmadı. Ondan sonra bu İran’daki ölüm fetvasından sonra, gazete yazdı işte, resmî bir gazetesi var onların, hangi gazete unuttum -ki o gazeteye eskiden haftada bir yazı yazıyordum. Bu fetva olayı çıkınca, bu sefer de onlar düştüler benim üzerime.
Buraya (Çatalca) koruma polisi şeflerinden beşi geldi. Emniyet Müdür Yardımcısı filan, böyle adamlar geldiler. "Efendim, size ille koruma vereceğiz, koruyacağız." dediler. "Ben koruma filan istemiyorum." dedim. "Ben silah istedim. Onu bile vermediniz. Demek benim öldürülmemi istiyordunuz. Siz değil ama İçişleri Bakanlığı bunu istiyordu açık açık." Ondan sonra telaşa düştüler. İçişleri Bakanlığı "İlle Koruma vereceğiz" filan diye.
Ben iki kere dilekçe yazdım, "Koruma istemiyorum" dedim. Korumalara da güvenemiyorum, koruma mı beni öldürecek? Polis kadrosunun içine, İçişleri Bakanlığı’nın, Kültür Bakanlığı’nın, biçok bakanlıkları içine sızmışlar.
Zaten öyle olduğu da kesin. Bu kadar cinayet işleniyor, bir tanesi de bulunur. Hiç bulunmuyor… Sonradan çok ısrar ettiler, bildiğiniz gibi koruma verdiler. Şoför, iki de koruma polisi… Biyere gittiğim zaman onlarla gidiyorum.
Demek ki başından beri, Halkevi’nde bir, Beyazıt’ta iki tane, ondan sonra arkadaşımdan dönerken dört, Adana beş, Çatalca’da yürürken altı, evime giren yedi…
- Ondan sonra Sıvas var…
- Sıvas’ı işte artık herkes biliyor, gazeteler de o kadar çok yazdı ki, Sıvas olayı yalnız bana yönelik bir olay değildi. Bütün oraya gelen kadroya yönelik bir olaydı.
- Peki, seni Adana’ya çağıran gazeteci, onunla hiç karşılaştın mı?
- Haaa, tabii ya, hiç karşılaşmadım. Onu sonra anladık. O Adalet Partili gazeteciymiş. Onu sonra basın ataşesi yapmışlar, dil filan da bildiği yok… Bir yerlere gitmiş, terfi etmiş. Bana yaptığına mükâfat olarak, basın ataşesi olmuş. Adını da biliyor Adanalılar.
- Öğrenirim adını ben!..
- Öğrensen ne olacak, öğrenmesen ne olacak. Benim için hiç önemli değil, Türkiye için önemli değil. Böyle bir olay işte.
- Peki, karşılaşsan nasıl bir tavır gösterirdin acaba?
- Onun gibi çok olaylar var. Karşılaşsam hiç adam yerine koymam. Zaten o zaman da fazla önem vermemiştim. Çok fazla ısrar etti de gittim.
O "Aziz Nesin Moskova’ya" diye bağırdıkları zaman, gece gündüz bağırıyorlardı, "Moskova’ya, Moskova’ya" beşbin kişi. Haber gönderdim yanımdaki adamla. "Bu kadar böyle bağırırlarsa gitmem. Adana’dan, burada ev alır kalırım." dedim. (Gülüşmeler) Ondan sonra, biraz dağıldılar.
SİLAHIN OLSA
- Şimdi silahın da var. Diyelim ki, Çatalca’da şimdi yürürken karşılaşsan, silahını çekebilir misin, adamı vurabilir misin?
- Vuramam… Vuramam, zaten silah kullanmıyorum ki, laf.
- Antrenman yapmıyor musun?
- Yok canım, ne antrenmanı. Ben o gezilere gidiyorum, yurtdışına, yurtiçine filan… Hiç silah aldığım yok yanıma… Bikere aldım Ankara’ya giderken onu da, baktım gereği yok, kullanamayacağım. O silahı da Ali bozdu, eve götürdük, oynarken silahı bozdu…
Yıllar önce benim kurusıkı bir silahım vardı. Babam onu odamda bulmuş, beni çağırdı. Sert sert, "Bu ne" diye sordu. Ben de kurusıkı olduğunu söyledim. Yere bir el ateş ettim, hakiki gibi bir ses. "Bu mu kurusıkı" dedi. "Tabii, yerde kurşun izi yok" dedim. O silah şu anda Vakıf’ta, babamın çekmecelerinden birinde anı olarak durur.