Ragıp Duran
Bağlamışsın halatı babaya ama baba sağlam mı acaba?
Biri dörtte üç yandaş diğeri dörtte beş yandaş iki köşe yazarının çok düşük düzeyli kapışması gündeme geldi bu aralar. Polemik desen değil, tartışma desen değil, mahalle kavgası sanki. Karşılıklı hakaretler, ithamlar gırla. İlginçtir, birbirleri hakkında söyleyip yazdıklarının çoğu doğru. İktidar içi ihtilaf desek herhalde en doğrusu. Belki de yüzsüzler savaşı. Her iki taraf da kendisini garantiye almaya çalışıyor. Nafile aslında…
Twitter’da bir arkadaş bence çok güzel bir saptama yapmış. Bir başkası sormuş, ‘’Ahmet’le Cem arasındaki düelloda hangi tarafı tutuyorsunuz?’’ diye. Cevap şahane: Düelloyu!
Aslında mesela Nazım Hikmet’le Peyami Sefa arasındaki polemiği hatırlar bilenler. Ya da Sabiha Sertel ile Hüseyin Cahit Yalçın ve A. Emin Yalman arasındaki münakaşayı. Daha yakın zamanda Mümtaz Soysal ile Nazlı Ilıcak’ın kalem kavgasını. Bu üç düelloda da farklı dozlarda bir içerik kalitesi vardı, bir düzey vardı. İyi polemik fikir açar, bilgimizi artırır, mücadele yöntemi olarak hazır cevabın, mizahın önemini hatırlatır. Ayrıntılı bilgi için Emin Karaca’nın kitabında çok sayıda örnek var.
Mevcut kapışmada bunların hiçbiri yok. Olamazdı da zaten.
Bizim toplumun büyük bir çoğunluğu kavgadan, kapışmadan, zıtlaşmadan zevk alıyor sanki. Acaip yani anlamsızca koyu bir taraftarlık ateşi sinmiş ruhlarına. Hepsi de bağıra çağıra, gladyatörü savunuyor ve kahramanının bir an önce rakibini öldürmesini bekliyor. Bilgi olmayan yerde inanç, tahlil olmayan yerde dogmatizm ön plana çıkıyor. Ayrıca atanmış sadizm…
Bugünkü medya da bu ihtiyaca fazlasıyla karşılık veriyor zaten.
Mesele kuşkusuz sadece kişisel değil. Gazeteciliğin katledildiği bir diyarda gazetecinin varlığından bile söz edemiyoruz. Dönem, yandaşlık hatta yalakalık dönemi. Hayatta kalabilmek için, işini, mevki ve makamını korumak için iktidara yaranmak şart. Gazetecilik out, propagandistlik in! Bu cenahta mücadelenin esası, iktidarla muhalefet arasında değil artık. İktidar kalemşörlerinin hangisinin daha Reisçi olmasıyla ilgili. Bu alanda ideal sloganlar şöyle: ‘’En iyi köpek benim!’’, ‘’En iyi ben havlarım!’’, ‘’Sahibimi en iyi ben korurum!’’(Başta köpekler ve eşekler olmak üzere hayvanların maalesef hep kötü çağrışımlarla anılması tabii ki hoş değil. Ama sloganlar o cenahın sloganları)
Öyle bir ortam yarattı ki iktidar, bağımsız ve özgür, yani normal gazetecilik yaparsan, önce işinden oluyorsun, sonra da hapsi boyluyorsun. Ya da birileri gelip öldüresiye dövüyor seni.
Onayladığım anlamına gelmesin tabii ama, mesleğin özünü, içeriğini, misyonunu, namusunu bilmeyen ya da kabul etmeyen genç/yaşlı gazeteci taslakları da ‘’Ben yoluma bakarım. Bugün Reis’i yarın da onun yerine geleni desteklerim. Eleştiri meleştiri yapıp başıma dert mi alacağım? Eve, çoluk çocuğa kim bakacak sonra?’’ diye düşünenler var mutlaka. Mesleğini hatta kendini böyle inkâr edenler kurtulacak mı sanıyorsunuz?
Bir de bu istibdat rejimine gönülden inanmış gibi davrananlar var. Aslında oradan nemalandıkları için inanmış gibi görünmek zorundalar ve akıl dışı gerekçeler üretmek zorunda kalıyorlar. Ya da bazen işte mikrofon filan açık kalınca pıt diye bir cümle çıkıyor ki… Yıkılıyor sahne filan.
Onlar halatı bağlamış bir kere Reis’e, halat koparsa sürüklenip giderler denizin dibine. Halat hiç kopmasa da bir gün Reis babayla birlikte yosunlara ulaşacaklar, farkında değiller ya da işlerine gelmiyor. Hayat memat meselesi haline gelmiştir artık onlar için iktidarı korumak ve kollamak. Bu nedenle de azgınca saldırırlar her türlü muhalefet emaresine bile.
Ne var ki, önce Muharrem İnce’nin plastik sonra Ekrem İmamoğlu’nun ince çelikten yarattığı umut ortamı, iktidarın ana sütunlarının sallanmasına sebep oldu. ‘’Reis galiba gidici’’ ihtimali korku salmaya başladı bu cenaha. Çünkü, ‘’o giderse biz mahvoluruz’’ ki doğru. Dümeni çevirmeye çalışan ne çok yandaş var bu aralar dikkat ettiniz mi?
Yandaş medya mahallesi içindeki ağız dalaşlarının temel sebebi de bu olmasın sakın?