Ragıp Duran
Bizim anavatanımız neresi?
Pazartesi ve Salı günü Hamburg’daydık. Celal’le (Başlangıç) beraber Körber Vakfının düzenlediği "Sürgünde Medya Forumu’’na davetliydik. Pazartesi akşamı Elbphilarmoni binasında önce Can Dündar’ın sürgün temalı esaslı konuşmasını dinledik ardından Yurtdışında Yaşayan Suriyelilerin Filarmoni orkestrasının konseri vardı.
Can, Türkiye, Almanya ve dünya edebiyatından örneklerle, kendi deneyimlerini de katarak sürgün yaşamını hem felsefi hem de siyasi bağlamda çok güzel anlattı. (Almanca bilenler konuşmanın tam metnini stiftung/presse/pdf/2018/2018-
Kim ne derse desin Can Dündar öncelikle iyi bir gazeteci. Mehmet Ali Birand ekolünün en başarılı mensubu. Başından bunca badire geçmesine ve halen 24 saat 4 korumayla yaşamasına rağmen neşesinden umudundan bir şey kaybetmemiş. Ayaküstü sohbet ettik. Hem ciddi hem gırgır hikâyeler anlattı.
Türkiye’ye, Suriye’ye ilgi duyan Alman entelijansiyasından izleyiciler çoğunluktaydı salonda.
Halen 29 farklı ülkede yaşayan çoğu Suriyeli müzisyenden oluşan filarmoni orkestrası ise müziğin sınırları nasıl ortadan kaldırdığını şahane bir konserle gösterdi. Bizim kulağımıza hiç yabancı olmayan Suriye havaları batılı enstrümanlarla icra edildi. Hele bir şarkı ud eşliğinde çalındığında kendimizi Istanbul’da filan hissettik. Sonunda pırıl pırıl elbiseli bol takılı şık bir kadın şarkıcı sahneye çıkınca koltuk yerine iskemle ve masa arayıp rakı şişelerinin eksikliğinden yakındık. Salondaki Almanlar baktım, kıvrak havalara küçük oynak hareketlerle eşlik ediyor. Onların da hoşuna gitti oryantal nağmeler.
Can’ın konuşması ve Suriyelilerin konserinden sonra verilen resepsiyonda Fatih Akın’la tanışma fırsatımız oldu. Sempatik, doğal hatta hınzır bir delikanlı.
Merkel-Erdoğan basın toplantısında "Gazetecilere Özgürlük’’ tişörtü giydiği için salondan yaka paça atılan Adil Yiğit de oradaydı. Neyse ki Alman makamlarının sınırdışı kararını Göçmen Dairesi iptal etmiş. Üzülenler çatlasın!
Hamburg muhabirimiz Süheyla Kaplan da sağolsun, oradan oraya koşuşturup ağırladı bizi, tanımamız gereken insanlarla tanıştırdı ikimizi.
Aslında ayrı bir yazı konusu ama, bir 1983’de bir de 1992’de gelmiştim Hamburg’a, bu sefer daha iyi gördüm galiba: Burası, iklimi soğuk, ticareti ve sanayisi ile kültürü yoğun bir İzmir sanki. Canlı, heyecanlı, neşeli. Üstelik Uzun Adamsız. Bir de bu kentin sakinleri ikide bir, yerli yersiz "Hamburg’un dağlarında çiçekler açar…’’ diye türkü çığırmıyor.
Salı günü Körber Vakfının kent merkezindeki binasında "Sürgün Medyası’’ forumuna gittik. Sosyal-demokrat eğilimli bu vakıf, "Toplumsal gelişme eleştirel düşünce gerektirir’’ ilkesi temelinde kurulmuş. Çok doğru, çok şık bir saptama değil mi? Anlamazsan sorarsın sonra "Bizim üniversitelerimiz neden ilk 500’e giremiyor?’’ diye.
Salı günkü toplantı, 1948 doğumlu İranlı şair yazar Said’in konuşması ile açıldı. 1965’de okumaya gelmiş Almanya’ya, sonra da Almanca’ya aşık olup kalmış Hamburg’larda. Holderlin, Rilke… O da kendi deneyimlerinden yola çıkıp şiirsel bir konuşma yaptı. Sahnedeki ekranda Said’in galiba 6-7 yaşlarında çekilmiş güzel bir fotoğrafı vardı. Dil, sürgün, sıla üçlemesinde güzel bir gezintiye çıkardı dinleyicileri. Nedense söylediği bazı cümleler bana biraz Naipaul’u hatırlattı. "Almanca, benim özgürlük dilim…’’. Başka ilginç cümleler de kurdu: "Oturmak/yerleşmek hiçbir yerdir’’, "Çocukluğumuz bizim yegâne ve hakiki evimizdir’’, "Ben imkânsızı yapan insanları severim’’:
Gün boyunca medya açısından son derece önemli konular Alman ve sürgündeki yabancı gazeteciler tarafından değerlendirildi, tartışıldı: Sürgündeki gazeteciler medya manzarasını nasıl değiştiriyor? Uygulayıcılar sürgün medyasının geleceğini nasıl görüyor? Almanya’da sürgün medyası modelleri, Avrupa medya manzarasında sürgün gazeteciler.
Almanya’da en kalabalık göçmen nüfusu Türkiyeliler olmasına rağmen Salı günkü forumda sadece Can Dündar ile TAZ Gazete’den Ebru Taşdemir vardı. İranlı, Arap ve Sudanlı meslekdaşların yanısıra en çok Alman medyasından konuşmacılar söz aldı. Konu zaman zaman göçmen gazetecilerin Alman medyasını zenginleştirme, entegrasyon konularına filan kaydı. Gazetecilik okullarının yeni baştan dizaynı, yazı işlerinde toplumsal cinsiyet, dil, sınıf kökeni çeşitliliği, ırkçılığa karşı mücadele gibi önemli konular da gündeme geldi.
Biz kendimizi, bu aralar yurtdışında olsak da sürgün gazeteci olarak adlandırmıyoruz. Avrupa ülkelerindeki sadece resmi yetkililerin değil STK yöneticilerinin hatta bazen oradaki meslekdaşlarımızın bile oryantalist tutumlarından/bakış açılarından rahatsız oluyoruz. Yardıma muhtaç garibanlar değiliz. Özel bir talebimiz yok. Dayanışma memnun ediyor bizi, o kadar. Bizim hadisemiz şu: Gazeteciliği Türkiye’den kovdular. Biz de mesleğimize sadık olduğumuz hatta mesleğimize aşık olduğumuz için, onu takip ettik ve çeşitli Avrupa kentlerine geldik. Herkesin esas anavatanı çocukluğudur, denir ya. Celal söylemişti bir keresinde: "Bizim gibilerin anavatanı gazetecilik!’’.