Ragıp Duran
Baktın gördün, gördün de anladın mı?
Satın aldığım her kitabı, her dergiyi haliyle hemen tümüyle okuyup bitiremiyorum. Ya yeni bir kitap, dergi giriyor devreye ya da okuduğum ilk kitap, dergi henüz bitmeden ofsayda düşüyor, bir kenara çekiliyor. Sonra karıştırırken kitaplığı ya da yüz bir evrak, dergi arasından güneş gibi sırıtıyor eskiden devre dışı kalmış yayın.
Le Monde Diplomatique’in iki aylık derlemeleri ‘’Manière de Voir’’(Görme Biçimleri) dergisinin, ‘’Ekranlar ve Tahayüller’’ konulu Ağustos-Eylül 2017 sayısında John Berger’in ‘’Kötü Haberler’’ başlıklı yazısı dikkatimi çekti. Tesadüf mü, Berger’in kült kitaplarından biri de zaten ‘’Görme Biçimleri’’dir.
İlginçtir kitabın İngilizce orijinalinin başlığı ‘’Ways of Seeing’’, Fransızca çevirisinin başlığı da yaratıcı: ‘’Voir le Voir.’’ İnce işlere, çeviri akrobasisine girmeyelim şimdi.
Berger, makalesinde, medyada özellikle de TV’de, neo-liberal çağda artık her şeyin satmak, pazarlamak için tasarlandığını, temel amacın çok izlenirlik sağlayarak, reklam gelirini artırmak olduğunu yazıyor. Ayrıca, medya tekellerinin, yurttaşın aptal ve cahil olduğunu varsayarak, kötü haberler verip, onları umutsuzluğa sevk ettiğini böylelikle çaresizliği körüklediğini savunuyor. Ayrı bir mesele.
Aynı zamanda önemli bir resim eleştirmeni olan Berger, TV’nin – ve artık diğer tüm medya mecralarının- görsellik temelinde geliştiğini hatırlatıyor.
Dijital okur-yazarlıktan sık söz ediliyor bu aralar. Ama dijital evrende okunacak yazıdan çok, bakılacak resim olduğu için, neyin nasıl okunacağı ve neyin nasıl yazılacağı tartışma konusu. İstatistiklere göre, sosyal medyada en çok tıklanan mesajlar, hareketli (Video ya da GİF) ya da sabit görüntülü mesajlar. Tek başına yazı, artık neredeyse kuru bir mesaj sayılıyor. Harcıâlem konuları ele alan YouTube kanalları kısa sürede milyona varan takipçi sayısına ulaşabilirken ciddi, kaliteli haber siteleri çok daha az sayıda yurttaşın ilgisini çekebiliyor. Görselliğin İstibdatı’ndan yakınan iletişimciler artıyor.
Benim kuşağım, TV ile üniversite sonrasında tanıştı. Şahsım, Londra’da BBC’de çalışırken (1983-87), İngiliz yayıncılık kuruluşu reklam yayınlamazdı. Şimdi reklam da var, kiralık yayın saatleri de…
2000 yılında Küba’ya gezmeye gitmiştim. TV, sadece akşamları, 3-4 saat yayın yapıyordu. Reklam filan da yoktu. Şimdi durum değişmiştir herhalde.
Benzetme ne kadar uygun bilmem: Ama bugün sağlığın neo-liberal versiyonunda özel hastanelerle ilaç sektörü ne ise iletişim/medyanın kapitalist versiyonunda da TV ve reklam aynı şey.
Oysa ki daha 1978 yılında, reklam ve halkla ilişkiler sektöründen gelen Jerry Mander, ‘’TV’nin Ortadan Kaldırılması İçin 4 Gerekçe’’ başlıklı kitabında TV’nin kapitalist dünyadaki işlev ve amacının doğurduğu tehlikelere dikkat çekmişti. Egemen ideolojik iktidar kitabı görmezden geldi.
Reklamla gazetecilik arasında ilginç hatta tehlikeli ilişkiler var. Ben 80’li yıllarda, Nezih Demirkent’in Dünya gazetesinde ve Atilla Öğüt’ün Mesaj (Creative Review’ün yerli versiyonu) dergisinde reklamcılık sektörü gazeteciliği yapmıştım.
Yeni öğrendim: Fransa’da ilk gazeteyi çıkaran meslek atamız, Théophraste Renaudot, işe önce reklamcılıkla başlamış. Hatta reklamcılıktan kazandığı para ile gazetesini finanse etmiş. Birkaç asır sonra Fransa’nın en ünlü (En şaklaban) reklamcısı Jacques Séguéla ise gazetecilikten reklam dünyasına transfer olacaktı.
Türkçeye Fransızcadan geçen ‘’Réclame’’ sözcüğünün etimolojisi çok şey anlatıyor: Aslında bir av deyimi. Ve avlanacak hayvanı aldatmak için onun sesine benzer bir ses çıkarmak ya da hoşlanacağı bir kokuyu salmak. Kısacası tuzak kurmak. Zaten bugün de yurttaş, reklamlar aracılığıyla bir malı ya da hizmeti satın almaya davet ediliyor. Hile ile!
Daha sonraları Adbusters (Reklam kırıcılar) hareketinin siyasi, ideolojik, toplumsal ve kültürel anlam ve değerini anlamıştım. TV’de, radyoda ya da yazılı basında ve tabi ki İnternet’te reklam geliri temelli gazetecilik ve haberciliğin binbir sakıncasını görmek/anlamak zor olmasa gerek.
Çağdaş iletişim literatüründe, medyanın mevcut yozlaşmasına karşı yaygın çözüm önerisinin kamu yayıncılığı olduğunu biliyoruz. Bizde ne yazık ki kamu yayıncılığı, eskiden ve halen devlet yayıncılığı olarak algılanıp uygulandığı için, kısa vadede cazip bir çözüm olarak gündemde değil. Oysa ki kamu yayıncılığı, sadece kamu çıkarını savunan bir yayıncılık anlayışı değil. Bu tür bir içeriğin kamu geliri ve denetimi ile yapıldığı bir mecra. Dolayısıyla özel sektörün reklam gelirleriyle değil kamu maliyesi yani yurttaşın vergileriyle finanse edilen bir model.
İletişim biliminin kurucusu Marshall McLuhan’ın bilimsel deneyler sonucunda saptadığı üzere, görsellik, beynimizin sağ yarım küresi tarafından algılanıp işleniyor. Bu yarım küre duygularımızın yöneticisi. Okuma faaliyeti ise sol yarım kürenin işi. Bu bölüm düşünce, fikir üretiminin koordinatörü.
İnsanı diğer canlı varlıklardan ayıran en önemli nitelik, düşünmesi, fikir üretmesi olsa gerek. Bu işlem, öyle otomatik olarak gerçekleşmiyor. Maalesef!
Sadece görsellikle, sadece bakarak hatta görerek düşünmek, fikir üretmek imkânsız.
İmaj Felsefesinin kurucusu Marie-José Mondzain’in kitapları (Terörizmin İmajı/İmajın Terörizmi; Bakışların Ticareti; İmaj Öldürebilir mi?; Homo Spectator; Ne Görüyorsun?) bu konuda bize çok şey öğretiyor. Son kitabı ‘’Kelimelerin, İmajların ve Zamanın MÜSADERE’’sini hala bitiremedim.
Sonuç olarak, belleğinin kütüphanesi ne kadar zenginse; sentez, analiz, kıyaslama kapasiten/yeteneğin ne kadar gelişmişse; metinlerarası anlam köprülerini ne kadar sağlam kurabiliyorsan, o kadar iyi fikirler üretebilirsin.
Ekrana, ekranlara hatta tablolara baka baka değil.