'Benim için adalet mutlu sondan daha önemli'

Son filmi ‘Ölümlü Dünya’ ile yönetmen olarak adından hayli söz ettiren Ali Atay ile geçmişten günümüze oyunculuğunu ve yönetmenliğini konuştuk.

Seran VRESKALA 

ARTI GERÇEK – Leyla ile Mecnun’un Mecnun’u bir anda ekrandan çıkıp gelip karşıma oturmuş gibi. Konuşması bile aynı… Kendisiyle ilk kez 7 yıl evvel söyleşi yaptığımda da aynı şeyi düşündüğümü hatırlıyorum. Hiç değişmemiş. Siyasetle ilgilenmediğini söylediği halde ağzından çıkan her cümle siyaset kokuyor. Hayattaki en büyük suçun önyargı olduğunu söylüyor mesela. Ötekileştirmenin oluşturduğu coğrafyalar arasındaki büyük uçurumun üzerine sinema yoluyla bir köprü inşa edebilmek en büyük derdi… Yaptığı müzikten çekmek istediği hikayelere, yurtdışında film yapmaktan yazmayı düşündüğü kitaba kadar gerçekleştirmek istediği milyonlarca proje var; öyle bir heyecanla anlatıyor ki hepsini yapabileceğine inanıyorsunuz. Babasının ‘bir şey yap ama en iyisini yap’ tavsiyesini hiç dinlememiş; hayatta her şeyi yapabileceğine inanıyor. Bir de nefes boşluklarına… Özel hayatında da iş ilişkilerinde de bu boşluklara ihtiyacı var. Müzik konusunda öyle geniş bir yelpazesi var ki, Ankaralı Turgut’tan Dream Theater’a kadar her şeyi dinliyor. Müzik yapmaya karar verdiğinde gurubundaki kimse başta enstrüman çalamıyormuş; hep beraber sonradan öğrenmişler. Bundan sıfırdan başlamaya ve yoktan var etmeye çok alışık olduğunu anlıyorsunuz. Tam bir yol adamı aynı zamanda. Hadi deyince o an her şeyi bırakıp gidebilir. Ne tiyatroyu ne oyunculuğu ne sinemayı ne de müziği kutsallaştırmıyor; onun için ailesinden ve insanlardan kutsal başka hiçbir şey yok! Hastalıklı, psikolojik problemleri olan, içinden kan geçen karakterleri oynamayı seviyor. Gay bir mafya babası oynamış mesela. Ekşi Sözlük’te biri bakışlarının çok psikopatça olduğunu yazmış; bunun sebebinin karşısındakini daha iyi anlayabilmek için çok dikkatli bakmasından kaynaklandığını söylüyor. Tek anlatamayacağı hikayenin kadın hikayesi olduğunu düşünüyor.   

GEÇMİŞ

- Tiyatroyla başladın oyunculuğa ve turneyle Anadolu’nun her yerine gittin…

10 yıl tiyatro yaptım ben. Babylon’da Dulcinea’da falan oynuyorduk ve oralarda tiyatro yapan ilk bizdik. 90’ların sonu, 2000’lerin başı… İlk olduğumuz ve performansa bağlı aşırı komik ve acayip oyunlar oynadığımız için muazzam tepkiler alıyorduk, seyirci coşuyordu resmen. Anadolu turnesi bağladıklarında her yerde böyle karşılanacağımızı düşünüyorduk. Antep, Urfa, Adana, Mersin falan ama bir baktık kimse gülmüyor. Öyle bakıyorlar. Aramızda hiçbir alışveriş yok. Korkunç bir iletişimsizlik var. Ve bunun sebebi ne biliyor musun? Bize her şeyi yanlış öğretmişler. O kadar korkunç bir eğitimden geçmişiz ki! Ulusalcı yetiştirilmişiz, faşistiz falan.

Bunları bir zaman sonra yaşayarak, görerek öğreniyorsun ve o anda sorgulamaya başlıyorsun. Ve kafan açıldıkça ve aradaki o kopukluğu gördükçe çok geç kaldık diyorsun. Çok geç kaldık, biz bir şey yapamayız ki bu saatten sonra çünkü aradaki uçurum çok büyük artık. Senin kafan binlerce kilometre uzakta ama oraya bir bakıyorsun, asıl olması gereken yer orada. Oraya da bir şey söyleyemiyorsun çünkü aynı dili konuşmuyorsunuz artık. O kadar korkunç bir şey ki bu! Şu anda yaptığın filmde bu uçurumla karşılaşıyorsun, TV’de bu gerçek suratına çarpıyor, attığın tweet’de bile suratına çarpıyor. Çünkü senin yazdığın şeyi anlamıyor, ama bu onun anlayışsızlığından kaynaklanmıyor, aradaki uçurumdan kaynaklanıyor. Bunun sebebi kimse, onun Allah belasını versin yani!

- Kopukluğu yok etme şansımız var mı peki; mesela Recep İvedik gibi filmler bu kopukluğa daha çok sebep oluyor mudur?

Benim o filmlerle ilgili hiçbir derdim yok! O tarz filmler dünyanın her yanında yapılıyor, yapılmalı da! Kopukluğu yok etme şansımız var mı bilmiyorum ama istediğim şey kapıyı aralamak. Her kesimden insana ulaşabilmek, hikayelerimi anlatabilmek. Bir etkisi olursa ne ala!

- Neden Bülent Parlak ya da Şevket Çoruh gibi kendi tiyatronu kurmuyorsun, eğer derdin buysa?

Bu tiyatro açmak meselesi değil, zaten benim yolum da o değil! Ama beni ilgilendiren, tiyatroyu açtığımda o tiyatroya kimlerin geldiği… Ben senin benim gibi insanlar istemiyorum ki sadece, ben ulaşamadığımız insanların da tiyatroya gelmesini istiyorum. Zaten film yapmak istememin bir amacı da bu! Onların ayağına gidebilmek… Aslolan şey yaptığım filmi büyük şehirlerden ziyade Tokat’ta Diyarbakır’da Bingöl’de izletebilmek! Turne yaparken seyirciyle iki yabancı gibi birbirimize baktığımız zaman aklıma düşen şuydu; bu insanlarla biz ne zaman karşı karşıya gelip konuşabileceğiz? Aradaki köprüyü nasıl kuracağız; benim derdim bu! Tiyatro yapmak kişisel bir şey ama kişisel bir mevzunun peşinde değilim ben.

- Limonata ilk yönettiğin film…

O film benim Ertan’la tanıştığım döneme denk geliyor. Ertan değeri bilinmeyen ama olağanüstü bir oyuncu... Ben şu an hemen kalkıp yol yapalım fikrine çok açığım ve müsaidim. Her şeye hazırım gerçekten. Şu an bile kalkıp bir yerlere gidebilirim. Ertan’la da bir gün setten eve giderken ‘gel Makedonya’ya gidelim’ dedi. Ben de’ gidelim ama kamera alalım ve çeke çeke gidelim’ dedim. O da ‘kamera alacaksak, yazalım o zaman’ dedi ve öyle öyle bu film çıktı ortaya. Limonata gerçek anlamda bir yol filmidir.

- Sen filmi yönetmeye nasıl karar verdin?

Ya ben yönetmeyecektim aslında, ikimiz oynayacaktık. Bir sürü yönetmenle konuştuk bunun için ama bir türlü enerjimiz tutmadı. Tuhaf hamleler yaptılar. Kafamız karıştı çünkü biz basit bir şey istiyorduk. Tek istediğimiz o iki kardeşin arasında bir kamera dursun ve seyirci de onlarla beraber hissetsin kendini. Bir türlü anlatamadık derdimizi; bir şeyi neden istediğini anlatabilirsin de neden istemediğini anlatamazsın ya! O anda kendim çekmeye karar verdim. Bu yüzden Ertan’la büyük kavga ettik. (Gülüyor) ‘Oynamayacaksan çekmeyelim o zaman, at çöpe’ falan dedi… ‘Öyle bir oyuncu getireceğim ki, iyi ki de bu oynamış diyeceksin’ dedim ve gerçekten de öyle oldu.

- Hem oynayıp hem çekemez miydin?

Ben kendi çektiğim filmde oynayamam. Sadece tek şeye odaklanmalıyım o an ve ikisini aynı anda yapamazdım.  

- Leyla ile Mecnun’a gelelim; büyük ihtimalle bugüne kadar çekilmiş en absürt dizi olmalı. İzlenme rekorları kırdı, değil mi?

Leyla İle Mecnun mu? O dizi hiç o kadar tutmadı. Reytingi kaçtı sence?

- Bilmem ama ben yüksek olduğunu sanıyordum, özellikle sosyal medyada ne kadar ilgi gördüğünü düşününce…

Reytingi 1’di. O kadar azdı!

- İlk başta öyleydi ama değil mi?

Yo, hep öyleydi.

- Nasıl fenomen oldu sonradan peki?

TRT kaldırmadığı için fenomen oldu. İlk sezondan sonra yazın sürekli onu yayınladı. Yazın çok fazla insan izlemeye başlayınca tutuldu. Kanal arkasında durunca, işi sahiplenince tutuluyor dizi. Bazen prestij işi olarak alıp 2 yıl kesinlikle dokunmuyorlar sana ama artık durum böyle değil!

- İlginç. Halbuki Gezi sonrası daha da fenomen olduğunu düşünüyordum.

Gezi’den sonra kaldırdılar diziyi zaten. Şimdi benim yaptığım anlaşmalar böyle. Kimse dokunmayacak diziye.

- ‘Hiç Gezi’ye katılmasaydık da kaldırılmasaydı dizi’ diye düşündüğün oldu mu?

Öyle bir şey diyebilir miyim ya! Bizi orada çok anlamsız noktalara koymaya çalıştılar. Ben isterdim ki bizimle konuşulsun çünkü ben iletişimden yanayım ama kimse konuşmadı bizimle ve dizi bir anda bitti. Keşke bitmeseydi çünkü orası bizim oyun bahçemizdi ve elimizden aldılar. Artık dizi yapmamaya karar verdim zaten çünkü o kadar çaba harcamak istemiyorum TV için. Herkes dizi yapmanı bekliyor ama yapınca o bekleneni alamıyorsun. Bir sürü güzel hikâye varken, film çekmek varken, reyting uğraşı vermek istemiyorum.

- Ama filmde de gişe uğraşı veriyorsun.

E, o da olmazsa ekmek yiyemezsin.

- Hep merak ederim; bir rolü o kadar uzun oynayınca gerçek benliğini kaybedebilir mi insan diye?

Sahnede ağlamak için anneni babanı ya da başına gelen bir olayı düşünürsen gerçekten şizofreniye doğru gidersin. Çünkü vücudun o anda neler olduğunu anlayamıyor, beynin kavrayamıyor. Gerçekten üzüldüğünü sanıyor ve kurtulamıyorsun ondan. İşte bir oyuncu olarak kişisel bir bağ kurmaya başladın mı aylarca etkisinden kurtulamıyorsun. Oraya saplanıyor resmen ve durduk yerde depresyona giriyor. Bu yüzden kendini kaybeden o kadar çok ki!

- Sen Mecnun’la böyle bir şey yaşamadın mı peki? Sanki Mecnun’dan hala çıkamamışsın gibi geliyor bana.

Orada çok organik ilerliyordu her şey. Mecnun zaten Ali’ydi aslında. Kendimi çok kötü hissettiğimde sahnede de öyle oynuyordum. Mesela Leyla öldüğü zaman ‘ben bu şekilde insanları güldüremem, Mecnun’a espri yaptıramam, gerçekçi olmaz, sahtekâr bir şey olur’ dedim. Düşünsene sevgilisi ölmüş, espri yapıyor; savunduğumuz her şeye ters bu ve yönetmen hemen bir fikir buldu, hikâyeyi hemen 1 yıl sonraya attı. Biz 2012’deydik ama hikâye 2013’deydi.

- Gerçeklikten uzaklaşmak hoşuna gitmiyor o zaman?

Hiç. Asla. Kurduğun hayaller bile gerçeklikten kopmamalı. Benim algım o!

- Ama BLU TV ya da PUHU TV gibi internet televizyonlarına getirilen sansürden sonra diyaloglar gerçekliğini kaybetmiş olmuyor mu?

Timur Savcı bu durumla ilgili ‘çok güzel bir fil çizmemizi istiyorlar bizden ama kulakları olmasın, hortumu olmasın, ayakları olmasın, kuyruğu olmasın deniyor’ der. E, ben bu fili senin istediğin gibi çizersem böyle oluyor işte. Gerçekliği gidiyor. Bir de diyorsun ki biz bunu dünyaya da satabilelim. Satmaya kalktığında buna bayağı gülerler, nasıl satacağım bunu peki? Allahtan tiyatrolardan uzak duruyorlar şimdilik.
 

- Öyle diyorsun ama ‘Adalet Sizsiniz’ oyunu nedense hiç mekan bulamıyor, isminin değiştirilmesi isteniyor ya da  Rutkay Aziz oynamazsa sahne izni alabilecekleri söyleniyormuş. Bu da bir nevi sansür.

Bulaşmak istediklerine tabii ki bulaşıyorlar ama TV’deki ya da internetteki kadar ağır bir durum yok ortada. Çünkü tiyatronun bir alanı yok ama internetin, TV’nin, sinemanın alanı belli. Çok kolay onlara müdahale etmek ama tiyatro sınırsız. Şu an bile bulunduğumuz bu yerde bile tiyatro yapabilirsin. Bu yüzden tiyatro asla ölmeyecek! Edebiyat da ölmeyecek! Çünkü ikisi de gerçek sanat ve buna müdahale edemezsin!

ŞİMDİ

- Peki, film yapmak hep hayalin miydi?

Hayalimdi ama artık ben bu işi burada da yapmak istemiyorum. Yurt dışına gitmek istiyorum. İngilizce film yapmak istiyorum. Amerika’da film çekmek istiyorum çünkü burada olmuyor yani. Bir sürü savaş veriyorum burada. Film yapıyorsun ve izlensin diye büyük mücadeleler veriyorsun ama gişede karşılığını alamıyorsun. Bezdim gerçekten. Dediğim gibi Amerika’da film yapmak istiyorum. Bu kafada bir komedi filmi çekmek istiyorum.

- Oscar’a gidebilmek için mi?

Hayır, öyle bir derdim yok! Daha özgür olabilmek için. Orada da deneyebilmek için çünkü orada yapabileceğimi düşünüyorum. Dediğim gibi burada insanların senden bir beklentisi oluyor, beklentiye cevap veriyorsun ama gişede karşılık alamıyorsun. Mesela en son çok riskli bir film çektik; mizahıyla, hikayesiyle, kurgusuyla çok farklı bir film ama gişede gel gör ki bir yere oturtamıyoruz. Ya gişe filmi yapacaksın ya da istediğin filmi; ikisi birden olmuyor.

- Ölümlü Dünya’dan mı söz ediyorsun?

Evet.

- Çok iyi eleştiriler alıyor ama…

Evet ama benim film yapmaya devam edebilmem için onun biraz gişe yapması gerekiyor.

- Ölümlü Dünya’yı ben tesadüfen izledim. Hakkında hiçbir bilgim yoktu çünkü ne reklamına ne PR çalışmasına ne filmle ya da oyuncularıyla ilgili bir röportaja denk gelmedim. Filme bu anlamda hiçbir yatırım yapılmadı mı?

Hiç yapılmadı. Sebebini bilmiyorum.

- Yapımcıyla çekim öncesi anlaşma yapılırken konuşulmadı mı?

Aslında konuşuluyor ama… Şimdi böyle farklı bir senaryo, böyle bir hikâye yapımcıyı ürkütmüş olabilir.

- Riskli olduğu için mi?

Olabilir, bilemiyorum.

- Ama Timur Savcı da öyle herkesi, her filmi desteklemez ki, demek ki bu filme inanmış.

Öyle tabii ama sonuçta bir yapımcı olarak onun da bir gişe beklentisi var, her yapımcı gibi. Eğer bundan sonra yapacağım film yine gişede beklentileri karşılayamazsa, o zaman gişe yapacak konulara yönelmek gerekecek; o da benim istemediğim bir şey. Çünkü filmim izlenmezse, yapımcıya bir ton şey anlatmak zorunda kalacağım.

- Mesela okuyuculardan biri yazmış; ‘Bandırma’ya gelmedi hala’ diye… Niye gitmedi?

Yapımcı da orada kendine göre haklı. 3-5 kişi için koca filmi oraya götürmek istemeyebilir. Ama ben çok istiyorum. O 3-5 kişi de izlesin istiyorum. Sonuçta çok güldüğüm bir film bu. Filme ne kafayla girersen gir, gülerek çıkacağını biliyorum. Annem bile güldü yani. Annem ki öyle her şeyimi izlemez. Filmi izlemeye gitti ve beni gülerek aradı. Annem gülüyorsa bir şans var yani, anlatabiliyor muyum? Oradan bile bir bağlantı kurulabilir herkesle.

- Kolay bir film aslında; yani herkese hitap edebilecek, herkesle, her kesimle aynı dili konuşabilen bu yüzden de kolayca takip edilebilen bir film.    

Kesinlikle öyle. İşte bu benim herkesle yakınlaşabilme çabam. Benim için bundan sonrası boşluk; buraya kadar gelebiliyorum artık. Hani gişeye yaklaşmak, seyirciye yaklaşmak; daha ileri gidemiyorum maalesef. B noktadan sonra beni karşılayabilecek bir şey varsa devam ederim ama yoksa devam edemem.

- Film hiç beklemediğim bir anda bitti. Çok lezzetli bir yemeği bir anda önünden çekmişler gibi… Neden öyle bir son yazdın?

Aslında orijinal senaryoda film öyle bitmiyordu. Orijinalinde ben bütün aileyi görkemli bir şekilde öldürüyordum. Hani bir sahnede ‘aa ben hiç sevişmedim’ diyor ya, işte o son laf olacaktı. Senaryo oydu ama öldürmemi istemediler. Ben öldürmek istiyordum çünkü onlar katiller; o yüzden ben ölmelerini istiyordum. Hatta çok güzel bir şarkıyla bitirecektim, Filthy Boy diye İngiliz yeni bir gurup var; onların şarkısıyla bitirecektim.

- Bizler mutlu son seviyoruz sanırım; adaletin yerini bulmasından ziyade filmin mutlu sonla bitmesi daha önemli galiba…

Ben de seviyorum tabii ama adalet benim için daha önemli mutlu sondan. Zaten devamı gelsin diye öldürmemi istemediler. 

- Öldürseydin çok büyük bir etkisi olabilirdi.

İşte o zaman çok acayip bir şey olurdu. Hatta yengelerini oynayan Sevil var ya; onu yavaş çekimle öldürecektim, memeleri oynaya oynaya ölecekti. Herkes başka türlü ölecekti. Ben çok zevk alıyorum ya, çok eğleniyorum film çekerken ama istiyorum ki, karşılığında izlensin de.. 

- Kast seçimini sen mi yaptın peki? Hepsi de muazzam oturmuş karakterlerine…

Hepsi farklı zamanlarda ortaya çıktı. Sarp konuşmalardan sonra oturdu mesela. Alper Kul da öyle. Teknik olarak da müsait olan oyuncular arasından seçtik. Bayağı uzun zaman kafa yorduk, sahneleri nasıl oynamalıyız, tepkiler nasıl olmalı vs.

- Feyyaz Yiğit’in oynadığı karakter ön planda bayağı… Ama senaristlerden biri de o…

Feyyaz oyuncu değildir aslında. Feyyaz’ı da Aziz’i de yeni tanımama rağmen ikinci buluşmamızda ‘hadi film yazalım’ dedim. Çünkü elektriğimiz o kadar tuttu ki bu konuda heyecanıma hâkim olamadım. Ölümlü Dünya’yı benim evde kamp kurarak 3 haftada falan yazdık. Her gün 5-6 saat aralıksız çalıştık. Önümüze engeller koyduk, ki en sevdiğim şeydir. Mesela ‘hiç espri ya da şaka yazmayalım’ dedim; durum komedisi olsun. Karakterler kendilerini tuhaf bir durumun içinde bulsun hep.

- Ahmet Mümtaz Taylan için ‘O benim öz annemdir’ diyorsun. Çok anacan bir insanmış gibi geliyor bana da.

Evet, gerçekten de öyle çünkü bana analık yapar. Hemen her konuda ona danışırım. Şahane bir ilişkimiz var onunla. 

- Bu filmde en sevdiğin sahne ne oldu?

Bir sahnede ‘Baba ne yapıyoruz’ diyor biri, ‘kaçıyoruz’ diye cevap veriyor. Sonra çocuklardan biri ‘komple gidiyor muyuz’ diyor. Bu aslında hiç komik değil ama durumlarını o kadar güzel anlatıyor ki, komikleşiyor. Küçücük bir dünyaları var ve hepsi o küçücük dünyalarında hapsolmuşlar zaten Haydarpaşa Gar’ını seçmemizin sebebi de o. İstanbul’un göbeğinde terkedilmiş bir gar; hepimizin bir şekilde anılarının olduğu bir yer ama terkedilmiş ve onun içinde yaşayan bir aile. Birbirlerine bağlılar çünkü başka kimseleri yok!

- Filmin müzikleri de enfes, senin seçimlerin sanırım…     

Evet.

GELECEK

- Şu Haluk Bilginer ile birlikte yaptığın ve çekimleri yeni biten filmden söz eder misin biraz?

Amerika’dan genç bir çocuk, Cenk Ertürk, bana bir mesaj attı bir gün, ‘senaryo yollasam ilgilenir misin abi’ diye. Ben de böyle işlere çok açığım, hele gençse... Onlarda çok iş olduğunu ve desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Kimden ne gelirse okurum, asla göz ardı etmem. Çünkü ben okuldayken çok ihtiyaç duyardım böyle bir şeye. Bu da müthiş bir senaryoydu. Olağanüstüydü. Bir baba oğul hikayesi. O kadar iyiydi ki ‘oha’ dedim resmen. Sonra Haluk (Bilginer) Ağabey ‘senaryoyu okudun mu’ diye mesaj attı bana. ‘Abi senin nereden haberin var’ dedim. ‘Çok iyi değil mi, birlikte oynayalım’ dedi.

- Hemen başladınız mı?

Hemen. 6 hafta Bursa’ya gittik ve gerçekten ‘workshop’ yapar gibi çalıştık. Her sahneyi, her lafı, her anı… Muazzam bir şey çıktı ortaya. Çok uzun süredir ilk defa bir şeye bu kadar ful konsantre yoğunlaştık. Saatlerce bütün diyalog akışlarını ve durumları konuştuk. Ve hayatımda ilk kez bütün hepsini bilen ama metot sevmeyen ve en iyi metodu insanın kendi içinde yarattığını düşünen biri olarak bu filmde tuhaf şeyler denedik. Hiç prova yapmadık mesela. Sahnenin duygusuyla akışına bıraktık her şeyi. Ne tepki vereceğimiz, nasıl bir ifade kullanacağımız hiç belli değildi. Aynen gerçek hayatta olduğu gibi.  Hayatın da provası olmaz ya!

- Hiç alışılmış bir şey değil. Zorlanmadınız mı?

Belki de daha kolaydı, gerçek olduğu için. Ne söyleyeceğimiz belli ama nasıl tepki vereceğimiz belli değil. Trafik bile belli değil. Nerede durulacak nerede konuşulacak! Hiçbir şey belli değil. İki tane kamera var ve ikisi de bizi takip ediyor. O yüzden genelde önce yakınlar alındı. Resmen duygu doğaçlaması yaptık.

- Normalde oyunculuğun bir matematiği var değil mi? Böyle sözsüz iletişim karı kocalarda bile olmazken oyuncularda daha zor olmalı.

Normalde birbirini dinlemez oyuncular, lafını bekler. Hangi laftan sonra ona sıra geleceğinin hesaplar. İşte biz bu matematiği ortadan kaldırdık. Mesela konuşurken bir anda lafını kesiyor; hani hayatta o doğal akışa dahil olursun ya, ben de araya girip konuşmaya başlıyorum. Kimsenin bir sırası yok ama duyguların inanılmaz bir akışı var.

- Çok etkilenmişe benziyorsun!

Hala etkisi altındayım. Sadece ben değil, hepimiz, setteki herkes çok etkilendi. Ekipteki herkes haklılık meselesi üzerine konuşuyordu. Zaten ringe çıkar gibi oynadık. Çünkü baba kendisinin çok haklı olduğunu düşünüyor; oğlu da aynı şekilde. Ben de oynarken kendimin haklı olduğunu düşünmek zorundaydım. Herhangi bir rolü oynarken o karakterin haklı olduğunu düşünmezsen sonuç hüsran olur. Mutlu olmazsın yaptığın şeyden, kafanda bir soru işareti varsa. Burada babada da yoktu, oğlunda da. Dünyanın en kötü adamını oynasan bile haklı olmak zorundasın; vicdanın devreye girerse, yaptıklarını haksız bulursan kötüyü oynayamazsın.

Mesela senaryoda Ömer’i biraz kötü tarafa yatırmışlar; dedim ki ‘bunu kötü tarafa yatırmamıza bir sebep bulamazsak bu karakteri sevemem; sevmezsem de anlayamam!’ Ve oynarken ne oldu biliyor musun? Ben herifin bütün eksikliklerini fark etmeye başladım. Mesela kendine ait bütün hatalarını karşısındakine yıkıyor. Eski karısını suçluyor, annesini suçluyor, dayılarını suçluyor, babasını suçluyor ama kendisinde hiç kusur yok! O zaman gerçek bir karakter yarattığımızı anladım. Adamın en büyük ve tek problemi suçu asla üstlenmemesi, hatalarını sahiplenmemesi. Başkalarına yıktığı için de sürekli adaleti sorguluyor kendi içinde. Mesela bu asla konuşulmuş bir şey değil, oynadıkça, duyguyu serbest bıraktıkça ortaya çıktı.

- Karakteri canlandırmak böyle bir şey olsa gerek!

Evet. Karakterin bayağı damarları olduğunu, içinde kanının dolaştığını hissettim resmen. Nefes aldığını hissettim. Bir de film öyle bir noktada bitti ki! Yapayalnız bıraktık herifi resmen. Son sahneyi çektikten sonra eve dönerken ‘Oha, herif hala orada duruyor olabilir’ diye düşündüm. Bak, işte bu insanı gerçekten ürkütücü şekilde şizofreniye götüren bir mevzu resmen. Bundan çıkmak, kurtulmak gerekiyor yoksa hayata devam edemezsin. Dehşet bir tecrübe yaşadım.

- Kendinle ilgili ne kattın bu filme?

Filme başlamadan Haluk Abi’ye sadece şunu dedim; ‘Abi benimle konuşmadığın ya da bana bakmadığın zamanlarda ben sürekli seni süzüyor olacağım. O yüzden şaşırma!’ Durum onu gerektiriyordu çünkü. Gerçekten de Haluk Abi konuşurken, yürürken, üstüne başına, saçlarına, ayakkabılarına, taşıdığı bavula, haline bakarken buldum kendimi. Ve Haluk abi arada dönüp bana bakıyordu, ufak bir göz temasından sonra refleks olarak kaçırıyordum bakışlarımı. O kadar tatlı, o kadar gerçek bir şey oldu ki!

- Konusundan bahseder misin biraz?

Aslında bir inanç meselesi üzerine bir film. İnancın mı yoksa aidiyetin mi daha önemli olduğunu sorgulayan bir hikayesi var. Ama öyle bir yere saldırmıyor, bir hedefe ateş etmiyor; bağlılığın ve aidiyet duygusunun ne kadar güçlü olduğunu anlatıyor. Oğlunun yıllardır görmediği, bilmediği babası ölmek için kendi köyüne gidiyor. Ölmeden evvel tanışıyor oğluyla ve çocuk da kendi içinde bu durumun sorgulamasını yapmaya başlıyor. 

- Film tamamen bitti mi?

Çekimler bitti ama montajı sürüyor, sonuçları da çok iyi geliyor. Mart-nisan gibi artık kilitleyecekler filmi, sonrasında yüksek ihtimalle Avrupa film festivallerini gezecek.

- İsmi ne?
Şu anda ‘Nuh Tepesi’ ismi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seran Vreskala Arşivi