Murad Mıhçı
Bir başka “Pencere”
Muzaffer Erdoğdu’un anısına ithafen
‘’Ve bu kadar dolu ve meşgul bir dünyada, bir yaratığın kaybı o kadar geniş ve derin bir boşluk yaratabilir ki, sonsuzluğun genişliği ve derinliğinden başka hiçbir şey onu dolduramaz! ‘’
Charles Dickens
Bir süredir dostlarımıza ne kadar değer veriyoruz ya da onları hatırlıyoruz diye kafa yoruyorum. Bu haftaki yazımda, dünyaya arklı bir pencereden bakan Pencere Yayınları’nın kurucusu Muzaffer Erdoğdu’un kaybı üzerine yazacağım.
Muzaffer abi, Kadıköy’ün sevilen siması Muzo, geçtiğimiz günlerde bu dünyadan göçtü. Ölümüne üzülmemek mümkün değil. Ancak içimde daha derin bir burukluk yarattı. Son zamanlarda onu ziyaret etmeyi kafaya koymama rağmen, yattığı bakım evinde ziyaretine gidemedim. Son dönemlerde hafıza ile ilgili sıkıntıları vardı, bunu biliyordum, ama gidememek içimde hep acı bir şekilde kalacak.
Eminim kendisini tanıyan herkesin geçmişinde onunla ilgili çok önemli anılar vardır. Bir anma gecesi düzenlesek, herkesin onun inatçılığı, duruşu ve mücadelesi hakkında saatlerce anlatacağı anılarının olduğundan eminim.
Bugün Muzo’nun bende bıraktığı etkiyi yazmaya çalışacağım. “Afedersin Ermeniler” gibi az bırakılan halkların bir ferdiyseniz, özellikle siyasette kendini solcu diye tanımlayanları iyi tanımadan samimi olmak istemezsiniz. Tanıdığınız her insanı önce kendi süzgecinizden geçirirsiniz. Bu süzgecin aslında geçmişte yaşanan travmaların etkisiyle şekillendiği malumunuz.
Tanışma hikayemizi anlatayım. Kadıköy Kırtasiyeciler Sokağı’ndaki Nuhoğlu İş Hanı’na dostum Mehmet Göcekli’ye uğramıştım. Mehmet’i eminim tanıyanlar vardır. Demokrat Haber’in kurucusu. (Bu arada Demokrat Haber, yakın zamanda ekonomik sıkıntılar nedeniyle yayınını sonlandırdı. Umarım tekrar yayına başlamak için gerekli desteği bulur.) Mehmet’le o dönemler ÖDP üyesiydik ve tahmin edeceğiniz gibi ÖDP‘deki iç gündem üzerine hararetli bir sohbetimiz oldu. “Murad, seni biriyle tanıştıracağım” diyerek beni aynı handaki Pencere Yayınları’na, Muzo’nun yanına götürdü. Ben bir Ermeni olarak, bizlere yönelik yayınladığı kitapların bazılarını biliyordum. Bu yayınevinin çok büyük ve çok farklı olacağını tahmin ediyordum. Kafamda canlandırdığım gibi büyük bir yayınevi değildi. Fakat içeri adımımı attığımda, sanki bir çorak bir çölden bir vahaya girmiş gibi oldum. 80 darbesi çocukları olarak bizlerin özgürlükçü kitaplara, özellikle de halkımın tarihine değinen kitaplara ulaşmanın ne kadar zor olduğunu tahmin edebilirsiniz.
O gün tanışmamızdan itibaren Muzaffer abiyle aramızda çok samimi bir dostluk başladı ve bu dostluk son güne kadar devam etti. Galata’da çalıştığım günlerde, iş çıkışında mümkün olduğunca eve gitmeden yanına uğramaya çalışırdım. Her buluşmada, yıllarca bedel ödemiş, sol ruhlu ve yaş almış arkadaşlarıyla beraber geçmişte yaşadıkları veya gündeme dair konular hakkında sohbetlerini dinlerdim. Tartışmalarını izlerken Muzo’nun söylediklerini yaşayarak, içtenlikle ifade ettiğini gözlemlerdim.
Bir de tabii ki, beni misafirleriyle tanıştırma şekli çok utandırırdı. “Murad, Murad, bizden katledilen Ermenilerin evladı ve solcu Ermenilerin bayrağını taşıyor” derdi. O, bu cümleleri söylerken ben mahcup olurdum.
Bu açıklamadan sonra konu Ermenilerin yaşadıklarına gelir ve misafirleri Ermeni solcularından konu açar ve 1915’e dair görüşler paylaşılırdı.
Ben Ermenilerin tarihsel acılarına dair bir anlatım yaparken daha törpülenmiş bir yerden konuya girerdim. Muzo ise pat pat karşısındakine fikirlerini söylerdi. Bildiği inandığı her şeyi kendine gümrük koymadan ifade ederdi.
Yayınevine uğradığımda bazen Ermeni arkadaşlarıma ve büyüklerime de denk gelirdim. Ermeni toplumunun içinde bile kendini anlayış olarak saklayan ama özgürlükçü yayınları okuyan birçok kişiyle o yayınevi sayesinde samimi oldum.
Günlerden bir gün beni aradı, “Murad, yarın saat 19’da seni biriyle tanıştıracağım, sakın unutma” dedi. Genellikle Ermenice bir kitap çevirisi olduğunda beni arardı.
Kitap hakkındaki fikrimi ya da Ermenice bir metin varsa, kabaca o metnin konu başlığını öğrenirdi. Yoğun olmama rağmen ne yaptım ettim, buluşmaya gittim. Yanında kendi yaşına yakın biri vardı. Beni tanıştırdığı kişi Nesim Ovadya idi. Nesim abinin adından Yahudi olduğunu anladım. Nesim abi, 1915’in en büyük acılarını yaşamış Ermeni yazar, avukat ve siyasetçi Krikor Zohrab’ın biyografisini yazmak istediğini söyledi.
KRİKOR ZOHRAB BİYOGRAFİSİ
Araştırdıkları belgeleri gösterdiler ve başlıkları konusunda destek vermemi istediler. Benim için daha sonrasında tarihi bir yüzleşmeye vesile olacak bir an yaşadım. İçimden, bir Yahudi neden bu değerimizin biyografisini yazsın ki sorusu geçti. Katliamda önde gelen aydınımızın biyografisini, doğru bir metodoloji ve içerikle bizlerden başka birinin yapabileceğine inanmıyordum. Sanırım tedirginliğimi Muzo fark etti. “Murad, rahat ol, Nesim benim yoldaşımdır” dedi. Muzo’nun bu sözünden sonra destek olmaya çalıştım ve daha sonra Nesim Ovadya ilk Krikor Zohrab biyografisini yayınladı. Bu biyografi, Türkçe yayın dünyasında bir ilkti. Muhteşem bir kitabın yayınlanmasına yine Muzaffer abi vesile olmuştu. Nesim abiyle daha sonra çok samimi oldum. Böyle bir dostu yine Muzaffer abi sayesinde tanıma fırsatım oldu.
Yayınevinde o kadar çok değerli kitap vardı ki. Bunlardan biri de yine soykırımı arşiv olarak anlatan Mavi Kitap’tı. Ermeni soykırımını İngiliz kaynaklarına dayanarak anlatan bu kitabın Türkçe çevirisini cesaretle yine Muzaffer abi yaptı. Muzo bu kitabın yayınlanmasının ardından epeyce ceza aldı ve yıllarca bu cezayı ödemek için çaba gösterdi. Buna bir kere bile gıkını çıkarmadı. Ceza ödediğini ortak dostlarımdan duymuştum.
PENCERE YAYINLARINDAN ÇIKAN BAZI KİTAPLAR
Pencere Yayınları, resmi ideolojinin hoşlanmayacağı çok sayıda kitabı yayımlama cesareti gösterdi. O kitapların bazıları şunlar: “Ermeni Soykırımı / Ermenikırımı” - Nikolay Hovhannisyan, “Asur Soykırımı (Unutulan Bir Holokost)” – Gabriele Yonan, “Ararat Yolculuğu” – Michael J. Arlen, “Ararat / Ağrı Dağının Öte Yanı” – Mariam ve Elize Manoukian, “Tokatlı Yetvart’ın Anıları” – Andre Sernin, “Etnik Arındırma Politikaları” – Yalçın Yusufoğlu, “1915 Bir Ölüm Yolculuğu: Krikor Zohrab” – Nesim Ovadya İzrail, “Suskunluk Suçu” – “1984 Paris Konferansı” – “Türklerin Ermenilere Uyguladığı Soykırımın Halkların Daimi Mahkemesi’nde Görülen Davası”, “1. Dünya Savaşı Sonrasında Pontos Soykırımı” – “Konferans Tebliğleri, Tanıma ve Telin (İttihat ve Terakki Yargılamaları 1919-21-26)” – Meline Anumyan, “Tarsus’un Kırmızı Kilimleri” - Helen Davenport Gibbons, vb. Tabii bunlar sadece biz az bırakılan halklarla ilgili kitaplardan bazılarıydı.
1909 Adana Olayları (Kilikya Kırımı) üzerine ülkede ilk diyebileceğimiz bir panel organize edilmişti. ‘’Tarsus’un Kırmızı Kilimleri’’ kitabından beslenerek bu panelin altından kalkabilmiştim. O gün Muzaffer abinin panelde yaptığı konuşması hala hafızamda. Panele katılan ve diasporada yaşayan bir Ermeni abimiz, Türkiye toplumunda genel bakıştan farklı bir perspektife sahip olan insanları ilk defa orada görmekten dolayı duyduğu şaşkınlığı daha sonra bana anlatmıştı. Ezber bozan bir kişilikti Muzo.
NE KADAR DEĞER VEREBİLDİK?
Yıllar geçti, günlerden bir gün Muzaffer abi felç geçirdi. Felç geçirdikten kısa bir süre sonra tesadüfen vapurda karşılaştık. Bir tarafı tutmuyordu. Kitapları çek çeke yüklemiş, taşımaya çalışıyordu. Yardım ettim ve sohbete başladık. Nakliye parası ödememek için Cağaloğlu’na siparişleri kendisi götürdüğünü söyledi. Bu acı hatıradan başka ne yazılabileceğini bilmiyorum. O felçli koluyla o çekçeği taşıyışı gözümün önünde. Ah Muzo ah!!!
Kalkedon’dan dünyaya gerçek bir “pencere” açan Muzaffer abinin amacı hiçbir zaman para kazanmak olmadı. Kendini toplumun reel tarihi öğrenmesine adamış sol duyulu MUZO’muz göç etti. Hafızamda acı bir buruklukla yaşayacak. Gerçek değerini ne yazık ki yaşayamadan sessizce bu dünyadan göç etti. Kurduğu yayınevi dostlar tarafından aynı yerinde devam ediyor. Bu misyonu eminim en iyi şekilde sürdürecekler.
Yazımı yazarken HDP’den Twitter’da Muzaffer abi için yapılan paylaşımı gördüm. Eminim gittiği yerde fark ettiyse mutlu olmuştur.
Bizlere umudun PENCERESİNİ açtığın için var ol, Muzaffer abi. Seni saygıyla selamlıyorum.
GÖKKUŞAĞI VE KARA BULUT
Geçen gün bir haber gördüm. Ünlü dondurma markası Algida, ONUR HAFTASI’nda LGBTİ+Q bireylerle ilgili farkındalığı artırmak adına tüm dünyada eş zamanlı LGBTİ temalı ambalajlı ürünlerini piyasaya sürmüş. Sürmüş sürmesine de, bizim memlekette buna izin verilmemiş. Uygarlığı dışlayan bu karar, ülke yönetiminin LGBTİ+Q bireylere ayrımcı bakış açısının bir kanıtı niteliğinde. Gökkuşağı renklerine bile tekstil ürünlerinde izin verilmemesi hafızamızda yerini koruyor. Kendi namıma bu ayrımcılığı kınıyorum. Tüm LGBTİ+ Q bireylerin ONUR HAFTASI’nı kutluyorum. Elbet bu coğrafyada yaşayan herkes, gökkuşağının tüm renkleriyle barışın halayında yan yana gelecek. İşte o zaman bedel ödemiş, diğer diyarlara göç edip yıldız olmuş değerlerimizin arafta kalmış ruhları gülecektir.
Murad Mıhçı: Ermeni yazar, siyasetçi, aktivist. 1975’te İstanbul'da doğdu. 2010’da Eşitlik ve Demokrasi Partisi Parti Meclis üyesi oldu. 2014’te İstanbul Halkların Demokratik Partisi İl yönetiminde görev alıp basın sözcüsü görevini yürüttü. 2015 yılında yapılan 7 Haziran ve 1 Kasım seçimlerinde HDP İstanbul 1. Bölge Vekil adayı oldu. 2016 ve 2017 'de Halkların Demokratik Partisi 2 Kongresi’nde Parti Meclis ve Merkez Yürütme Kurul üyesi görevlerini üstlendi. Halklar İnançlar ve Genişleme Komisyonlarında çalışma yürüttü. Turnusol, Agos Gazetesi (misafir yazar), Demokrat Haber'de yazarlık yaptı. ''Yeniden İnşa Et '' kitap yazarlarından.