Basın emekçilerinin 72 yıllık hak kavgası...
Asgari ücretler konusunda TGS ve Basın İş'in yaptıkları son açıklamaların basında sendikal mücadelemizin önemli dönüm noktaları üzerine anımsattıkları...
Türkiye'de bundan 72 yıl önce başlamış olan gazetecilik yaşamımın tamamı, bir yandan basın özgürlüğünü savunmak için Gazeteciler Cemiyeti, öte yandan basın emekçilerinin sosyal haklarını savunmak için Gazeteciler Sendikası saflarında mücadeleyle geçti. Sürgün yıllarında da Türkiye'deki meslektaşlarımın bu iki alandaki mücadelelerini yakından izleyip dünya kamuoyuna yansıtmayı, uluslararası meslek kurumlarının bu mücadelelere desteğini sağlamak için tüm olanakları kullanmayı görev bildim.
Geçtigimiz hafta bu konuda Türkiye'den gelen üç haber, beni de, aynı mücadelenin militanı olan İnci'yi de son derece sarstı.
Artı Gerçek'te yayımlanan bir haberde, asgari ücreti belirlemek amacıyla hükümet-işçi-işveren temsilcilerinden oluşan komisyonun Aralık ayında toplanacağı, bu toplantıda ilk kez bir çalışan gazetecinin de bulunacağı belirtilerek, toplantıya katılacak gazeteci Sezer Özseven'in şu sözlerine yer veriliyordu:
"Şu anda asgari ücret 17 bin 2 lira. Çalışanları kira dışında asıl etkileyen gıda fiyatları. Krediyle geçiniyoruz. Ev değiştirirken de krediyle çıkıyorsunuz. Çünkü, geçen sene eve çıktığımızda 15 bin lira kira, emlakçı, 15 bin depozito, taşınma, su, elektrik açma- kapama bedellerini eklediğinizde yaklaşık 63 bin TL nakit paraya ihtiyacım vardı. Biz bunu kredi çekerek karşılamıştık. Kredi taksitlerini de ödeyebilmek adına aslında tekrar kredi çekmek zorunda kalıyoruz. Asgari ücretin mutlaka 25 binin üzerine çıkması gerekiyor."
Türkiye Gazeteciler Sendikası Genel Başkanı Gökhan Durmuş, gazetecilerin 2024 yılındaki durumu konusunda şu açıklamayı yapmıştı: "Türkiye adı konulmamış büyük bir ekonomik krizin içerisinde, büyük bir yoksulluk ve açlık yaşanıyor bu ülkede. Ekmek kuyrukları, et kuyrukları… Emeklilerin, memurların ve işçilerin geçinemediğini tüm ülke görüyor. Bu tablodan elbette örgütlülük oranı Türkiye genelinin altında olan gazeteciler de nasibini alıyor. Gazeteciler bu dönem yaşadıkları kadar yoksullukla boğuşmadılar."
DİSK'e bağlı Basın İş Sendikası da, 2024 yılı raporunda "Gazeteciler açlık sınırında yaşıyor. Sektörde sadece 10 yıldan fazla kıdemi olanlar 30 bin TL’den fazla kazanırken, altında çalışanların çoğunluğu ortalama ücretten daha düşük bir maaşla geçinmek zorunda. 10 yıldan az kıdemlilerin ortalama maaşı ise 22 bin 328 TL. Her 4 basın emekçisinden biri asgari ücrete çalışıyor. Her 10 emekçiden 9'u da 25 bin TL’nin altında ücret alıyor" diyordu.
BASINDA 50 VE 60'LI YILLARIN SENDİKAL MÜCADELESİ
Asgari ücret konusunda bugün yapılan açıklamalar ve dile getirilen istemler beni yıllar önceye götürdü.
Türkiye'nin basın sektöründe ilk sendika, tam da benim gazeteciliğe başladığım 1952 yılında İstanbul'da kurulmuştu. Ertesi yıl da Ankara, Bursa ve Adana'da olduğu gibi İzmir'de de birer Gazeteciler Sendikası kuruldu, ben de genç yaşta İzmir Gazeteciler Sendikası'nın yönetiminde görev üstlendim.
19 Nisan 1958'de bu sendikaların bir araya gelerek Türkiye Gazeteciler Sendikalar Federasyonu'nu kurmaları üzerine İzmir Gazeteciler Sendikası'nı temsilen bu kuruluşun da yönetim kurulunda yer aldım.
Ancak verdiğimiz tüm mücadelelere rağmen, iktidarının ilk yıllarından itibaren basın düşmanlığını ilke edinmiş olan Demokrat Parti'nin engellemeleri ve baskıları nedeniyle gazetecilerin sosyal hakları konusundaki mücadelemiz bir sonuç vermiyordu.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Milli Birlik Komitesi’nin 10 Ocak 1961’de kabul ettiği 212 sayılı yasa, basın mesleğinde çalışanlarla çalıştırılanlar arasındaki ilişkileri yeni bir düzene bağlıyordu. Yeni yasaya göre iş sözleşmeleri artık yazılı olarak yapılacak, gazetecinin yapacağı işin ne olduğu, ücret miktarı ve meslekteki kıdemi sözleşmede net olarak belirtilecekti.
Daha da önemlisi, çalışan gazetecilerin ücretleri her ay başında peşin olarak ödenecek, ödemede gecikilen her gün için ücretin yüzde 5’i tutarında ek ödeme yapılacak, gazeteci işten çıkartıldığı takdirde de kendisine gazetede çalıştığı süre üzerinden değil meslekteki kıdemi üzerinden bir tazminat ödenecekti.
Tabii ki yeni kanun tüm çalışan gazeteciler için sadece sosyal haklar açısından değil, aynı zamanda ifade özgürlüğü açısından da büyük bir güvence oluşturuyordu. Patron artık düşüncelerinden ve yazdıklarından hoşlanmadığı bir gazeteciyi işten çıkartmaya kalkışırsa, ne kadar tazminat ödeyeceğini düşünmek zorunda kalacaktı.
Ancak İstanbul medyasının patronları müthiş bir tepki göstererek, yeni yasayı protesto için gazetelerini üç gün süreyle kapatacaklarını duyurdular. Ortak açıklamalarında Hürriyet, Milliyet, Akşam, Cumhuriyet, Tercüman, Vatan, Dünya ve Yeni Sabah patronlarının imzaları yer alıyordu.
Anımsadığım kadarıyla bu üç günlük kapatma eylemine diğer kentlerden katılan gazete patronu olmadı. Ama İstanbul patronlarının karşı çıkışı tüm Türkiye’de çalışan gazetecilerin sınıfsal konumlarını fark edebilmeleri açısından önemli bir rol oynadı.
İstanbul Gazeteciler Sendikası kapatma kararına karşı derhal tüm çalışan gazetecileri seferber ederek üç gün süreyle Basın adıyla bir günlük gazete çıkarttı. Ayrıca, Bâbıâli’de Vilayet Binası’na kadar süren bir protesto yürüyüşü organize etti.
Tam anlamıyla olmasa da sınıf savaşı bir ölçüde basın işkolunda da ivme kazanmaya başlamıştı.
Ne ki, 212 sayılı yasa çalışan gazetecilere yeni haklar sağlarken, gazetelerin yayınlanmasında en az onlar kadar emeği geçen beden işçilerinin, yani mürettiplerin, baskıcıların, idare personelinin, dağıtımcıların hakları hiç dikkate alınmamıştı. Oysa onlar fikir işçilerine oranla daha ağır koşullarda çalışıyor, çoğu her gün antimuanlı kurşun buharını ciğerlerine çekmek zorunda kaldığından genç yaşta hasta düşüyor, hayatını kaybediyordu.
Dahası, gazeteciler genellikle egemen düzenden yana tavır alırken mürettipler Türkiye’nin sınıf mücadelelerinde daima öncü rol oynamışlardı.
212 sayılı yasa çalışan gazetecilerin lehine olmakla birlikte basında fikir ve beden işçileri arasında ikinciler aleyhine bir ayrım getiriyordu.
O nedenle, yönetim kurullarında bulunduğum İzmir Gazeteciler Sendikası’nda ve Türkiye Gazeteciler Sendikaları Federasyonu’nda daha ileri bir adım atarak fikir ve beden işçilerinin tek çatı altında toplanması, 212 sayılı yasayla gazetecilere verilen hakların teknik ve idari servislerde çalışanlara da tanınması için mücadele vermeye başladık.
ASGARİ ÜCRET MÜCADELESİNDE BİR DÖNÜM NOKTASI
Aynı yıl, çalışan gazetecilerin asgari ücretleri mücadelesinde büyük bir zafer kazandık.
Zorlu bir süreçti... 15 Ekim 1961'de genel seçimler yapılmış, İnönü'nün başbakanlığında CHP ağırlıklı bir hükümet kurulmuştu... Milliyet Gazetesi Ege Bölgesi temsilciliğinden ayrılmış, hem Ankara'daki Öncü Gazetesi'nin muhabirliğini yapıyor, hem de İzmir'deki Sabah Postası gazetesinin redaksiyonunda çalışıyor, köşe yazıları yazıyordum. Yazılarda ağırlıklı olarak dünyadaki devrimci ve anti-emperyalist mücadeleleri tanıtıyordum.
Gazetenin patronu, CHP'li eski maliye bakanlarından Şevket Adalan’dı. CHP kontenjanından da Temsilciler Meclisi üyeliği yapmıştı. Ama yazılarıma tepki gösteren sadece o değildi. Uzun yıllar parti içinde Adalan kuşağına muhalefet eden Dr. Lebit Yurdoğlu, Arif Ertunga, Necip Mirkelamoğlu gibi genç isimler de 1961 seçimlerinden sonra iktidara ortak olur olmaz aynı tahammülsüzlüğü paylaşmaya başlamışlar, hattâ sol düşmanlığında tek parti dönemi kalıntılarını bile geride bırakmışlardı.
Bir sabah gazeteye geldiğimde sorumlu müdür Haldun Gürtin ezile sıkıla, bana gazete yönetiminin kararını tebliğ etti: "Doğan, biliyorum kızacaksın, ama patron senin yazılarından dolayı küplere binmiş, Ankara’dan geldiğinde 'Gazeteyi Pravda’ya döndürmüşsünüz, Doğan artık köşe yazısı yazmayacak...' diye emir verdi."
10 yıla yakın çalıştığım gazeteye veda ettikten sonra tüm zamanımı sendikal mücadeleye verdim. Çalışan gazetecilerin asgari ücretlerini tesbit etmek üzere sendika, patron ve hükümet temsilcilerinin de katılımıyla toplanacak olan komisyonda da çalışan gazetecileri temsil yetkisini İzmir Gazeteciler Sendikası adına ben üstlenmiştim.
Komisyon toplantısından önce bir gazetecinin başka gelir kaynaklarına bağımlı olmadan özgürce çalışabilmesi ve mesleki planda sürekli kendini yenileyebilmesi için alması gereken net aylığın ne olması gerektiğini fiyat endeksleri bazında saptadım. O sıralarda birkaç İstanbul Gazetesi’nin muhabirleri dışında muhabirler ayda 500-600 Lira, sayfa sekreterleri, istihbarat şefleri, sorumlu müdürler ise 900-1000 Lira civarında bir ücret almaktaydı. Benim hazırladığım dosyaya göre, asgari gazeteci ücretlerinin bunun en az üç misli olması gerekiyordu.
Komisyon toplantısında devleti İzmir Çalışma Müdürü, işverenleri ise Ticaret Gazetesi Sahibi Suha Sukuti Tükel temsil ediyordu. Çalışma Müdürü ise işçi hakları konusunda son derece titiz, başka bürokratlara pek benzemeyen bir kişilikti. 212 sayılı yasa çıktıktan sonra da özel görüşmelerimizde çalışan gazetecilerden yana tavrını sürekli vurgulamıştı. Toplantı açılınca ilk sözü bana verdi. Hazırladığım hacimli dosyanın birer kopyasını diğer iki üyeye verdikten sonra sözlü olarak zam isteğinin gerekçelerini anlattım.
Suha Bey âdeta şok geçiriyor, "Doğan, bu kadar ağır bir zammı nasıl teklif edebiliyorsun? Bu zamlar kabul edilirse, emin ol, tüm gazeteler kapıya kilit vurur" diyordu.
Beklediğim bir itirazdı, bunu için de gazetelerin satış rakamlarını ve ilan gelirlerini de ayrı bir dosyada toplamıştım. Onları ayrıntılı olarak açıkladıktan sonra, ücret zamlarından ötürü hiçbir gazetenin kapanmayacağını vurguladım. "Kaldı ki, dedim, daha tatmin edici ücretlerle daha bir şevkle çalışacak olan gazeteciler, hiç endişelenmeyin, gazetenin satış ve ilan gelirlerini daha da yükseltirler."
Oylamada Suha Bey’in muhalif oyuna karşı iki oyla benim önerdiğim asgari ücretler aynen kabul edildi.
Ertesi gün sendika lokaline gidip de yeni asgari ücretleri açıkladığımda kimse sözlerime inanamıyor, şaka yaptığımı sanıyorlardı. Onaylanan dosyayı masanın üzerine serdiğimde tereddüt kalmadı. "Ama daha bitmedi, diye uyardım. Önce patronların bu karar karşısında gösterecekleri tepkilere ve yapacakları şantaja direnmemiz gerek. Tabii yürürlüğe girebilmesi için Çalışma Bakanı’nın da bu kararları onaylaması şart..."
MÜCADELENİN BEDELİ: GAZETE PATRONLARININ KARA LİSTESİ...
Patronların tepkisi gecikmedi... Çalışanlarını alelacele toplantıya çağırıp Asgari Ücret Komisyonu kararının ne denli yıkıcı olduğunu anlattıktan sonra beklediğim şantajı bastırmışlardı: "Bu karar onaylanırsa, gazetelerin kapısına kilit vurmaktan başka çaremiz kalmaz. O zaman kendinizi sokakta bilin."
Haftalık sendika toplantısına gittiğimde, bu karardan dolayı o zamana kadar beni coşkuyla karşılayan, sarılıp öpen bazılarının suratları bir karış, selamımı dahi almaktan kaçar gibiydiler. "Yaptığını beğendin mi? Bu kadar yüksek zam çıkarttırılır mı? Patronlar gazetelerinin kapısına kilit vuracaklar. Haksız da değiller... Sokağa atılırsak vebali boynuna..."
Onlar sokağa atılmadı, ama gazete patronları böyle bir karar çıkarttırmış olduğum için beni derhal kara listeye koydular, Sabah Postası'nın dışındaki diğer gazetelerde de çalışma olanağım kalmadı.
Bunun üzerine, Ankara'ya gidip Öncü Gazetesi'nde birikmiş aylıklarımı da tahsil ederek "göçmen işçi" olarak İngiltere'ye gitmeye karar verdim.
Çalışma Bakanı Bülent Ecevit'in, eski bir çalışan gazeteci olduğu halde, asgari ücret kararlarını bir türlü onaylamaması da endişeleri artırıyordu. Sendikadan beş kişilik bir heyet oluşturarak Ecevit'le görüşmek üzere Ankara'ya birlikte gittik.
Ecevit bizleri bakanlıktaki makam odasında kabul etti. Bir süre bazı projelerinden bahsettikten sonra, "Biliyorum, asgari ücret kararlarının gecikmesinden şikayetçisiniz. Ama öylesine tepki, özellikle gazete sahiplerinden o kadar baskı geliyor ki..." dedi.
"Sayın bakan, bizimki de gazete çalışanlarının tepkisi" diye karşılık verdim. "Yıllarca bizlerle aynı yaşam koşullarını paylaştınız. Hükümette bizi en iyi anlayacak şahsiyet sizsiniz. Dosyadaki verilerin sırf patronlardan gelen baskı yüzünden göz ardı edilmesi mümkün değil."
"Bir dakika, ben dosyayı incelemek fırsatı bulamadım, ama müsteşarımız ayrıntıları iyi biliyor" diyerek iç telefonla müsteşarın makamına gelmesini rica etti. Hayli kelli felli, tam bir yüksek bürokrat görünüşüne sahip müsteşar makam odasına girdiğinde gördüklerimiz karşısında hepimiz donup kalmıştık. Sanki bu zat bakan, Ecevit ise onun maiyetinde birisi...
Ecevit İzmir Asgari Ücret Komisyonu’nun kararı konusunda görüşünü sorduğunda, müsteşar yukarıdan ve çok bilmiş bir edayla yeni asgari ücretlerin kabul edilemez olduğunu, patronların ve partilerin tepkisini göz önünde tutmak gerektiğini söyleyerek kestirip attı.
Eski meslektaşlarının önünde kendisini küçük düşüren bu tavırdan hayli rahatsız olmuş olmalı ki, Ecevit teşekkür ederek müsteşarını bürosuna gönderdi, sonra bize dönerek "Yine de ben elimden geleni yapacağım" dedi. "Ankara ve İstanbul’daki çalışan gazeteciler de destek verirlerse onaylamam daha kolay olur..."
Bu görüşmeden sonra hem Ankara’daki, hem de İstanbul’daki sendikalarla görüşmeler yaptım. O illerin asgari ücret komisyonlarında İzmir’dekilerle kıyaslanamayacak kadar düşük ücretler kabul edilmişti. Sendikaların baskısıyla bu illerin ücretleri de bakanlık katında İzmir’dekilerin seviyesine çıkartılmalıydı.
Ankara ve İstanbul'daki sendikacı arkadaşlarla görüşerek "Bakın, bu ücretler yüzünden ben bugün işsizim ve göçmen işçi olarak Türkiye’den ayrılacağım" dedim, "Kavgayı mutlaka olumlu sonuçlandırmalısınız..."
Son olarak İzmir’de ailemle, arkadaşlarımla vedalaştıktan sonra Haziran 1962 başında İngiltere yoluna koyuldum.
Yüksek ekonomi ve ticaret okulu mezunu olduğum için, Avusturalya'daki bir muhasebe firmasında yüksek ücretle çalışmak üzere Londra'da bir ön anlaşma yapmış, gitmeye hazırlanıyordum ki, İzmir'deki yakın mücadele arkadaşlarımdan Avukat Suha Çilingiroğlu'dan gelen bir mektup herşeyi değiştirdi.
Bir yıl önce kurulduğu halde tüm beklentilerimize rağmen hiçbir faaliyet göstermemiş olan Türkiye İşçi Partisi Mehmet Ali Aybar’ın genel başkanlığında tüm yurtta örgütlenmeye koyulmuş. İzmir’de de çok sevdiğim sendikacı dostum Rahmi Eşsizhan’ın başkanlığında yönetim kurulunu yeniden kurmak üzere ilk temaslar başlamıştı.
Suha, mektubunda, “Biz bütün arkadaşlar bu örgütlenmede yer alacağız. Sen de ne bahasına olursa olsun hemen İzmir’e dönüp parti çalışmalarına katılabilsen ne kadar iyi olur,” diyordu.
Sevinçle “Yaşasın!” diye bağırmışım. Pansiyoncu kadın merakla yanıma koşup ne olup bittiğini sorduğunda "Londra bitti artık, demiştim. Gidiyorum…"
Avustralya’ya gitmek niyetinde olduğumu bildiği için sormuştu: "Ne zaman? Gemiyle mi? Uçakla mı?"
"Ne gemiyle, ne uçakla... Trenle... Avusturalya’ya da değil, Türkiye’ye!"
Türkiye'ye döner dönmez de hem Türkiye İşçi Partisi'nin İzmir il yönetim kurulunda yer alacak, hem de İzmir Gazeteciler Sendikası ile Türkiye Gazeteciler Sendikaları Federasyonu'ndaki sorumluluklarımı yeniden üstlenecektim.
Üzerinden 62 yıl geçtikten sonra Türkiye Gazeteciler Sendikası'na da, DİSK Basın İş'e de hem düşünce ve basın özgürlüğü için, hem de çalışan gazetecilerin sosyal hakları için verdikleri mücadelelerde başarılar diliyorum.
Doğan Özgüden kimdir?
1952’den itibaren İzmir’de Ege Güneşi, Sabah Postası, Milliyet, Öncü gazetelerinde çalıştı, 60’larda İstanbul’da Gece Postası ve Akşam Gazetesi genel yayın yönetmenliği yaptı. 1967’den itibaren eşi İnci Tuğsavul, Yaşar Kemal ve Fethi Naci ile birlikte sosyalist Ant Dergisi’ni yayınladı. Gazeteciler Sendikası, Gazeteciler Cemiyeti, Basın Şeref Divanı ve Türkiye İşçi Partisi yönetimlerinde bulundu. 12 Mart 1971 darbesinden sonra Türkiye’den ayrılarak yurt dışında Demokratik Direniş Örgütü, İnfo-Türk Haber Ajansı ve Güneş Atölyeleri, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Demokrasi İçin Birlik örgütü kurucuları arasında yer aldı. Evren Cuntası tarafından 1982’de eşiyle birlikte Türk vatandaşlığından çıkartıldı. 12 Mart rejimine karşı Direniş Belgeleri, 12 Eylül rejimine karşı Kara Kitap adlı İngilizce, Türkiye’deki ve sürgündeki yaşamını ve mücadelelerini anlatan iki ciltlik “Vatansız” Gazeteci ve yedi ciltlik Sürgün Yazıları adlı Türkçe ve Fransızca kitapları bulunuyor. Kurulduğu tarihten beri Artı Gerçek'e yazıyor. (https://www.info-turk.be/ozguden-tugsavul-T.htm)