Bir hezârfen, bir çiçek dürbünü

Sanırım artık ihtimalsizliğe, mucizesizliğe, onda hiç olmayan umutsuzluğa katlanabilmek, 3 Mayıs’ta duran hayata devam edebilmek için son görüşmemizden birkaç not aktarmak istiyorum.

Sırrı Süreyya Önder’le TBMM’nin Aşağı Ayrancı’ya açılan kapısının hemen ilerisinde, Meclis duvarı manzaralı Emek Kafe’de, 30 Mart günü son kez oturduğumuzda, saatlere yayılan, biri doktor üç kişilik sohbetimiz ölüm bahsinden açılıyor, kanser hastaları üzerine yazdığı senaryodaki karakterlerle, “yav hazır öleceğim, bari everin beni de, maaşım bir garibana kalsın” esprisiyle, “umut hakkı” üzerine yapacağımız söyleşinin çerçevesine dair bahisle devam ediyor.

“Yav kardaşım” diye başlıyor, serzeniş edercesine: “Mıçe’ye yazdığım yazı için ‘ölüyü dirilten güçte’ demişsin. Ne haddime, ben kendi kendimin yasını kaldırmak için yazdım. Yine de eyvallah da, senin o twitinden sonra bir sürü yazı siparişi aldım! Millet ‘ölürsem ben de arkamdan böyle yazı isterim’ diye arıyor.”

“Valla o yazından sonra benim de ölesim geldi” diyorum. “İyi de beni diriltecek yazıyı kim yazacak kardaşım” diye sorduğunda, keşke o an, “sen kendini çoktan ölümden azade kılmışsın” diyecek aklım, hazırcevaplılığım olsaydı… Ama şimdiden dönüp o günkü sohbete baktığımda, kızına, ailesine, yoldaşlarına, dostlarına, sevenlerine derin bir acı, doldurulması imkânsız bir boşluk bırakma hüznü hariç, ölmeyi hiç mi hiç umursamadığını fark ediyorum.

Şimdi böğrüme yuvalanan yumruyu bir nebze küçültmek, şehre, kalabalığa, evin içine, çocuk parklarına, gökyüzüne, son yağmurlarla coşan çiçeklere, toplantı salonlarına, akıp giden trafiğe, hiç sözleşmeden, hiç randevulaşmadan defalarca buluştuğumuz, kafe ve pastanelerinde oturduğumuz Güvenlik Caddesi’nde yürürken artık görünen o koca boşluğa, o hiçliğe sığışabilmek, yitirilmiş anlamı geri alma mücadelesine girişebilmek için yazıyorum. Yoksa onu anlatacak yazıları yazacak kalem erbabı çok dostu var, onlar yazıyor, yıllar boyu da yazacaklardır. Geri Dönüşüm İşçileri Derneği’nden arkadaşı Ali Mendillioğlu’nun tabiriyle “biz sıradan insanlar” ise epey süre daha acımızı yaşayacağız, yasımızı tutacağız.

Sanırım artık ihtimalsizliğe, mucizesizliğe, onda hiç olmayan umutsuzluğa katlanabilmek, 3 Mayıs’ta duran hayata devam edebilmek için son görüşmemizden birkaç not aktarmak istiyorum. Yoksa bırakın Sırrı Süreyya’nın “tümünü”, ona dair herhangi bir anekdotu bile bir yazıya sığdırmanın, dostlarının da gayet iyi anlayacağı sebeplerden ötürü zor, çok zor olduğunu biliyorum.

Ertuğrul Kürkçü, “kendisinden başka hiç kimsenin bir çiçek dürbününden farksız bu ruhu tam manasıyla tanıyabileceğini sanmam” diyor. Arkadaşımız Orhan Kandemir’in 3 Mayıs günü hastane koridorunda söylediği gibi, karşımızda bir yanıyla da bir “hezârfen” duruyor.

Sırrı Süreyya’yı bir film şeridine koyunca “sanatçı”, “TBMM Başkanvekili”, “milletvekili”, “barış elçisi”, “nüktedan”, “hikâye anlatıcısı”, “dost” gibi sıfatların her birinin tek başına ne kadar dar geldiğini şimdi daha iyi anlıyor insan. O aslında, bu memleketin her çiçeğinden bir şekilde beslenerek, yine kendi kendine yazdığı benzersiz ve çok boyutlu, sosyalist bir hikâyenin kendisidir.

Yatağa düştüğü kara Nisan akşamından itibaren 18 gün boyunca hastanede, 4 Mayıs’ta da cenaze töreninde toplanan, kızı Ceren’in, ailesinin, partideki yoldaşlarının acısını bir nebze olsun hafifletmeye çalışan diğerkâm, âlicenap binlerin, yüzbinlerin, milyonların dağılmasını bekleyip Sırrı Süreyya’nın su gibi aziz hatırasına habis bir ur gibi saldırmaya başlayan karanlık ruhlulara karşı bir direnç göstermek için hepimiz bu hikâyenin parçalarını anlatmak, bir arada tutmak zorundayız. Şu notu da düşeyim, ona kötücüllükle yaklaşanların duygusu da, öyle zannediyorum ki, Sırrı Süreyya’yı kötü bir insan olarak görebilmelerinden, buna dair ellerinde somut herhangi bir argüman olduğundan değil, karanlık ruhlarından ötürü onun sevgisine mazhar olamamışlığın ama onun benzersiz gönlünce affedilmişliğin hasedindendir.

Sırrı Süreyya kendini yaşatacak da, bizim gibi fanilere düşen, onun erdemli mirasını, parçası olduğu “büyük insanlığı”, benzersiz hikâyesindeki bütün parçaları muhafaza etmeye çalışmaktan ibaret. Zamanın onunla aramızdaki bağı zayıflatmasına, kötücüllerin onun mirasından parça parça koparma talancılığına karşı çıkmalıyız. Onca farklı kişi ve kesime temas edip hiç lekelenmemeyi başarmış, paraya, şöhrete, kariyere vs, zerre-i miskal ehemmiyet vermediği için olağanüstü bir zenginlik duygusu içinde yaşamış Sırrı Süreyya’nın mirası kem gözlerin tahammül edemeyeceği boyutta ve zinet dolu.

Hakkâri’de hısım-komşu veya aşiret, yası kaldırmak için ölenin ailesindeki erkeklerin sakalını kestirir, kadınların saçlarını kınalar. Sırrı Süreyya’nın yası ise en erken bu ülkeye barış geldiğinde kalkar. Bizim gibi yazı-çizi işiyle uğraşanlar, Sırrı Süreyya’nın Mıçe için yaptığı gibi, yaslarını yazıyla kaldırır. Şu an okuduğunuz ise, yas kaldırma yazısı değil. Bunun için çok erken. Acımız baki, yasımız barış geldiği güne kadar kara.

Fakat, yirmi yıl önceki tanışıklığımızdan itibaren, “sıkı-fıkı” olmayan ama hep aynı mesafede kalarak sürdürdüğümüz dostluğun, en çok da yatağa düşmesinden hemen önceki buluşmamızın hafızamda bulanıklaşıp yitmesi korkusuyla, hasbelkader bu notu tutmak istiyorum.

Kansere yakalandığını öğrenenleri konu aldığı senaryosunu anlatıp karakterlere geçmeye başladığında, “bunu yazdın mı, yoksa henüz kafanda mı?” diye soruyorum Emek Kafe’nin sigara içilebilen camekânlı bölümünde. “Yazdım yazdım, senaryo tamam gibi” diyor ve anlatmaya devam ediyor: “Kansere yakalandığını öğrenenlerin ölüm karşısındaki tepkileri çok acayip. Erkek ya çöker, ya panikleyip hemen kurtulmaya bakar, can havliyle ne bulursa sarılır. Ama kadın ne yapar eder, önce o hastalığın bir sebebini bulur. Ya kocasıdır, ya eltisidir, ya bir derdidir, o derde sebep olan birisidir. Sonuçta bunca hastane mesaimden anladığım, kadın, kanserin tedavisinden önce nedenini arar…”

“Senaryoda” diyor, “hayat boyu köçeklik yapmış bir adam var. Oğlu da aynı işi yapmasın diye uğraşıp didinmiş. Kanser olduğunu öğrenince de, bari benden sonra bir zanaati olsun, eli ekmek tutsun diye ilk iş oğluna köçekliği öğretmeye başlıyor… Kanser olduğunu öğrenince sevinen tek karakter var. O da doğuştan kör. Öldüğünde görmeye başlayacağına inanarak büyümüş.”

“Acaba bir de şöyle bir hikâye de mi eklesen” diyerek kanserden kaybettiğimiz genç bir arkadaşımızı anlatıyorum ona: “Arkadaşım hastalığının ilerlediğini görünce, sık sık ‘valla alıp başımı Yüksekova’ya döneyim, kendimi dağlara vurayım, ne ot bulsam yiyeyim, biri mutlaka iyi gelir’ diyordu.”

“Yav” diyor, “hele şu telefonundan ‘oklu kirpi’- ‘kanser’ diye bir Google’la Allah aşkına! “Niye ki?” diye soruyorum. “Hele bir sor Google hazretlerine!” diye tekrar edip anlatıyor: “Yav kardaşım, şarlatanın teki mi söylemiş, nereden çıkmış bilmiyorum, oklu kirpi kansere şifadır diye millet avlaya avlaya memlekette oklu kirpi bırakmamış! Bir bakıyorsun, doktor kapısında, elinde bir kavanoz, içinde yeşil suda yüzen bir ot, ‘doktor bey, bu bilmem ne otu, eltimin anasının dıdısına iyi gelmiş, acaba benimkine de iyi gelir mi’ diye soruyor. Umut işte kardaşım. Doktorun da o durumdaki bir hastaya ‘bilimde bunların yeri yok’ diyecek hali yok. ‘Aman zararlı olmamasına, bir de dolandırıcıların eline düşmemeye dikkat edin’ diyor, ama hastaya da bir umut alanı bırakıyor. Ne yapsın, ‘senin derdine şifa yok’ mu desin?”

Sohbet sırasında sigara paketi boşalınca, gülümseyerek “hele şu tütününden bir tane sar da, vaktimiz boşa geçmesin” deyip birazdan gelecek olan Tayip Temel’i arıyor: “Zahmet olmazsa gelirken yoldan bir paket sigara da alır mısın?”

“Peki bunca karakter içinde sen kendine nasıl bir rol yazdın?” diye soruyorum. Oturduğumuzdan beri belki onuncu, belki yirminci sigarasını söndürüp ona sardığım sigarayı yakarak, “bunca sağlık sorunu çıkınca, bende çok acayip bir şey oldu” diyor: “Birincisi, Ehmed Abe (Ahmet Türk) gibi sigarayı iki katına çıkardım, ikincisi de elalem benim hakkımda ne diyor, kim ne bühtan ediyor, hiç umursamamaya başladım.” Aslında bunu vurgularken bile son “süreçten” itibaren kendisine yöneltilen ithamlara, kara çalmalara, imalara, sinsi ve imalı sırıtışlara, en çok da “dostların attığı güllere” çok içerlediği belli. Fakat görüşmemiz boyunca geçiştirdiği iki konudan biri bu. Diğeri ise aort damarındaki genişleme. Ama laf arasında, daha önce telefonda anlattığını tekrar ediyor: “Selahattin Başkan dedi ki, ‘bana bak, eğer ölürsen, vallahi öldürürüm seni.’”

“Ahmet Türk’ün sağlığı nasıl” diye soruyorum. Cep telefonundan Ahmet Türk’ün İmralı’da çektiği bir fotoğrafını gösteriyor: “Allah gecinden versin de, Ehmed Abe ölene kadar bu fotoğrafı kimseyle paylaşmayacağım” diyor, hüzünlenerek sigarasından derin bir nefes daha çekiyor.

O gün masada, her karşılaşmada olduğu gibi yine “memlekete gidip geliyon mu” diye sorduğu doktor hemşerisi olduğu için mi, muhabbet Kahtalı Mıçe’yle ilgili yazısından başladığından mı, yoksa olacakları hissettiğinden mi sürekli hastalıktan, ölümden konuştu, bilemiyorum.

Senaryo bahsinden sonra vaskülit tedavisi için kullandığı immünsupresan ilacından bahsediyor, “peki doktor” diyor, yanıtını gayet bildiği halde, “ben bu ilacı bıraksam, ne olur?” “Niye ki” diye soruyor doktor. “Yav beni çok sersemletiyor, odaklanamıyom, acayip de unutkanlık yapıyor. Millete de her zaman izah edemiyon. Eşinin, dostunun adını unutunca da darılıyorlar.” “Olmaz” diyor doktor, “pankreastaki tümöre müdahale için vaskülitin tedavisi gerekiyor. Ayrıca senin bir de beynine pıhtı atmıştı, değil mi?”

Telefonundan tomografi sonucunu gösterdiği doktor, “Aa!” diyor, “Ee, senin öncelikli sorunun aort anevrizması ama!” Doktorla konuşurken sadece kendi sağlık sorunlarına değil, tıbbiyeye de bir hayli hakim olduğu açıktı ama, ne hikmetse “aort anevrizması” konusunu bir anda değiştirip başka bir başlığa geçiyor.

Kaç gündür kafamı yastığa her koyduğumda yumruklarımı sıkarak düşünüyorum, konuyu değiştirmesine müsaade etmeseydik, doktorla bir olup o an hastaneye gitmeye ikna edebilir miydik? Veya daha sonra gelen Tayip Temel ve beraberindeki arkadaşıyla bir olup kollarından tutarak zorla hastaneye götürmeye çalışsak, “yav zaten her şey doktorların kontrolü aldında, ne yapıyorsunuz siz” demesi halinde, “kalkıp bugün ameliyat olmazsan kendimizi şuracıkta yakarız” filan diye şantaj yapsaydık?

Sanırım tüm bunlara perde olan şey, sohbet boyunca ölüm bahsini sadece mizahın konusu yapmasıydı. “Japonya belgeselini ne ettin?” diyerek değiştiriyor konuyu, hemen ardından ayaklanıp kafenin içine yöneliyor, “Ceren’in de kitabı çıktı, gördün mü, burada varsa vereyim sana”diyor. “Abi çoktan okudum” dememe, “nasıl olmuş” sorusuna karşılık olarak yaptığım övgüye gururlanarak “eyvallah” diyor.

Sohbetin sonlarına doğru, yirmi yıllık dostluğumuz boyunca ilk defa ben demeden o teklif ediyor: “Gel biz senle umut hakkı üzerine bir söyleşi yapak.” Gazete Duvar’ın kapanmasından, Vedat Zencir’i arayıp “ne edebiliriz” diye sorduğundan, Artı Gerçek’teki mali sorunlardan bahsederken, masaya kırklarında, çok beyefendi görünüşlü bir adam gelip “Sırrı Bey, sizin çok büyük hayranınızım” diyor, birkaç iltifattan sonra da, incelikle, “rahatsızlık vermeyeyim” deyip gidiyor. Bu esnada arkadaşıyla birlikte gelen Tayip Temel’e söyleşi yapacağımız bilgisini veriyor. Az önceki delikanlı da elinde bir viski şişesiyle geri dönüyor: “Markete uğradım, size ne alayım diye bula bula bunu buldum.” Sanki daha demin, “elalem benim hakkımda ne diyor, hiç umursamamaya başladım” diyen o değilmiş gibi viski şişesini doktora uzatıyor: “Hele al şunu çantana koy, milletin diline düşmeyelim.”

Yüz yüze son görüşmemiz, umut hakkı üzerine yapacağımız söyleşi için sözleşmekle bitiyor. Onun sesini son kez duyuşum ise, hastaneye düşmesinden bir gün önce, 14 Nisan’daki bir dakikacık telefonlaşmamızdan ibaret. “Şu an doktordayım, serum alıyorum, etkisi bir gün sürüyor” demiş, küçük, masum bir sırrımız hakkında konuşmak üzere ertesi gün için sözleşmiştik.

Sır demişken, Sırrı Süreyya, çoğunluğu barış sürecine, taraflar arasındaki konuşma, müzakere ihtimaline halel gelmesin diye biriktirdiği, ona kalsa, bu dengeleri gözetmese pekâlâ alenen dillendireceği (Özgür Özel bunlardan bir tanesini açıkladı mesela. Bir diğeri ise ona yönelik suikast girişimiydi ki, o da ancak 8 Mayıs günü açıklandı) kimi çarpıcı, kimi komik pek çok sırrını da dostları arasında bölüşüyordu. Bana bile açtığı onca “sırrı” varken, kim bilir daha yakınındakilere kaç tane “sır” bıraktı. Başta Pervin Buldan olmak üzere dostları, yakınları sırf bu sırları bir araya getirse, Sırrı Süreyya’nın göz önünde olduğundan bile daha dolu bir hayatı olduğu, bu memlekete mülksüz gelip mülksüz giden daha zengin kimsenin olmadığı görülür.

Aslında Sırrı Süreyya’nın, gidişiyle hepimizde yarattığı boşluğu, mucize kaybını bir nebze olsun telafi edebilecek şey, yine kendisinin bıraktığı filmlerle, yazılarla, mesellerle, beyitlerle, esprilerle, cesaretle, diğerkâmlıkla ve ama hüzünle, fedayla, cefayla, ezayla, masum sırlarla yoğrulmuş muazzam miras. Dolayısıyla onsuzluğu da yine kendisi onduruyor. Bıraktıklarıyla kendini ölümden azade kılıyor.

Dedem anlatırdı, cenaze defnedilip imam son sözünü söyledikten sonra kalabalık dağılırken, ölü de kalkıp gitmeye yeltenir ve alnını tabuta-taşa vurur, o an idrakına erermiş ölümünün. 4 Mayıs günü Zincirlikuyu’daki definden sonra mahşeri kalabalık onca ihtara, ricaya direndi, bu toprakların benzerini bir daha hediye etmeyeceği Sırrı Süreyya’yı toprağa geri vermek, oradan ayrılmak istemedi. Belki de onsuzluğun ıssızlığıyla yüzleşmekten, “bu ölen biz miyiz” idrakından kaçmak istedi herkes. Yoksa ölenin Sırrı Süreyya olmadığını herkes biliyor.

Sırrı Süreyya’nın kızı Ceren’in Ayıp Payı kitabında, “işte sonundayız her şeyin” diyerek başladığı son şiiriyle virgülü koyalım.

işte sonundayız her şeyin

durmuşuz, nefesleniyoruz, genişliyoruz

şekerpınarı’ndayım, ben bağırıyorum, o dağ bağırıyor

bu sefer tek başıma gelmişim, ben seni arıyorum

bil bakalım neredeyim, diyorum

bil bakalım neredeyim, diyor o dağ.