İrfan Aktan
Yankı Yazgan: Yoksulluğa düşmek insanın ömrünü kısaltıyor
Hemen her gün insanlığa dair umudumuzu sorgulatan olaylar yaşanıyor. Bireysel veya örgütlü şiddet yaygınlaşıyor, savaşlarda onbinlerce masum insan katlediliyor, milyonlarca insan yerinden, yurdundan oluyor ve geleceğe ilişkin kaygı verici belirsizlik derinleşiyor. Üstelik bu belirsizlik, başta ABD olmak üzere pek çok ülkede otoriter, faşist, cinsiyetçi, yabancı düşmanı liderlerin başa geçmesiyle daha da katmerli hale geliyor.
Türkiye’de de başta kadınlara ve çocuklara yönelik olmak üzere, neredeyse her gün dehşet verici şiddet ve cinayet olaylarına tanıklık ediyoruz. Özellikle genç erkekler arasında yaygınlaşan şiddet eylemleri ve çeteleşme olgusu üzerine tartışmalar derinleşemeden yeni bir gündeme odaklanıyor ve hiçbir sorunu çözemeden, “yuvarlanıp gidiyoruz.” Peki nereye gidiyoruz? Bizi kaygı ve şiddet sarmalına sürükleyen temel sorunumuz ne?
Çocuk, genç ve aile psikiyatrisi alanlarındaki bilimsel çalışmalarıyla, tespit ve önerileriyle bilinen Prof. Dr. Yankı Yazgan’la “insanlık durumu” üzerine uzun ve kapsamlı söyleşimizin iki bölümden oluşan ilk bölümüne buyrunuz…
19 yaşındaki bir gencin, 4 Ekim günü İstanbul-Fatih’te kendi yaşıtı olan iki kadını hunharca katledip intihar etmesi çok konuşuldu, ama mesele hakkıyla tartışılamadan unutulup gitti veya aktüel siyasetin gölgesinde kaldı. Bir kere şimdiki neslin genel ruh haline bir psikiyatrist olarak baktığınızda nasıl bir tablo görüyorsunuz?
Başkasının canına vahşice kastetmek, yahut kendi canını almak gibi en uçta yer alan davranışların yanısıra, insanların gündelik hayatta birbirlerine zarar vermekten çekinmediği, bunu bir sorun olarak görmediği, daha sıradan sayılan sayısız olay yaşanıyor. Fakat genelde en uçtaki davranışlar görülür ve bunları da ancak en uçtaki insanların yapabileceği düşünülür.
Gerçekte mesele öyle değil mi?
Hayır, en uç bir davranışı, örneğin vahşi bir cinayet ya da cinsiyetçi saldırıları, patoloji bulamayacağınız “normal” sınırlar içindeki bir insan rahatlıkla yapabilir. Hatta zaten bunu daha çok, daha sık bu insanlar yapıyor. Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” dediği durumda olduğu gibi. Gaddarca suçların, şiddetin ruhsal bozuklukları olan insanlarla yanlış biçimde ilişkilendirilmesinin birçok sebebi arasında damgalama ve dışlama tutumu var. Sıradan insanın verebileceği zararı kestiremediğinizde sıradışı, ya da başka olana bu riskleri yakıştırmak kolaycı bir önlem. Damgalama, yaftalama bu işe yarıyor; gerçek sorunlarla uğraşmak yerine hayali düşmanları hedef göstererek.
BAZI İNSANLAR ‘GÜVENLİ ALANI’ BAŞKALARINA KARŞI ŞİDDETTE BULABİLİYOR
Toplumları tedirgin eden, korkutan şey tam da “uçlardaki” şiddetin normalleşmesi, yaygınlaşarak uç olmaktan çıkması değil mi?
Mikro düzeyde zaten bir çok şiddet davranışı var, bunlar gündelik hayatta çok yaygın biçimde yaşanıyor. Aile içinde, arkadaşlar veya hatta birbirini seven insanlar arasında da mikro düzeyde şiddetin yaygın olduğu açık. Ama şiddet davranışlarının doz ve biçiminin merkezden, ortalamadan uca savrulmasını yadırgıyor, bundan tedirgin oluyor veya korkuyoruz. Nitekim gündelik hayattaki mikro şiddetin istikrarlı ve kestirilebilir olmaktan çıkması, kimden ne geleceğini bilemediğimiz, bildik durumların bile tehlikeli hale gelmesiyle tekinsizlik duygusu veriyor. Öngörülemezlik davranışlarımızı belirlemeye başlıyor. Özellikle gençlerin kendilerine güvenli bir alan bulma arayışlarıyla geleceğin öngörülebilir olmaktan çıkmış olması arasında bir bağlantı var. Fakat bir kısım genç bu “güvenli alanı” başkalarına karşı şiddette, şiddet inisiyatifini ele geçirmekte bulabiliyor. Günümüzde bunu çoğunlukla göçmenlere, LGBTİ’lere, kadınlara, çocuklara, hayvanlara, güçsüz görülenlere karşı saldırganlıkta, şiddette, nefrette görüyoruz. Bunun altında başkasına atfedilen zaafiyete tahammül edememe de yatıyor. Çünkü ‘zayıf’ olarak tanımlanan birilerinin etrafımızdaki varlığı da güvensizlik, güvende olmama hissi yaratabiliyor.
Peki bu davranışı yapanlar “kötü insanlar” mı?
Aslında bir çocuğun, örneğin hayvanlara veya kendinden zayıf ya da küçük olana zarar verecek şekilde kötü davranması, o çocuğun içinde yaşadığı toplumsal normları içselleştirmekte sorun yaşadığını gösterir. Bu davranış, çok ideal şartlarda yetişmiş çocuklarda da olabilir ve çocuğun iyi veya kötü olduğunu değil, gelişimindeki bir sorunu, yolunda gitmeyen bir durumu anlatır.
EMPATİ TEK BAŞINA BİR İYİLİK KAYNAĞI DEĞİLDİR
Empati duygusu zamanla mı gelişir, yoksa bizdeki bu yeti doğuştan mı gelir?
Empati zaman içerisinde basamak basamak gelişir. Bunun bir parçası olarak görebileceğimiz başkasına acı vermekten rahatsız olma duygusu çok küçük yaşlarda başlar. Nitekim empatinin gelişim düzeyi, okul öncesi yaşlarda bir çocuğun başkasına acı ve zarar verici olmasını sınırlar, engeller. Bu beceri, çocuğu başkasına, örneğin küçük kardeşine istemeden acı vermekten alıkoymayabilir ama önemli olan, çocuğun bu davranışından rahatsızlık duymasıdır. Herkes kötü davranabilir ama kötü davranışından rahatsızlık duymamak empati gelişiminde, empatiye dayalı moral sistemlerin gelişiminde bir eksikliğe, normdan farklılığa işaret eder.
Empati kurmak, iyi olmaya yeter mi?
Empati tek başına bir ‘iyilik’ kaynağı değildir; bir ön koşul olsa da, varlığı iyilik için yetmez. Empati yakın olana, bizden saydığımıza, yabancı olmayana dönük olarak işler. Aynı gruptakiler arasındaki bağların sıkılaşmasında, “ortak düşmanlara” karşı kenetlenmekte otomatik olarak devreye girer. Ancak bizden başka ve uzak gördüğümüze zarar vermeye tek başına empatinin varlığı engel olamaz. Örneğin, toplumu kutuplaştırarak bölmek, başka ve farklı olanı “insan olmayan” olarak tasnif etmek, insan topluluklarının birbirini tanımasına, hatta birbiriyle karşılaşmasına engel olmak, ders kitaplarında, önder konumdakilerin topluma hitaben konuşmalarında ayrım noktalarının altını çizmek, kendinden olma beklentisini giderek “kendi gibi” olmamanın adeta suç ya da düşmanca davranış olmasına dönüştürür. Empatinin bu tip durumlarda pek devreye girme şansı kalmaz. İyi insanların kötü şeyler yaptığı durumlar böylece ortaya çıkar. En azından yollardan birisi bu. Ama empatinin toplumun bütün kesimlerini kapsamasını sağlamanın yolunu da buradan görebiliriz.
GEÇMİŞİN ZİHNİMİZDEKİ OLUMSUZ ETKİLERİNİ ÇOĞUNLUKLA AYIKLARIZ
Dedelerimiz, ninelerimiz hep “dünya eskisi gibi değil, çok daha kötü ve tekinsiz bir çağdayız” deyip dururlardı. Oysa onlar iki dünya savaşına, katliamlara, cinayetlere, kıtlık-kırana tanıklık etmiş insanlardı. Bizim anne-babamız da aynı şeyi tekrarlardı ama onlar da gençliklerinde 1970’lerin yoksulluğuna, 1980’lerin devlet şiddetine, darbeye tanık olmuşlardı. Bizim kuşak da şu dönemi çocukluk dönemlerine nazaran çok daha tekinsiz kabul ediyor. Oysa biz de 1990’ların karanlığında OHAL’e, devlet şiddetine, ölümlere tanıklık ederek büyüdük. Bizim çocuklarımız da, felaket çağı olarak gördüğümüz şu yıllarımızı, belki ileride yaşayacakları çağdan daha tekin görecekler. Bu dünya sürekli daha kötüye gittiği için mi böyle, yoksa her insan kendi çağını öncekinden daha kötü, daha tekinsiz hatırlamaya mı meyyal?
Bir kere, kuşaklar arasındaki farktan yakınma çağımıza özgü değil. Sümer Tabletleri’ne baktığınızda, yeni kuşakların eski kuşaklardan farklı olduğundan ve bunun eski kuşaklarca dert edildiğinden söz edildiğini görürsünüz. Fakat sizin işaret ettiğiniz husus, kuşakları oluşturan zaman aralığının giderek kısalmasıyla paralel görünüyor. Siz bugün 40’lı yaşlarınızda “dünya artık tekinsiz” diyorsunuz, ama dedeniz bunu 70’li, 80’li, babanız 60’lı yaşlarında söylüyordu. Zira değişimin gerçekleştiği zaman aralığı daralıyor. Adeta, zaman artık daha hızlı eskiyor. O yüzden kuşak farklarının çok kısa sürede oluştuğuna dair tespitler var. Sırf iletişim teknolojilerine baksanız, hızın baş döndürücülüğünü daha rahat görürsünüz. Dışımızdaki dünyada değişimin artış hızı geçmişi hatırlama biçimimizi etkiliyor. Aynı geçmişi her birimiz farklı hatırlayabilir. Bir olayın nasıl olduğuna ilişkin hatırladıklarımız birbirini tutmuyor. Geçmişe ilişkin tam manada bir fikir veya duygu birliği olmuyor.
Yani geçmişimize ilişkin yalan mı söylüyoruz?
Bu genelde yalan söylemekten ya da bazı olayları örtbas etme çabasından ziyade “hatırlamanın’ adeta doğal bir özelliği sayılabilir. Geçmiş hemen her zaman olduğundan daha olumlu hatırlanır. Geçmişin zihnimizdeki olumsuz izlerini, eğer korkunç ve silinemez bir travma değilse, çoğunlukla zihnimizden ayıklarız. Askerlik, savaş hatıraları, yatılı okul anıları… Yatılı okuldayken yaşadığımız pek çok olumsuz şeyi zaman içinde unuturuz ve geriye o “güzel günler” nostaljisi kalır.
Peki gerçek hangisidir?
Gerçek sürekli güncellenen bir sürüm gibi düşünülebilir. Geçmiş iyi değildi ama bugün onu gerçekte olduğundan, o sırada düşündüğümüzden daha iyi hatırlama eğilimindeyiz. Gelecekte de bugünü olduğundan veya şu an hissettiğimizden daha iyi hatırlama ihtimalimiz var. Bunu düşünmek bugünün olumsuzluğunu hafifletir.
KİNDARLIK UNUTAMAMAKTAN BESLENİR
Yani tıpkı egemenlerin tarihi sonradan yeniden yazmaları gibi, biz de kişisel tarihimizi, belli elemeler yaparak yeniden mi yazıyoruz?
Egemenler bunu kasıtlı olarak yaparlar, ama biz birey olarak bunu tam bir kasıt veya tasarımla yapmıyoruz. Yaşamımızı sürdürebilmemiz, geleceğin belirsizliğiyle başa çıkabilmemiz için, geçmişimizin desteğine ihtiyacımız var. “Şöyle şanlı, şöyle iyi bir geçmişimiz vardı” ya da “biz aslında şöyle bir aileden geliyorduk, bugünkü halimize bakmayın” demek, geleceğe dair korkumuzu azaltır. Çünkü gelecekle ilişkimiz adeta bir bekleyiştir, korkuyu beklemektir. O yüzden zihnimiz, geçmişin negatif deneyimlerini silmeye yatkındır. Geçmişin olumsuz izlerini silmezsek, hafifletmezsek, bu hayata dayanamayız. Unutamamak çok berbat bir şey. Unutmak isteyip de unutamamak daha da zor. Kindarlık da unutamamaktan beslenir. Unuttuk sandığımız, ya da hiç aklımıza gelmeyen geçmiş parçaları bu temizlik ayıklama işlemleri arasından sıyrılıp, davranışlarımızı, ruhsal dünyamızı etkiler, bugünümüzü belirler. Nitekim, bazı psikoterapi biçimleri bu unutulmuş gibi olan ama belleğin görünmez yerlerinde varlığını ve etkisini sürdüren kırıntıların yeniden düzenlenmesiyle yaşamı dayanılmazlıktan çıkarmaya dayalıdır.
GERÇEĞİ DOĞRU HATIRLAYABİLMEK İÇİN UNUTUP TEKRAR HATIRLAMAYA İHTİYAÇ VAR
Ama maruz kalınmış bir haksızlığın telafisi de adalet arayışından, dolayısıyla unutmamaktan geçmez mi?
Bu soruyu iyi ki sordunuz; kullandığım kelimeler yanıltıcı olabilir. Yaşadığımız haksızlıkları, ruhsal ya da fiziksel varlığımıza kasıt içeren davranışları zaten unutmak mümkün değil. Ancak bu tür bir unutamama, ya da akıldan çıkartamama adalet arayışını besleyen bir şey değil. Böyle durumlarda gerçek bölük pörçük, çarpılmış ve genellikle bizim ilerlememizi zorlaştıracak şekilde hatırlanır. Başka bir ifadeyle, gerçek ancak o çarpılmış şekliyle unutulmaz. Gerçeği doğru bir şekilde hatırlayabilmek için bir unutmaya ve tekrar hatırlamaya, parçaları tekrar birleştirmeye ihtiyaç var. Buradaki kastım doğru hatırlama amaçlı bir unutmadır. 2020 öncesindeki birkaç yıl boyunca bu konulara ilişkin haftalık yazılarımdan bir derleme yapmıştım, Korku Sal Cesur Desinler. Orada kendimi daha iyi ifade etmiş olabilirim.
ÇAĞIMIZIN KOŞULLARI BELİRSİZLİĞİ DAHA DA TAHÜMMÜL EDİLEMEZ HALE GETİRİYOR
Peki geleceği öğrenme çabamızı nasıl açıklıyorsunuz? Mesele kaygı, korku ve çağın gerçekleri kadar, insanın yapısal olarak geleceğe hazır olmayan, ondan korkan bir varlık olmasına mı dayanıyor?
Tabii, o yüzden geleceği bilmeye, öğrenmeye dair bitmez bir merakımız var. Tarih boyunca müneccimlere başvurarak, yıldızlara bakarak, inanç sistemleriyle vs, geleceği öğrenmeye, önceden bilmeye çalıştık. Çünkü geleceğin doğal olarak içerdiği belirsizlik, bilinmezlik korkutucudur. Belirsiz de olsa, neyin ne zaman olacağını tam bilemesek de, geleceğin izlediği genel bir çizgi ve yön olduğu düşüncesi bu belirsizliğin korkusunu zayıflatıyor. Fakat içinde bulunduğumuz çağın koşulları, gelecekteki belirsizliği daha da tahammül edilemez hale getiriyor, korkuyu, kaygıyı artırıyor. İklim krizi gibi dünyanın geleceğiyle ilgili bir tehdidin oluşması, “bir gün kıyamet kopacak” inancından farklı bir şey.
Neden?
Çünkü karşı karşıya bulunduğumuz tehlikenin somut, güncel, bilimsel dayanakları var. İnsanlık tarihinde bu türden somut tehlikelerin, yok oluş korkusunun yaygınlaştığı başka dönemler de oldu. Örneğin ABD ve Sovyetler Birliği arasında nükleer silah kullanılacağına dair korku dönemini hatırlayın… Fakat o politik bir krizdi ve önlenme, gerçekleşmeme ihtimali de bir yanda duruyordu. Doğru veya yanlış, üzerinde bir kontrolumuz olacağını düşündüğümüz durumların belirsizliğinin korkutuculuğu daha az. Fakat şu anki iklim krizi açısından aynı olumlu ihtimal pek görünmüyor. Üstelik elimizden bir şey gelemeyeceğini düşündüğümüz, atlatamayacağımızı adeta bildiğimiz bir tehlike bu.
GELECEĞİN BELLİ OLMASI UMUDA HİÇ YER BIRAKMAYABİLİR
Öyleyse sadece geleceğin belirsizliği değil, geleceği öngörebilmek, bizi neyin beklediğini bilmek de kaygıyı azaltan değil, artıran bir unsur değil mi?
Kesinlikle öyle. Ne olacağını bilmek, bazı durumlarda umudu da ortadan kaldırabilir. Sonuçta umut da belirsizlikten beslenir, korku da. Basit bir örnekten gidelim: Eskiden sınav sonuçları mektupla gelirdi ve siz o mektubu hemen açmak istemezdiniz. Çünkü belirsizliği muhafaza ederek elde ettiğiniz umudu, gerçeği öğrenerek yitirebilirdiniz. Belirsizlik tümüyle negatif değilken, geleceğin belli olması umuda hiç yer bırakmayabilir. O yüzden insan geleceği merak ettiği ölçüde, öğrenmekten de çekinen bir varlık.
OTORİTER SİSTEMLERE VERİLEN DESTEK, İNSANIN İNSANLIKTAN ÇIKABİLECEĞİNE DAİR KORKUYA DAYANIYOR
İnsanın belki de en büyük korkularından biri, insanın insan olmaktan çıkacağı bir canavarlaşma çağına girmek. Eşitsizliğin, adaletsizliğin, cinayetlerin, savaşların derinleştiği ve dolayısıyla “insanlığa dair umudun” azaldığı bir çağda yaygınlaşan kaygı, insanı daha da agresif, daha da saldırgan, daha da insanlıktan çıkar hale getiriyor olabilir mi?
Hemfikirim. Bir yandan bizi insanlıktan çıkmaktan alıkoyacak yapılar arayışına giriyoruz, öte yandan bu kaygılı arayış insan olmak için gereken özgürlüğü yok edici sonuçlar da verebilir. Zira özgür kalması, bırakılması halinde insanın insanlıktan çıkabileceğine dair bir varsayım var. İnsanın özgürlüğü bir bakıma hayalken, bir bakıma da kaçılması gereken bir kâbus olarak düşünülebiliyor. Baskıcı, otoriter sistemlere verilen açık ya da zımni destek, insanın insanlıktan çıkabileceğine dair korkudan besleniyor. Birbirimize güvenimizi yitirdiğimizde, işbirliği yapamadığımızda, eşit olmadığımızda, hayatımızı kontrol edemez hissettiğimizde hepimizin üstünde bir yapı arayışı artıyor.
Prof. Evren Balta, yaptığımız bir söyleşide “belirsizlik ve güvencesizlik içindeki insanlar için önemli olan hakikat değil, güç. Güçlü veya güçlü görünen bir aktörle ilişkilenmek, hakikatle ilişkilenmekten daha fazla güven veriyor” demişti. Amerika’da Trump’ın seçilmesi, Rusya’da Putin, Türkiye’de Erdoğan gibi otoriter liderlerin yıllardır iktidarda kalabilmeleri, Avrupa’da otoriter, faşist partilerin yükselişi, çağımızın belirsizlik ve güvencesizlik içindeki kitlelerin ruh halini önemli ölçüde açıklamıyor mu?
Evet, ama bu kitabın sonu değil, olsa olsa kitap içindeki bir bölümün sonu olabilir. Tarihte kitlelerin benzer eğilimde olduğu dönemlere ilişkin pek çok örnek var. İnsanlığın o dönemleri aşa aşa bugüne geldiğini düşünürsek ve eğer tarihin akış yönü varsa, şimdikini de aşacağımızı düşünmek mümkün.
BÖLÜŞÜMDE ADALET GELECEĞE İLİŞKİN KAYGIYI, DOLAYISIYLA ŞİDDETİ AZALTIR
Peki bizi insanlıktan çıkaran eğilimlerden sonra tekrar aklıselime getiren şey nedir?
Felsefenin, dinlerin ve bilimin belli dallarının cevabını aradığı bu soruya yanıt vermek kolay değil. Ama “aklıselim” her zaman en insancıl olan değildir. Çünkü başkasının yararını düşünmek, ya da başkasına zarar vermekten kaçınmak, her zaman gerçekçi, “aklıselim” ürünü bir davranış olarak görülmeyebilir. Aklıselime ne zaman ihtiyaç duyulur? Örneğin, kıt kaynakların bölüşümünde. Bunu dünya için de, bir aile için de düşünebilirsiniz. Çok çocuklu, sınırlı kaynakları olan bir ailedeki şiddetin, az çocuklu ve bol kaynaklı bir aileninkine göre daha fazla olduğunu biliyoruz. Büyük kardeşlerin küçük kardeşlere, erkek kardeşlerin kız kardeşlere yönelik zorbalığı gibi davranışlar, yani şiddet, kaynaklar çoğaldığında, bollaştığında, bölüşümde adalet sağlandığında azalıyor. Geleceğe ilişkin kaygının, dolayısıyla gerilimin, şiddetin de bu tür durumlarda azaldığını söyleyebiliriz. Bunu aileden topluma, ülkeye ve giderek tüm dünyaya genellemeyi deneyebiliriz.
İNSANIN İNSANLAŞMA SÜRECİNDE KAZANDIĞI YETİLERDEN BİRİ BAŞKALARINI DA DÜŞÜNEBİLMEKTİR
Ama bu, insanların başkalarını da düşünebilmesiyle mümkün değil mi?
İnsan zaten başkalarını da düşünebilme yetisine sahip bir varlık. Peki ne oluyor da insan başkalarını düşünemez, başkalarına zarar doğmasını umursamaz hale geliyor? Az önce tartıştığımız üzere empatinin herkesi kapsayıcı olmadığı, kendi haline bıraktığımızda empatinin kendimize ve kendimiz gibi olanlara dönük bir işleyişi olduğunu söylemiştim. Empatinin evrim içinde ortaya çıkışı ve gelişimi de bu yönde. Son kırk bin yıldır süren, insanın insanlaşma sürecinde kazandığı bir çok yetiden birisi, başkalarını da düşünebilmektir, başkalarına zihninde bir yer olmasıdır. Homo Sapiens’in birkaç on bin yıl boyunca yeryüzünü paylaştığı Neandertaller ile arasında beyin yapılanması açısından önemli bir fark var…
Nedir o fark?
Beynin ön bölgesi. Beynin hem bireyin hem türün evrimi içinde en son gelişen bölgesi olan prefontal korteksin işlevleri zaman kavramını, önceyi, şimdiyi ve sonrasını tasarlayabilme kabiliyetinin gelişmesine imkân verirken, başkalarını düşünmeyi, başkalarının aklından geçenleri, hissettiklerini anlayabilmeye, sezebilmeye zemin oluşturmuşturdu. Bu Homo Sapiens’i evrimsel olarak da avantajlı kıldı. Örneğin, eşzamanlı var olan Neandertaller bedensel olarak insanlardan daha güçlüyken insana ait bazı özellikler Neandertallerin yok oluşuna giden rekabette ve sonrasındaki gelişiminde belirleyici oldu. Homo Sapiens’in gelecekle ilgili düşünebilmesi, görebildiğinin ötesinde bir zihinsel dünya geliştirebilmesi, başkasının acısını, keyfini sezebilme ve davranışıyla başkasında oluşturduğu etkiyi kestirebilme yetisi insan türüne avantaj sağladı. Fakat bu özelliklerin hepsi evrimsel olarak kodlarımızda olsa da, bunlar her zaman ve herkes tarafından aynı verimlilikte ve etkinlikte kullanılmayabiliyor.
KAYNAK KITLIĞI VE BÖLÜŞÜM BİÇİMİ İNSANIN RUHSAL YAPISINDA ÇOK BELİRLEYİCİ
Neden?
Çünkü benimle sizin aranızda da, Ahmet ile Ayşe arasında da kuşaklar öncesinden aldığımız evrimsel mirası kullanma becerisinde farklar var. Büyüme, yetişme koşullarının yanısıra kaynakların azaldığı, bölüşümün zorlaştığı ve çatışmanın arttığı zamanlar, kuşaklar arasındaki ve kuşaklar içindeki farkları keskinleştiriyor.
O halde insan zora düştüğünde empati, başkasına acı vermekten imtina etme gibi meziyetlerini bir kenara mı bırakıyor?
Bu tür zor dönemlerde insan, başkalarına acı vermeyi, zarar doğurmayı önemsemeyebiliyor. Gündelik hayatta da bu böyle değil midir? Aynı kuyruktaki insanların birbirlerinin önüne geçme çabasına, kendi işinin daha önemli olduğuna inanmasına bakın mesela. İnsanın ruhsal yapısında ve davranış biçiminde kaynak kıtlığının, bölüşüm biçiminin repertuvardan hangi davranışı seçeceğinde belirleyici olduğunu düşünüyorum.
İNSAN BELLİ KOŞULLARDA İNSANLIKTAN ÇIKABİLİR
Kaynak kıtlığı ve bölüşüm sorunları toplumların tiranlıkları, teokrasileri, totaliter sistemleri beslemesini de beraberinde getirebiliyor. Dolayısıyla diktatörlükleri, tiranlıkları kitlelerin kandırılmasıyla değil, insanın doğal olarak çıkarcı bir varlık olmasıyla mı açıklayabiliriz?
İnsan davranışını ve psikolojisini açıklama konusunda böylesi bir yaklaşım da var. Fakat bireyin ruh sağlığını açıklamak üzere oluşturulmuş kuramlar üzerinden toplumsal olayları izah etmenin riskleri bulunuyor. Tersi yönden, toplumların evriminin ruhsal yapıyı ve davranışı nasıl etkilediği üzerinden açıklamalar da özellikle kitlelerin davranışlarını açıklamak için çekici geliyor. Örneğin feodal dönemdeki yönetim, üretim ve paylaşım biçimi ile sonraki yönetim, üretim ve paylaşım biçimi arasında dağlar kadar fark olduğunu hatırlayalım. Keza çeşitli dönemlerde insanlığın çeşitli bölüşüm sistemleri geliştirdiğini ve aslında insanın ruhsal yapısı ve davranışları üzerindeki başlıca toplumsal etkinin adil bir bölüşüm sistemi bulma arayışı olduğunu da savunabiliriz. Her iki yaklaşımın da açıklayıcı olduğu durum ve zamanlar olduğunu unutmayalım. Tam da burada okuyucuya Serol Teber’in “Davranışlarımızın Kökeni” kitabına yönlendirmek isterim. 1970lerde kaleme alınmış, içeriğinin bir kısmı eskimiş olmakla beraber konu üzerine düşünenlere ilham verici olacak bir kitap bu.
Kaynakların kıt, iklim krizinin belirgin, neo-liberal iktisadi düzenin yıkıcı, küçük bir zümrenin zengin, geniş kitlelerin ise yoksul veya aç olduğu bir çağdayız. Bütün bu dinamiklerin insanlığı yeni bir büyük savaşa, bu savaşı yürütecek iktidarları yükseltmeye yöneltmesi sürpriz olur mu?
Maalesef bu korkutucu ihtimal giderek daha çok var. İnsanlık belli koşullarda insanlıktan çıkabilir. Çok değil, 80 yıl gibi kısa sayılabilecek bir süre önce, on milyonlarca insanın hayatını kaybettiği büyük savaşta bunu gördük. İnsanlık tarihi açısından bakıldığında 80 yıl daha dün sayılabilir. Fakat son 80 yıldır böylesi bir savaş olmadan da, burnumuzun dibinde veya başka yerlerdeki daha ‘küçük’ savaşların ve katliamların yanısıra yoksulluk, yoksunluk, hastalıklar gibi belli felaketlerin belli bölgeleri ve halkları daha çok etkilemesinde olduğu gibi yapısal şiddet devam etti. Dolayısıyla bizim gelecekte söz konusu olacak diye korktuğumuz felaketi dün ve bugün zaten aralıksız yaşayan toplumlar var.
YOKSULLUĞA DÜŞMEK İNSANIN RUHSAL VE FİZİKSEL YAPISINI BOZABİLİYOR, ÖMRÜNÜ KISALTIYOR
Bir ruh bilimci olarak, geçmişte psikoloji ve psikiyatrinin incelediği meselelere de vakıfsınız. Freud’un, Adler’ın, Jung’ın, From’un üzerinde çalıştığı vakalarla günümüzde sizin üzerinde çalıştığınız vakalar arasında mukayese yaptığınızda, içinde bulunduğumuz çağın koşullarından ötürü insan psikolojisinde kayda değer bir dönüşüm olduğunu söyleyebilir misiniz?
Modern anlamda ruh bilimi çalışmalarının ömrü 150-200 yıldan ibaret. Bu süreç içinde insanın ruh yapısında köklü değişiklikler yok ama dalgalanmalar oluyor. Savaşlar, salgınlar, afetler sadece insan psikolojisini değil, teorileri ve teorisyenleri de etkiliyor. Mesela alanın belirleyici düşünürlerinden Freud’un I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası düşüncelerindeki önemli değişimde olduğu gibi. Travmanın sadece bireysel değil, toplumsal da olabildiğine dair kavrayışımızda Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’nın, ya da kayıpların, ekonomik ve sosyal altüst oluşların sonuçlarının önemli etkisi var.
Nasıl mesela?
Örneğin, 1929’daki Büyük Buhran o dönemdeki intihar vakalarıyla ilişkilendiriliyor. Daha yakın zamana gelirsek, 2000’lerin ABD’de ekonomik statüsünü kaybetmiş beyaz nüfusundaki intihar, aşırı doz ilaç ve uyuşturucu gibi nedenlerle olan vakaları da “yeis ölümleri” diye adlandırılıyor. Her ne kadar bu akla yatkın gözüken teorinin geçerliliğini, benzer ölüm nedenlerinin diğer toplumsal gruplarda da aynı ölçüde olduğu tespiti üzerinden sorgulatan yeni bulgular olsa da, ekonomik statüsünü kaybetmiş beyazların Trump’ı iktidara taşımalarını da bu şekilde, yani yeisten çıkış çabası üzerinden açıklayanlar var. Bu düşüncelere ilham kaynağı olan çalışmalardan birisi ilginç: Detroit’te, otomotiv sektöründe kıdemli hale gelmiş ama birden işsiz kalmış ve yoksullaşmış beyaz işçiler ile daha kötü koşullarda yaşayan birinci kuşak Meksikalı göçmenleri karşılaştıran bir çalışmada, beyazların ruhsal olarak çok daha çökük olduğu görülüyor. Daha ötesi, işsiz kalmış, yoksullaşmış, statülerini kaybetmiş beyazların yaşam süresi ve sağlıkla ilişkili DNA yapıları incelendiğinde, yoksul Meksikalı göçmenlere göre çok daha yıpranmış oldukları görülmüş. Dolayısıyla, orta halli bir ekonomik statüyü kaybetmek, yoksullaşmak, yoksul sayılacak kadar olmasa bile “kaybetmek”, yoksul düşmek, insanın ruhsal ve fiziksel yapısını bozabiliyor, ömrünü kısaltıyor. Tabii yine de büyük çıkarımlar yapmakta acele etmemek, bu verilerin doğrulanmasını beklemek gerekiyor.
Yarın: Toplumsal barışın yolu bireyler arası güvenden geçer