Aytül Hasaltun Bozkurt

Aytül Hasaltun Bozkurt

'Bilirsiniz, bize hep dik durmamız söylenir'

'Kim-lik ile değil daha çok ne-lik ile ilgiliyim sanırım'

Doğru; bize hep dik durmamız söylenir. Ama sanırım bu dik durma halini, gerçeğimizden başka bütün alanlarımız için uyguladık da gerçeğimizle direkt bağlantımız ve asıl mekanımız olan bedenimizde, hala sallanıyor olmalıyız, ki Bilgesu da bizi oradan yakalamış. Halbuki başımız arşa uzanırken, ayaklarımızla bastığımız toprağı hatırlasak; arzularımız bir yana toprağın, havanın, suyun, kurdun, kuşun bizi şekillendirmesine izin versek, ihtiyaçlarına kulak kesilsek, şüphesiz dünya başka bir dünya olurdu. Elbette hala umut var; dünyanın her yanında, sanıldığının ya da görünenin aksine siyasi iktidarlar değil, gün içerisinde yaptığımız onlarca seçimle üreten/yaratan bizler belirliyoruz tarihi. Buna yürekten inanıyorum. Hızın aklımızı aldığı bir çağda; sahnede tek başına, sadece bir masa ve oturma yeri olmayan boş sandalyesiyle, 40 küsur dakika, ekran başındaki sahneye gözümüzü dikmemize sebep olan Bilgesu, umudumu yeşertenlerden biri. Umarım Siz de en az benim kadar seversiniz Oyun veya Rasputin’i ve yaratıcısı Bilgesu Savcı’yı… İyi okumalar dilerim. 


Ben çok şey merak ediyorum mesela bağımsız sanatçı mısınız ve eğer öyleyse Türkiye koşullarında hem kadın hem bağımsız hem sanatçı olmak ile ilgili neler yaşıyorsunuz?

TOPLUMSAL CİNSİYETİ TANIMADIĞIM İÇİN ERKEKLERİN DE İÇTENLİKTEN UZAK, OTOMATİKLEŞMİŞ ERKEKLİK HALLERİ BENİ İLGİLENDİRMİYOR

Bağımsız çalışıyorum evet. Oyun veya Rasputin’in son döneminde, bir arkadaşım el attı sağ olsun. Öyle bir işbirliğine dönüştü. Kadın olmak, pek üstlendiğim bir kimlik değildir; bir canlı olarak görüyorum kendimi; öyle yaşıyorum. Toplumsal cinsiyet diye bir kavram da var elbette, ama bana bir şeyleri anlamak için kavram setleri oluşturuyor ve sonra onların içine fazla hapsoluyoruz gibi geliyor. Toplumsal cinsiyet de ne olduğunu bildiğim, ama varlığını tanımadığım, üstlenmediğim bir kavram daha çok. Dolayısıyla kadınlık da öyle. Ha, biyolojik cinsiyetim kadın elbette. Toplumsal cinsiyeti tanımadığım için erkeklerin de içtenlikten uzak, otomatikleşmiş erkeklik halleri beni ilgilendirmiyor. Bir insanın, -kadın veya erkek farketmiyor- davranışına bakıyor, o an sezgim, hissim ve düşüncem ne ise ben de ona göre öyle davranıyor oluyorum. Dürüstlüğü elden bırakmamaya çalışıyorum. Önyargısız ve dürüst olmak iki temel şiarım diyebilirim.  Tabi bazen anlamın karşı tarafa geçmediği anlar da oluyor. Öyle zamanlarda tekrara düşen ve işlevsiz davranış kalıpları ile -ki erkeklik halleri dediğim de bu- kendimce baş etme yöntemlerim var. 

Sanatçı kimliği de öyle aslında. Kim-lik ile değil daha çok ne-lik ile ilgiliyim sanırım. Yani canlıyım, dişiyim, şunları şunları yapıyorum gibi… Dişiyim demiyorum aslında pek, zaten öyle olduğum ortada değil mi?…  Sanatla ilişkime ise henüz çok dışarıdan bakma fırsatım olmadı ve bunu yapmak ister miyim emin değilim. Yani ‘Ben bir şeyler yapayım ve insanlar buna ne diyorlarsa desinler, ben orasını düşünmeyeyim.’ diyorum daha çok. Çünkü yine "sanatçı" demek bir çok imgeyi beraberinde getiriyor ve bu kez de üstünüzde onu taşımak gerekiyor gibi. Sanırım insanlarda beklenti oluşturacak şeylerden kaçınıyorum. Çünkü bu üretim sürecine bazen olumsuz etkiyebiliyor. Zamanla bunu aşabilirim belki. Şimdilik daha çok oyunculuğu becermek gayem. 

MADDİ koşulları hatırlayınca ve sahne sahİplerİnİn de İnsan olduklarını unutmadıkça, devam edebiliyorsunuz

Bağımsız olmanın fiziki veya ekonomik koşullar açısından yarattığı durumu ise şöyle yaşıyorum: Siz çalışmak, bir şey yapmak isteyince her zaman bir yol bulunuyor diyebilirim.  Ankara’da farklı farklı sahnelerde, isimlerini de anayım, Haymatlos Mekan’da, Sahne 367’de, Farabi Sahne’de, Fade Sahne’de çalıştım. Kapılarını açtılar sağolsunlar. Tabi sizin de esnek olmanız gerekiyor. Neticede buralar, bir yönüyle de ticari mekanlar. Yani para kazanmaları gerekiyor. Bu yüzden sahne kullanımı açısından öncelikleri kısa vadede mekanın maddi ihtiyaçlarını karşılayabilecek işler oluyor. Sahnede size ayrılan zaman açısından söylüyorum bunu. Bununla baş etmek biraz yorucu olabiliyor. Durumun farkında olsanız da, bazı günler umutsuzluğa kapılabiliyorsunuz. Ama maddi koşulları tekrar hatırlayınca ve sahne sahiplerinin de insan olduklarını unutmadıkça, devam edebiliyorsunuz. Ha bir de işinize sadık olmak. ‘Şimdi sahnede çalışamıyor muyum? O zaman şu işi halledeyim…’ gibi. Kaçan ilhamlar olabiliyor ama zaten ilham sadece bir kıvılcım oluyor çoğu kez. Sanırım bir işi başkalarıyla, başka koşullar içinde sürdürebilmenin önemli bir kısmı, karşıdakiyle ilgili yargılar üretmemekten geçiyor. Zaten bir pürüz çıktığında çözüme odaklandığınızda, yargı üretecek vaktiniz de kalmıyor aslında. İnsanları yargılamadığınızda, siz bir an kırılsanız da sonra geçiyor. Nezaketi ve dürüstlüğü elden bırakmadıkça devam edebiliyorsunuz. Yorulsanız da geçiyor ve dediğim gibi siz de onlar da işinize odaklanıyorsunuz zaten. Hiç dalmamanız gerekiyor bir de. Yani Türkiye’de yaşamayı sevmemin -gerçi başka bir ülkede yaşamadım ama başka bir ülkeye taşınmayı da hiç düşünmedim- hep ayık olmak zorundasınız ve bu güzel bir şey bana göre. Bir de tek başına çalışmanın bilgiyi devamlı artıran bir yapısı var. O zaman da daha yavaş oluyor, gözünüzden kaçan şeyler olabiliyor ama dediğim gibi yola daha yeni çıktım ve acelem yok. Bazen konfor da iyi ama zamanla olacaktır. Ben yola daha yeni çıktım. Bu geçtiğimiz gösterimde Solfasol Tv ekibi, teknik konularda yardımcı oldu. Ama her şeyi tek başınıza halletmeye alışınca ve birileri "bu bizde" dediğinde "e ben napıcam şimdi" dediğimi hatırlıyorum. Tabi buldum sonra yapıcak bişeyler. Hoşuma gitti tabi yardım almak. Onlara da teşekkür edeyim bir kez daha buradan. 

Oyununuzu kendiniz yazmış ve yönetmişsiniz, eminim arkada kalabalık bir ekip de var ama yazan yöneten ve oynayan olmak, üstelik sahnede tek olmakla ilgili sürecinizi nasıl yaşadınız? Kolaylıkları ve zorlukları var mıydı?

Oyunculuk eğitimi aldıktan sonra dahil olabileceğim bir yapı yoktu ve tek kişilik olması fikri oradan çıktı. Sonrasında ise güncel ve çarpıcı bir dille yazılmış bir metin çıktı karşıma ilk evvela onu oyunlaştırmak istedim. O metnin yazarının kendisinin böyle bir planı vardı, o yüzden o olmadı. Önümdeki oyun külliyatının büyüklüğünün farkında olduğumdan ve araştırma kısmında fazlaca kalabileceğimi düşünerek - bir an evvel çalışmaya başlamak istiyordum- ‘Neden yazmayı denemiyorum ki?’ dedim.  Sonra cennet gibi bir yerde ‘Oyun veya Rasputin’i yazdım öyle kendiliğinden, ‘şunları şunları anlatayım!’ demeden. Sonra Ankara’ya döndüm ve provalara başladım. İlk üç ay yalnız çalıştım. Yalnız çalışmak kendi kendine öğrenmek, devamlı keşfetmek gibi uzamsız ve zamansız bir süreçti. 

Oyunu yazarken, hayal ederken, o süreçte şehirden uzakta olmanın, bedenimle ilgili de farkettirdiği bir yığın şey olmuştu. Yani şehir mekanlarının köşeli sınırları ortadan kalkınca, bedeninizin yaratıcılığını, kendiliğinden içinde bulunduğu halleri gözlemlemek çok ilginç ve heyecan verici oluyor. Yani bedeniniz şehirdeki gibi devamlı kontrol edip sıkıştırmak zorunda kaldığınız bir şey olmaktan çıkıyor, esniyor, genişliyor, cesaretleniyor ve yapıyor. Tahmin dahi edemeyeceğiniz şeyleri yapıyor. Zihin ve beden bütünlüğü oluşuyor. Daha az konuşuyorsunuz örneğin, daha az konuştukça bedeniniz alıyor bu kez ifade gücünü eline. Yapmak istediğim şey, şehir dışında oluşan bu açıklığı ve esnekliği sahnede de sürdürmekti. Bunu sürdürmek ve ezber edilmemiş hareketlerle aynı açıklıkla, aslında yazılı olan metinle her defasında yeniden, doyurucu bir iletişim kurmaktı planım. Her oyunda karakterin ana özelliklerine sadık kalarak metinle ve seyirciyle yeniden doyurucu ve açık bir iletişim kurmak. Böylece tekrar bir laboratuvar oluştu. Bu kısım hem çok eğlenceli, hem de zordu. Sanırım her zaman değilse de bazen birinin gelip size müdahale etmesi gerekiyor. Bazen akıllıca sorulmuş bir soru, yalnızca bir soru veya minicik bir yorum sizi müthiş bir çıkmazdan kurtarabiliyor.  Merve’nin sürece katılmasıyla bu laboratuvar başka bir şeye dönüştü. Benim baştaki amacım ile bir başka gözün, kimi zaman araştırmaya, kimi zaman da bir öncekinin aynısını aramaya yönelmesiyle (yani yönetmenin baktığı yerde aynı şeyi görme isteği) birleşip, sanıyorum melez bir şey çıktı ortaya. Ama sahnede tek olmak muhtemelen devam edeceğim -bu oyun nezdinde- ama hep böyle devam etmesi için çaba göstermeyeceğim bir durum :)

Sahnedeyken, gösterim esnasında biraz sıkıldığımı hatırlıyorum. Seyirci olsa daha farklı olurdu diye hayal ediyorum. Tabi seyircinin katılımı, o an, oradalığı da önemlidir. Yani ekranları başında, sizi izleyen birileri var ama bu bilgi o anın karşılaşma hissine, yahut gerçekliğine pek hizmet etmiyor oyuncu açısından. Bir yerde, bir an, yayının rejisiyle uğraşan arkadaşların yanına gitmek istedim oyunu bırakıp. Yine de bir çok insana ulaştı, bu güzeldi. Görmesem de birileri seyredecekti, aynı şeye bakıyor olacaklardı.  Kayıttan değil de canlı olması da bu yüzden güzeldi. Bu kez sahnede olanlara birileri de tanık olacaktı. Yaptığım şeyin, gerçeklik katsayısının artması gibi bir şey. Bunu bilmek güzeldi. Tüm yaratım sürecinin son halkası, yani yaratının, bir katman daha dışa açılması gerçekleşmiş oldu. Bu açıdan memnunum. 

Biraz oyununuzdan bahseden misiniz? Oyununuzda neler var/neler oluyor/göstermek veya işaret etmek istedikleriniz nelerdi?

Bİr şeyİn yaratım anında, ‘Şunu dİyeyİm ve bunu şununla anlatayım…’ gİBİ çalışmıyor benim zİhnİm

Yani aslında işaret etmek istediğim bir şey vardı diyemem, daha doğrusu öyle bir motivasyonum yoktu diyeyim. Aslında buna ihtiyacımız olduğunu da düşünmüyorum. Yani insan türü olarak neler yapıyor ve bu yaptıklarımız nasıl sonuçlar doğuruyorsa biz hepimiz bunun farkındayız, ya da bunu istersek görebilecek kapasitedeyiz. Ama şöyle şeyler düşünüyorum; temelde çok küçük yaşlardan itibaren rahatsız olduğum bir şey vardı o da insanların sözleri ile davranışları arasındaki tutarsızlıktı. Bir de devamlı aynı hataları yapıyoruz. Hem de büyük hatalar. Çok büyük haksızlıklara neden olan hatalar. Bu da demek oluyor ki mantığımızı pek kullanamıyoruz ya da zihinsel bir tembellik söz konusu. Kendi yaşamımdaki olgulara baktığımda bile görebiliyorum bunu. Sanırım bu durum oyuna yansıdı. 

Oyunda birinin, adı Rasputin olan ama bunun da pek bir önemi bulunmayan birinin çıkıp bir şeyler anlattığına tanık oluyoruz. Oyun oynamak için boş bir alan buluyor, orada duyduğu müzikle kendini dansa kaptırıyor, oyun oyun oynuyor ve sonra yalnız olmadığını fark ediyor. Gitmek istiyor önce, zaten türdeşlerinden uzakta yaşıyor; sonra bir anlık refleksle kalıveriyor. Aklına bir fikir geliyor, hikaye anlatma fikri. Sonra hikayeyi duyduğu biçimiyle, aktarmaya başlıyor. Bu başka bir hikayede olabilirdi, ama o duyduğumuz hikaye oluyor. Hikayeyi yer yer bölüp, anlattığı şeye refleksini görüyoruz aralardaki bölümlerde de. Sonra sıkılıyor, yoruluyor ve çıkıp gidiyor. 

Bir şeyin yaratım anında, ‘Şunu diyeyim ve bunu şununla anlatayım…’ gibi çalışmıyor benim zihnim. Bir şey çıkıyor önce, sonra ona dışardan bakıp ‘A! Bu şu şu anlamlara gelebilir…’ diye sonradan düşünüyorum. Çünkü bir başkasını düşünmeye başladığınız anda ve yerde zaten birine bir şey anlatma çabasına giriyorsunuz ki bu en çok kaçtığım yer. Bir diğerinin fikri girdiği anda oradan uzaklaşıyorum. Yani ‘Mülteci meselesini ele alayım ve onun hakkında yazayım…’ falan demedim. En son çalıştığım tam zamanlı işte mültecilerle çalışmıştım, o yüzden öyle bir anlatı çıkmış olabilir.

Bütün oyun boyunca neredeyse bir dans sanatçısı kadar ustaca beden kullanımınız vardı. Bedeninizle ilişkinizi sormak isterim ve özellikle seçtiğiniz postür ile ne veya neyi anlatmak/göstermek istediniz?

Bilirsiniz, bize hep dik durmamız söylenir. İnsanın homo sapiens olması, yani bildiğini bilen, olması, zihnimizin üstünden bir üst zihin gibi kurulan ve bizleri kendimiz hakkında düşünmeye iten, böylece bizi salt oluş halinden, kendi hakkında düşünen ve modern bir özne haline getiren evrimin ve sosyal evrimden uzaklık diyebilirim. Ama oyunla ilgili ilk bu postürün çıktığını söyleyebilirim. Dedim ya oyunu tasarlayarak, önceden düşünerek yazmadım, ama bu postür hep aklımdaydı. Kendi kendime bir şeyler denerken çıkıvermişti. Sonra birleşti. Dik durabilen, ama durmayan bir canlı Rasputin. Dik durmak biraz gururlu veya kibirli diyelim, canlıların en üstünü olduğunu düşünen; düşünen ve dalan, yaşamına dair, en yakınındaki gerçekliğe dair refleksleri körelmiş, aktif ve gerçekçi eylemler yerine derin derin düşünmekle oyalanan ve dolambaçlı yoldan giden ve içimizdeki bilgeyi öldüren modern özneyi çağrıştırıyor sanırım. O yüzden Rasputin’in böyle durmasını istemiş olabilirim. Düzgün ve güzel, dik duruşlu olmasın. Bir de beli bükülmüş de olabilir tabi, yalnız olduğu için. Yani tüm bu mantıksızlıklar içinde beli bükülmüş de diyebiliriz. Kendi aklına, sezgilerine, hislerine güvenmek yerine tüm bunları köreltmiş ama dik durmayı başaran insan…

Bedenim, son dokuz ayda epey köreldi ve sahneye böyle çıkmış olmak da üzücü biraz. Ağırlaştığımı hissediyorum. Ama fiziksel koşullar yine değiştiğinde durum yine değişecektir; o yüzden çok da canımı sıkmıyorum ve elimden geldiğince aktif kalmaya çabalıyorum. 

Bilgesu çok teşekkür ederim, son olarak hayallerini sorsam?

Bir sürü hayalim var! Çok hayal kurarım :)  Oyun veya Rasputin’in nereye gideceğini, neye evrileceğini merak ediyorum. Meslekle ilgili elbette işler vaziyette olmak, öğrenmeye devam etmek temel hayallerim. Güven duyulan bir oyuncu olmak. Meraklı, enerjik, bilge insanlarla birlikte çalışmak istiyorum. Film ve dizi gibi diğer biçimleri, kalabalık gruplarla birlikte çalışmayı merak ediyorum. Bundan sonra Rasputin’le farklı şehirlere gitmek gibi bir isteğim var. Sonra, tabiatın baskın olduğu bir yerde bir okulun parçası olmak. Tiyatro veya bedensel sanatlar, doğada meselenin nasıl işlediğini, o mantığı anlamadan tam olarak öğrenilemezmiş gibi geliyor biraz. Neler olur bilinmez.  Bir süre öncesinde hayatıma müzik girdi, orada da keşfe devam etmek istiyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytül Hasaltun Bozkurt Arşivi