İnci Hekimoğlu
Bir ‘vatan haini’ olarak Erdoğan’ın suç ortağıyım!
"Asıl olan barış ve uzlaşı, diyalog ve işbirliğidir. Bugün için çağdaş dünyanın ortak hedefi ‘barış, istikrar ve refahı güvenceye alacak bir diyalog ve işbirliğini geliştirmek’ şeklinde özetlenebilir…
Barış ve uzlaşının yolu iletişim ve diyalogdan geçmektedir. Diyalog ve işbirliğine kapalı olan toplumların geleceğin dünyasında etkin bir yer bulabilmesi mümkün değildir…
Diyaloğu reddetmek bir arada yaşamayı reddetmek anlamına gelir.
Diyalog, beyni ve gönlü açık, ilim ve fikirle aydınlanmış, ön yargısız insanların, samimi ve eleştirel olarak birbirlerinden öğrenmeye hazır olduğu ilişkinin adıdır. Küresel yönetimin temel şartı olarak, insan dayanışmasının medeniyet çeşitliliği ile tamamen tutarlı olduğunun ve medeniyetler arası diyaloğun öneminin kabul edilebilir bir düzenin temeli olduğunun anlaşılması gerekir.
…. Bugün çağdaş dünyayla entegre olamayan, evrensel değerleri benimseyemeyen, insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti gibi kavramları geliştiremeyen ülkeler yalnızlığa itilmektedir. Varlığını koruyabilmenin ve diğer ülkelerle rekabet edebilmenin yolu yalnızlıktan değil, öz benliğini koruyarak evrensel kriterlere hakim olan bir işbirliğinden geçmektedir…
Bugün bize düşen ortak bir barış dili ve diyalog zemini üretebilmektir. Bugüne kadar insan hakları evrensel bir değer olarak insanlık vicdanının ortak sesi, toplumların mutabakat zemini, farklılıkların diyalog platformu olarak şekillenmiştir.
…O halde bugünün barış dünyasının tesisinde ortak bir değer olarak insan hak ve özgürlükleri belirleyici rol oynamalıdır. Eğer dünya halkları ortak değerleri paylaşma noktasında bir erdem gösterirlerse, farklılıklarımıza saygı duyma noktasında da bir hassasiyet gelişir. Bu mutabakatın değersel zemini adalet ve insan hakları; siyasal zemini ise çoğulcu demokrasidir.
Asıl olan insanlığın genel kabulünü alan evrensel değer ve ilkelerdir. Bugün olması gereken hak ve özgürlükler, adalet, fazilet ve barışın evrensel değerler olarak küreselleşmesi, kurumsallaşması ve tüm dünya insanına ulaştırılabilmesidir.
…Küreselleşmenin lokomotifi her ne kadar ekonomi ise de, küreselleşme, toplumsal dinamikleri harekete geçirerek ve yerel zenginlikleri sürece katarak ancak istikrarı yakalayabilir. Küresel dünyada patronaj kesinlikle belli bir çevrenin inisiyatifine terk edilmemelidir.
…Halkımız Türkiye’yi kutuplaşmalara götüren, halkın genelini kucaklamayan, söylem ve üsluplarıyla marjinalleşen partilere tam anlamıyla güvenememektedir.
Huzur ve uyum isteyen toplumumuz ülkenin tüm sorunlarını gören ve çözmeye çabalayan, farklı toplumsal kesimleri hasım olarak görmeyen bir anlayışı arzulamaktadır…
Demokrasi diyalog, tahammül ve uzlaşı rejimidir; bugün dünya ölçeğinde bir demokratikleşmeye ihtiyaç vardır…
Gettolaşan, içe kapanan ve işbirliğine kapalı olan toplumlar dünya üzerinde her an sorun üretebilecek sağlıksız alanların oluşmasına sebep olmaktadır. Dünyanın geleceği medeniyetler çatışmasından değil, medeniyetlerin işbirliğinden geçmektedir. Yerel özelliklerin, farklılıkların, milli ve dini değerlerin yani her türlü çeşitliliğin sahiplenilebildiği bir ortam çatışma değil uzlaşma; kavga değil barış getirecektir.
…Her türlü dayatmacı, buyurgan, tektipçi, toplum mühendisliğine dayanan yaklaşımlar sağlıklı bir demokratik sistem için engeldir. Hiç kimse masa başından toplumları yönlendirmeye, onlara biçim vermeye kalkmamalıdır…
Demokrasi bir diyalog, tahammül ve uzlaşı rejimidir. Diyalogun gelişmediği kapalı toplumlar demokratik bir kültür üretemezler.
Türkiye’de kendine özgü bir demokrasi yerine; çoğulculuk, çokseslilik ve tahammül duygusunu sindirebilmiş bir demokrasi tesis edilmelidir. İdeal olan seçimlere ve belli kurumlara indirgenmiş mekanik bir demokrasi değil; idari, toplumsal ve siyasal tüm alanlara yayılmış organik bir demokrasidir.
Biz buna ‘derin demokrasi’ diyoruz.
Demokratik siyaset zemini her türlü sorunun aktarıldığı, tüm toplumsal taleplerin yansıtıldığı ve doğru ile yanlışın kendisini test ederek düzeltebilecekleri bir zemin olmalıdır.
…Bireysel özgürlüğün tam olarak tesis edilebilmesi bireyi soyut, silik ve devlet karşısında korumasız kılmak değil, onu toplumsal alan içinde sivil ve sosyal oluşumlarla donatmaktan geçmektedir. Herkesin doğuştan sahip olduğu "insan hakları"nın hiçbir dinsel, ırksal, cinsel, dilsel, siyasal ya da sınıfsal ayırım gözetmeksizin tüm insanlar için geçerli olmalı ve hukuki zeminde tanınmalıdır.
… ‘biz ve diğerleri’ ayrımı yapan; tek bir mezhebi, etnik unsuru veya dini anlayışı siyasetinin ana gövdesi yaparak, diğer seçenekleri karşısına alan bir söylem ve örgütlenme biçimlerini dışlayıcı ve ayrıştırıcı bir özellik olarak görürüz. Bunlar kırmızı çizgilerimizdir.
Laiklik, toplumsal çeşitliliği, çatışma veya gerginlik ortamından uzaklaştırıp barış içinde ve özgür olarak bir arada tutabilmenin bir yolu olarak görülmelidir.
Din üzerinden siyaset yapmak, dini araç haline getirmek, din adına dışlayıcı bir siyaset yürütmek hem toplumsal barışa, hem siyasi çoğulculuğa, hem de dine zarar vermektedir."
Recep Tayyip Erdoğan bu konuşmayı 15 Ocak 2004’de "Uluslararası Muhafazakarlık ve Demokrasi Sempozyumu"nda yapıyordu.
"Savaşa Hayır" dedikleri için bugün "vatan hainliği" ve "teröre destekle" suçlanarak içeride ya da dışarıda baskının her türünün yaşatıldığı, gazetecilerin, aydınların, akademisyenlerin, sivil toplum aktivistlerinin söyledikleri de yukarıdaki metnin neredeyse aynısıdır.
"Savaşa Hayır Acil Barış" diyerek bu metnin altına imzamı atarım. Eğer bu nedenle "vatan hainliği’ ve ‘terör destekçisi’ olabiliyorsam diyebileceğim tek şey; Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘suç ortağı’ olduğumdur.
Erdoğan’ın 14 yıl sonra bugün o sözlerinin tam tersini yapması, bizi de "barış süreci"ne karşı çıkanlara söylediği gibi; "ölü seviciliği" yapmaya, bazı "tasmalı medya mensupları" gibi , "akbabalar gibi", "ölüler üzerinden kampanya yürütmeye" mecbur edemez, "ölümler üzerinden siyaset yürütenler"e boyun eğmeye zorlayamaz.