Ragıp Duran
Birey-Sürü / İsyan-Biat
Muasır medeniyet nedir? Bilen var mı? Kendini çobana benzetip, rakibine ‘İki keçiyi güdemezsin' diyen bir yönetici var. ‘Yersen' diye cevap veren Başbakanın, ‘Bullshit' diye konuşan Hariciye Bakanın varsa… Daha da vahimi, kefen giyinip havaalanına lider karşılamaya gidenlerle, liderin mabadında kıl olmak isteğini haykıranlar… Heil…!
Ragıp DURAN
16 Nisan referandumu, her ne kadar Cumhuriyet tarihinin herhalde en önemli dönemeci olarak kayda geçecekse de, Erdoğan, AKP, Kılıçdaroğlu, yandaş medya filan… bunların hepsi fani, yani geçici ve yüzeysel olgular, kavramlar.
Aslında 1071'den bu yana geçiş dönemi yaşıyoruz ya da yaşamaya çalışıyoruz da bir türlü geçemiyoruz. Belki de 1923'de bir basamak atladık ama yine de geçemedik. Nereye geçmek istediğimiz de meçhul. Ya da herkes aynı mekana geçmek niyetinde değil.
Orta Asya'dan Batı'ya doğru, sel felaketi, elektrik kesintisi, emlak fiyatlarının artması gibi nedenlerle göçmek zorunda kalan ecdadımız, at sırtında bir elinde kılıç, dıgıdık dıgıdık buralara hatta Viyana'ya kadar gelmişti. Ne var ki Ece Ayhan'ın dediği gibi bir türlü attan inemediler. (Biri düştü de öyle inmiş oldu). Bir türlü fetih, talan, yağma hastalığından kurtulamadı. ‘Bak indir o bayrağı, yoksa oraya gelirsem fena yaparım haa!'.
Yakın zamana kadar Kayseri Erciyes Üniversitesinde anlı şanlı bir profesör grubu vardı, ‘Kürt Türkleri‘ diye bir alt kavim icad etmişlerdi. Neymiş, Orhun Yazıtlarının birinde ‘Ben Kürt Beyi…‘ yazıyormuş. Bir teori kurup kitaplar bile yayınlamışlardı. Kürtlerin özü Orta Asya Türkleriymiş… O Orhun Yazıtlarındaki ibare doğruysa, 1990'larda bir Kürt turist yazmıştır belki de… Tarihe katkı olsun diye.
Farkında değiller. Siz steplerde at koştururken, yerliler Hewler'de (Erbil) belki de dünya tarihinin ilk kentini kurmuşlardı. Kentsel dönüşüm merakı buna bir tepki olmasın?
Herkesin tarihi kendine… Toplum dediğin bireylerin toplamından oluşmuyor. Egemen her yere damgasını vuruyor. Azınlık-çoğunluk dinlemiyor.
Ben de ilk kez, Mekteb-i Sultani'de 7. ya da 8. sınıfta André Gide'in bir romanında geçen ünlü ‘Familles je vous hais!‘ (Anneler-Babalar, sizden nefret ediyorum!) cümlesini okuyup anlamaya çalıştığımda biraz affalamıştım. Çünkü temiz aile çocuğu, orta-üst sınıf bürokratın oğlu, annesini babasını amcasını halasını severdi. Ne bu nefret? Neden? Nasıl?
Çok sonraları yine Ece Ayhan bir söyleşide şöyle demişti: "Öğretmenleri sevmem. Çocukları sınıfta bırakırlar. Düzenle şu ya da bu şekilde uyuşmadır bu" . Gide'in ailesinden ve Ayhan'ın öğretmenlerinden sonra Ayhan bir de babaları özel olarak çıkarmıştı meşum sahneye:
"Gerçeklikte, ‘baba'lar, ‘baba' kavramı sonunda öldürülmek içindir de… Ben bugün 1985'de kursaydım şöyle kurardım o dizeyi: ‘Babalar babalıktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler".
Zaman geçtikçe kavramların içi doluyordu belleğimde, zihnimde. Lise son sınıfta (1973), ben maalesef yetişemedim, emekli olmuştu galiba, felsefe hocası Père Dubois idi. Adam Vatikan'ın Türkiye'deki en üst rütbeli yetkilisi. Ayin filan yönetiyor. Papazların papazı konumunda. İlk derse girdiğinde, ilk söylediği ‘Eğer Tanrı varsa…‘ cümlesi olurmuş. Büyüklerimiz anlatırdı. Öğrencilerinden Prof. Niyazi Öktem'in Dubois kitabında da ayrıntısı vardır. Takma adı ‘Allahsız Papaz' idi.
Aile, baba, Tanrı derken, 1974'den itibaren Fransa'da üniversite öğrencisi olarak Léo Ferré, Georges Brassens, Jacques Brel, Renaud gibi anarşist/anarşizan şarkıcıların chansonlarından çok şey öğrendim. (Ey Göklerdeki Tanrı Baba/Biz burada iyiyiz/Sen de orada kal! François Villon). Bunların üstüne bir de Foucault cilası çekince, bir sürü olgu, kelime ve kavram daha net anlaşılır oldu: İktidar kötüdür!
Evet bizde de Şeyh Bedrettin, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan vardır da, Fransa'da 1789, 1791, 1830, 1848, 1871 ve nihayet 1968'de neler olup bittiğini okuyup az çok öğrenince, başka bir sürü şey yaşayıp anlayınca, birey nedir koyun nedir farkını görüyor insan:
Koyun biat eder, birey isyan eder.