Uyuşturucuyla mücadeledeki saçmalıklar…
Diktatörlük rejimlerinde, kontrol ihtiyacının artmasına paralel olarak dinsel bağlılıklar ya da uyuşturucu kullanımı yaygınlaşabilir – kimi zaman da ikisi bir arada görülebilir.
Korona döneminde online iletişimin yaygınlaşmasıyla, ben de Türkiye’de yaşayan bazı meslektaşlarla sosyal medya üzerinden tanışma fırsatı buldum. Onların kaygılarından biri, uyuşturucunun yaygınlaşması, kullanım yaşının giderek düşmesi, uyuşturucuya bağlı kriminal olaylardaki artış ve kamusal alanlarda uyuşturucu bağımlıları nedeniyle oluşan güvensizlik. Meslektaşlarım, devletin önlemleri sıklaştırması gerektiğine özellikle vurgu yapıyorlar.
Ben ise uyuşturucu meselesine farklı bir açıdan yaklaşıyorum ve bunu yazıya dökmek istiyorum. Ancak, baştan belirtmeliyim ki bu yazı kesinlikle uyuşturucuyu teşvik eden ya da öven bir amaç taşımıyor. Fakat, onlarca yıldır aynı yöntemlere dayanarak ve yüz milyarlarca dolar harcayarak uyuşturucuyu yok etme yöntemi çok da başarılı olmuyor. Aynı yolu yeniden gitmeyi önermek de çözümsüzlüğü istemek gibi bir şey.
Çoğumuz, uyuşturucu kullanan kötü örneklerden yola çıkarak genellemelere varıyoruz; hâlbuki uyuşturucu kullananlar içinde asıl sorun yaratanlar, sadece küçük bir grubu oluşturuyor. Uyuşturucu hakkındaki bilgilerimiz, çoğunlukla canavarlaştırılmış ve kötü hikâyelerden oluşuyor. Çoğu insan, bu konuya kişisel deneyimi olmadan ve ahlaki gerekçelerle reddederek yaklaşmayı tercih ediyor. Özetle, hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığımız ancak korkutucu bulduğumuz bir sorunun çözülmesini istiyoruz. Uyuşturucu çoğunlukla bilgi ve deneyime değil, korku ve şeytanlaştırmaya dayalı söylemlerle ele alınıyor.
Helena Barop, Der Grosse Rausch ve MohnBlumenkrieg adlı kapsamlı çalışmalarıyla, devletlerin -özellikle ABD’nin- uyuşturucu ile mücadele politikalarına eleştirel bir perspektiften yaklaşıyor. Bu politikalar, zamanla tüm ülkelere dayatılarak, günümüzde hâlâ geçerli olan uyuşturucu politikalarını belirlemiştir. Bu yazıda, Barop’un eserlerinin yanı sıra Norman Ohler’in Der totale Rausch adlı kitabından da faydalanacağım. Ohler, diktatörlüklerde ve savaş dönemlerinde uyuşturucunun bilinçli bir şekilde nasıl kullanıldığını ayrıntılı bir şekilde ele alıyor.
Devletlerin uyuşturucuyla mücadele politikalarına baktığımızda, aslında bu alandaki tutumlarının oldukça çelişkili olduğunu görüyoruz. Bir yandan uyuşturucuyla mücadele adı altında sıkı yasalar çıkararak ve milyarlarca dolar harcayarak bu sorunu çözmeye çalışıyorlar. Ancak diğer yandan, aynı devletlerin uyuşturucu ticaretine ya doğrudan ya da dolaylı şekilde dahil olduklarına dair örnekler ve iddialar var. Uyuşturucu konusunda uluslar ve devletler iki yüzlü bir tutum sergiliyorlar.
Uyuşturucuyla mücadelenin temelinde büyük çelişkiler var. Örneğin, bazı ülkeler uyuşturucu trafiğini kontrol etmek veya çıkar sağlamak amacıyla belli gruplara ya da çatışmalara göz yumabiliyor. Ayrıca, uyuşturucu kullanımını tamamen yasaklayan devletlerin, aynı zamanda yasal olarak alkol, şans oyunları, kahve, porno ve sigara gibi bağımlılık yapıcı maddelerin satışını teşvik etmesi de bu iki yüzlülüğün bir diğer boyutu.
Sonuç olarak, devletlerin uyuşturucuyla mücadelede sergilediği çelişkili tutum, bu meselenin sadece bireylerin değil, sistemin de bir sorunu olduğunu gösteriyor. Bu noktada, asıl odaklanılması gereken, bu politikaların ne kadar samimi ve sürdürülebilir olduğu sorusudur.
Halk da aslında uyuşturucuya çok karşı ama en çok izlediği filmler mafya filmleri.
Uyuşturucuda suçlu kim
Uyuşturucu yasaklarıyla ilgili tartışmalarda suçlunun kim olduğu konusunda üç temel eğilim öne çıkıyor. İlk olarak, tinerciler, bağımlılar, esrarkeşler suçlu ilan ediliyor. Bu durumda, bağımlılar kriminalize edilerek toplumdan dışlanıyor. Devlet, suçüstü yakalayarak yargı süreçlerini başlatıyor, toplum ise bu bireylerden kaçınmaya ve uzak durmaya özen gösteriyor. Ancak burada dikkat çekilmesi gereken bir durum var: Bağımlılıklarından ötürü zaten mağdur olan insanlar aynı zamanda suçlu ilan ediliyor. Bu yaklaşım, tartışmanın en kırılgan kesimini hedef alıyor ve onları mağduriyetlerinden dolayı daha da dışlanmış bir konuma itiyor.
Bu yaklaşımda arz-talep ilişkisi önemli bir yer tutuyor. Politikacılar, uyuşturucu tüketicisine baskı yaparak ve bağımlıyı cezalandırarak talebin kesileceğini ve dolayısıyla uyuşturucunun kökünün kazınabileceğini varsayıyorlar. Ancak, onlarca yıllık deneyim bu stratejinin etkili olmadığını gösterse de aynı politikalarla mücadeleyi sürdürme konusunda ısrar ediliyor. Bu direnç, uyuşturucu bağımlılığına dair anlayışın ve mücadele yöntemlerinin güncellenmesinde ciddi bir yavaşlama yaratıyor.
Günümüzde yapılan psikososyal açıklamalar ve bağımlılık dinamikleri üzerine araştırmalar, devletlerin bağımlılığa bakış açısında ve sorunlara yaklaşımındaki eksiklikleri ortaya koyuyor. Bağımlılıkla mücadeleye yönelik “tövbe ettirme”, “yemin ettirme” ya da “caydırıcı cezalar” gibi yüzeysel yöntemler, bağımlılığı anlamak ve çözmekten çok, sorunun üzerini örtmeye yönelik bir çabadır.
Modern anlayış, bağımlılığı yalnızca bireysel kararların sonucu olarak değil, derin psikolojik ve sosyal kökenlere dayalı bir durum olarak ele alıyor. Bağımlılar, yaygın inanışın aksine, “kötü arkadaşlara uyarak” ya da “yanlış seçimler yaparak” değil, genellikle çocuklukta yaşananlar, travmalar, duygusal boşluklar, içsel huzursuzluklar ve depresyon gibi faktörlerin etkisiyle bu duruma sürükleniyor. Bu nedenle, bağımlılığı önlemek ve tedavi etmek için bireylerin geçmişlerine, duygusal yaralarına ve psikolojik ihtiyaçlarına odaklanmak gerekiyor. Bu anlayış, bağımlılıkla mücadelede yalnızca yasakların ve cezaların yeterli olmadığını, bunun yerine kapsamlı bir sosyal, psikolojik ve ekonomik destek sisteminin oluşturulması gerektiğini açıkça ortaya koyuyor.
Diğer yandan, daha temel bir soru gündeme gelmektedir: Evinde tek başına, kimseye zarar vermeden esrar kullanan bir bireyin hukuki olarak suç sayılan eylemi nedir? Hukuki anlamda bir suçun oluşabilmesi için yalnızca yasa ihlali yeterli midir? Çoğu hukuk kuramına göre, bir mağdurun varlığı, yani eylemin bir başkasının yaşamına, mülkiyetine ya da haklarına zarar vermesi gereklidir. Bu bağlamda, bireysel bir eylem olarak esrar kullanımı, toplumsal bir mağdur üretmediği sürece suç kategorisine nasıl dâhil edilebilir? Türkiye’de hukukun suç tanımına ilişkin yaklaşımı ile siyasal ve kültürel söylemler arasında belirgin bir çelişki var galiba. Hırsızlığın “uyanıklık”, iftiranın “milli ve yerli” addedildiği; sistematik işkencelerin ve toplu katliamların “iş kazası” olarak nitelendirildiği; aile kurumunun — tüm içsel şiddet potansiyeline rağmen — “kutsal” olarak yüceltildiği bir toplumda, bazı davranışların suç olarak tanımlanması meselenin hukuki değil, ideolojiktir aslında. Nitekim, evlilik içi cinsel şiddetin suç olmaktan çıkarılması, bireysel hakların değil, ataerkil düzenin korunmasını önceleyen bir hukuk mantığını yansıtmaktadır. Bu çerçevede, toplumun yapay suç üretimine ve bu suçlara atfedilen sembolik rollere olan ihtiyacı sorgulanmalıdır. Bireysel özgürlük alanlarının keyfi biçimde suç kapsamına alınması, hem devletin gözetim ve denetim araçlarını meşrulaştırmakta hem de gerçek toplumsal sorunların üzerini örtmektedir. Günümüzde en yaygın ve yıkıcı yapısal şiddet biçimi olan yoksulluk, siyasi iktidar tarafından sistemsel bir sorun olarak ele alınmak yerine, bireysel tercihlere indirgenmektedir. Bu noktada, alkol ve sigara gibi bireysel alışkanlıklarla mücadele eden bir siyasi liderin, geniş kesimlerce “ahlaki kahraman” figürü olarak idealize edilmesi, esasen yoksulluğa karşı kayıtsız kalmanın üzerini örten sembolik bir söylem olarak işlev görmektedir.
Uyuşturucu sorunu elbette göz ardı edilemez; ancak burada vurgulanmak istediğim, bu sorunun sistematik ve kamusal bir yaklaşımla değil, ideolojik bir manipülasyonla ele alındığıdır. Gerçek sorunların yerine ikame edilen bu “uydurulmuş meseleler”, hem toplumun dikkatini dağıtmakta hem de bireysel özgürlüklerin sınırlarını keyfi biçimde daraltmaktadır. Bu durum, yalnızca ceza hukukunun değil, toplumun suç anlayışının ve bireysel haklara ilişkin etik bakış açısının da yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır.
Tarihsel açıdan bakıldığında, uyuşturucu maddelerin kullanımı birçok kültürde yüzyıllar boyunca “normal” ya da olağan kabul edilmiştir. Özellikle bitkisel kökenli maddelerin ritüel, tıbbi ya da gündelik amaçlarla kullanımı birçok toplumda mevcuttur. Uyuşturucunun olumsuz etkilerinin ön plana çıkarılması ve bu maddelere karşı yasaklayıcı politikaların benimsenmesi ise, esasen modern devletin denetimci yapısının ve disiplin kurma arzusunun bir yansımasıdır. Buradaki çelişki, sentetik ve kimyasal maddelerin yaygınlaşmasıyla birlikte uyuşturucu kullanımının doğrudan toplumsal tehdit olarak kodlanmasında kendini göstermektedir. Günümüzde ortaya çıkan sağlık ve bağımlılık sorunları, aslında uyuşturucunun doğallığına ya da tarihsel kullanımına değil, modernleşme sürecinde tüketim nesnesi haline getirilmiş kimyasal maddelere de dayanmaktadır. Öyle ki, 20. yüzyılın başlarında bazı toplumlarda bebeklere dahi rahatlatıcı etkisi nedeniyle uyuşturucu verilmesi yaygındı. Bu uygulama, o dönem çocukluk çağının nasıl algılandığına ve uyuşturucuya atfedilen anlamlara dair önemli ipuçları sunmaktadır. Dolayısıyla, uyuşturucuya yönelik toplumsal tutumların tarihsel bağlam içinde değişkenlik gösterdiği, mutlak değil ideolojik ve kültürel olarak şekillendiği görülmektedir.
Uyuşturucu asıl suçlu
İkinci olarak uyuşturucu suçlu… Bu yaklaşım benimsendiğinde, uyuşturucular adeta “çiş/kaka” ilan edilerek bütünüyle kötüleniyor. Tıpkı “alkol bütün kötülüklerin anasıdır” söylemine, “uyuşturucu çok kötüdür” eklemesi yapılıyor. Bir şeyin kötü olduğuna karar verildiğinde, onu yok etmek için kampanyalar, polis şovları düzenleniyor. Haber bültenlerinde, titizlikle hazırlanmış uyuşturucu yakalama operasyonu görüntüleri ya da yakma ritüelleri izliyoruz.
Ancak “uyuşturucu çok kötüdür” demek, bu meselenin özünü göz ardı etmek anlamına da gelebilir. Çünkü uyuşturucunun ağrı kesici olarak binlerce yıllık bir geçmişi var ve günümüzde tıbbi müdahalelerin büyük çoğunluğu, bu tür maddeler kullanılmadan yapılamıyor. Hastalık sürecinde veya iyileşme esnasında da uyuşturucu niteliği taşıyan ilaçlar kullanıyoruz. Dolayısıyla “iyi/kötü” veya “yararlı/zararlı” uyuşturucu gibi ayrımlar yapma zorunluluğu doğuyor.
Peki bir maddeye ne zaman “uyuşturucu” unvanı veriyoruz? Sporcuların veya psikolojik rahatsızlığı olanların kullandığı uyarıcılar da benzer etkilere sahip olabiliyor. Çoğu uyuşturucunun aynı zamanda uyarıcı özelliği var. Burada asıl mesele, bu maddelerin uzman veya doktor kontrolünde kullanılması ve en önemlisi de doğru dozajın ayarlanması. Zira yüksek dozda alındığında ölümcül olabilir.
Bu noktada, sorunu “uzmana veya doktora bırakalım, mesele çözülsün” diye düşünmek, bir bakıma kolay bir yol gibi görünüyor. Peki ya bağımlı olup, kimseye zarar vermeden bu bağımlılığını sürdürmek isteyen insanlara ne yapacağız? Aslında televizyonlarda anlatıldığı gibi bu soruna kestirme ve kolay bir çözüm yok. Politikacılar, meseleyi popülist amaçlarla kullanmayı yeğliyor. Devlet ise “kötülüğü” tanımlayıp “devleştirerek” bu mücadelesini daha anlamlı kılmayı ve kahramanlaşmayı amaçlıyor.
1950’lerde farelerle yapılan deneylerde, kafeslere farelerin su yerine tercih edebileceği bir seçenek olarak morfinli su konuluyor. Bir süre sonra farelerin çoğunun bu uyuşturucuya bağımlı hale geldiği gözlemleniyor. Bu deney, uyuşturucuya erişim kolaylaştığında insanların da bağımlı olacağı sonucuna varan bir bakış açısına temel oluşturuyor. Bu düşünceyi benimseyenler, uyuşturucu politikalarında üretimi, dağıtımı ve tüketimi katı biçimde yasaklamaya odaklanıyorlar. Bu kapsamda, polisiye ve hukuki önlemler artırılıyor ve bazı ülkelerde uyuşturucu sokmanın veya kullanmanın cezası idama kadar varıyor.
Bu yöntemleri savunanlar, uyuşturucuyla mücadelede sert önlemler almanın doğru bir yol olduğuna ve yaptıkları işin doğruluğuna kesin bir şekilde inanıyorlar. Ancak bu yaklaşım, yalnızca cezai yaptırımlara dayanıyor ve bağımlılığın sosyal, psikolojik ve ekonomik kökenlerini göz ardı edebiliyor. Dolayısıyla, bu kadar kesin bir inançla uygulanan politikaların ne kadar etkili olduğu ve uzun vadede gerçekten bir çözüm sunup sunmadığı tartışmaya açık bir konu.
Daha sonraki deneylerde, farelere önceki dar ve kısıtlayıcı kafeslerin aksine, çok daha büyük ve rahat hareket edebilecekleri yaşam alanları sağlanıyor. Bu alanlarda fareler için oyuncaklar, sosyal etkileşim kurabilecekleri bir grup ve genel olarak daha zengin bir çevre yaratılıyor. Bu “fare parkı” olarak bilinen ortamda, fareler hem su hem de morfinli su seçeneklerine erişebiliyorlar. Ancak, bu ortamda uyum içinde yaşayan ve daha “mutlu” görünen farelerin, morfinli suyu neredeyse hiç tercih etmedikleri gözlemleniyor.
Bu deney, bağımlılığın sadece maddenin erişilebilirliğiyle değil, aynı zamanda farelerin yaşam koşullarıyla da doğrudan ilişkili olduğunu gösteriyor. Yaşam koşulları iyi olan, hareket alanları geniş, sosyal ilişkiler kurabilen ve kendilerini güvende hisseden bireyler (bu örnekte fareler), bağımlılık yapıcı maddelere karşı daha az eğilim gösteriyorlar. İnsanca yaşam koşulları sağlamayan suçlular, mağdurları suçlayarak sorumluluktan kaçmaya çalışıyor. Burada, “herhangi bir rahat ortamda insanlar mutlaka bağımlılık yaşamaz” gibi basit bir formül savunduğum düşünülmesin. Zenginler arasında da uyuşturucu kullanımının yaygın olduğu biliniyor. Bize “rahat” gibi görünen yaşam koşulları bile, psikolojik anlamda gerçek bir rahatlık, narsistik denge ya da optimal ödipal çözümler sunamayabiliyor.
Son yıllardaki çalışmalar, uyuşturucuyla mücadelede sadece yasakların ve cezai önlemlerin değil, aynı zamanda bireylerin yaşam koşullarını iyileştirmenin ve sosyal bağlarını güçlendirmenin de ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Bu perspektif, bağımlılıkla mücadeleye daha insancıl ve bütüncül bir yaklaşım sunuyor. Evet, uyuşturucuyla ciddi mücadele edeceğini söyleyen politikacıların, bu konuda gerçekçi ve kapsamlı çözümler üretmek yerine genellikle polisiye önlemlere yöneldiğini sıkça gözlemliyoruz. Bağımlılığın kökenlerinde yatan sosyal, ekonomik ve psikolojik etkenlerle uğraşmak uzun vadeli ve karmaşık bir çaba gerektiriyor. Ancak, bu tür derinlemesine çözümler yerine, daha görünür ve hızlı sonuçlar verdiği düşünülen yasaklar, cezalar ve güvenlik tedbirleri tercih ediliyor.
Polisiye önlemler, kısa vadede toplumu uyuşturucuya karşı koruyormuş gibi görünse de bağımlılığın temel nedenlerini ele almadığı için sorunu kökten çözmekte yetersiz kalıyor ve çözemiyor Ayrıca, bağımlıları kriminalize ederek onları daha da dışlanmış bir konuma itiyor, bu da toplumsal çözülmeyi ve sorunun derinleşmesini beraberinde getiriyor.
Uyuşturucuyu bebekler ve çocuklar kullanabilir mi?
Günümüzde kötü bir üne sahip olan uyuşturucu, binlerce yıldır insanoğlu tarafından kullanılıyordu. Özellikle dinî ritüellerde ve şamanik uygulamalarda, uyarıcı veya coşturucu etkisi olan halüsinojen maddeler sıkça yer buldu. Sufi geleneğinde de benzer etkilere sahip maddelerin izine rastlanıyor.
19. yüzyılda afyon ve afyondan üretilen ilaçlar, Batı’da her dükkânda kolayca bulunabiliyordu. Bebeklerin daha iyi uyuması ya da çocukların sakinleşmesi için “uyuşturucu bonbonları” yaygın biçimde kullanılıyordu. Almanya’da halen varlığını sürdüren kişisel bakım mağazalarının “Drogerie” (aslında “uyuşturucu satılan yer” anlamına gelir) adını taşıması da uyuşturucunun tarihsel kullanımına dair bir ipucudur. O dönemlerde Amerika’da alkol yasağı nedeniyle birahane ve kafelerde yaygın olarak tüketilen Coca-Cola, başlangıçta madensuyuna karıştırılan koka (uyuşturucu) ile üretilmişti. Ancak daha sonra kokain yasaklanınca, Coca-Cola bugünkü haline dönüştü. Sanat dünyasında da Romantik akımın temsilcileri, uyuşturucunun etkilerini eserlerinde yansıttılar. Örneğin, Charles Baudelaire’nin “Zehir” şiiri, esrarın etkilerini konu alır. Oscar Wilde Dorian Gray’ın Portresi’nde Esrar Mağarası’nı anlatır… O dönemde uyuşturucu, henüz bugünkü kadar “kötü” addedilmemişti ve insanlar bebeklikten itibaren bu maddeleri, adeta “mucize ilaç” gibi gündelik yaşamda tüketiyordu.
Ne var ki zamanla uyuşturucunun zararları ve olumsuz deneyimler artınca, önce sorgulanmaya, sonra yasaklanmaya, en sonunda ise kriminalize edilmeye başlandı. Böylece tarihin eski çağlarından beri ritüellerde ve gündelik yaşamda yer alan bu maddeler, modern dönemde tehlikeli ve sakıncalı bir unsur olarak damgalandı.
Asıl suçlu mafya ama biz mafyayı seviyoruz
Üçüncü bir mesele olarak karşımıza “mafya” çıkıyor. Uyuşturucu sorunundan bahsedildiğinde, genellikle “kötülüğün sorumlusu” olarak mafya gösteriliyor. “Mafyayı ortadan kaldırırsak uyuşturucu sorunu da çözülür” anlayışı, devletleri mafyaya karşı mücadeleye sevk ediyor. Ancak halk ile mafya arasında ikircikli bir ilişki var. Örneğin Batı’da en çok izlenen ve ödül alan filmlerin önemli bir kısmı mafyayı anlatır. Bir yandan “mafya yok olsun” derken, diğer yandan ona hayranlık duymak da insana özgü bir çelişki. “Düşman” olarak gördüğümüz bir oluşuma hayranlık besleme durumu, mafya örneğinde sıkça karşımıza çıkar. Uyuşturucuya karşı çıkan pek çok aile, Kadir İnanır’ın kabadayılık filmlerindeki hikâyeleri ilgiyle takip eder. Bu filmlerde mafya genellikle “iyi” ve “kötü” olmak üzere ikiye ayrılır. İyi mafya, zenginlerden alıp yoksullara dağıtır; bir bakıma “Robin Hood” gibi davranır ve hatta biraz da sosyalist bir tavır takınır. Ancak bu “âlemin” kendine has kuralları, Anayasa’nın üzerinde yer alır. İşte mafya üyeleri arasında da bu kurallara dayalı bir tür “toplum sözleşmesi” (racon) vardır.
Filmlerde tasvir edilen “iyi” mafya, fuhuş (pezevenklik) yaptırmaz, uyuşturucu satmaz. Bu nedenle kötülükle ilişkilendirilmez. Sadece haraç keser, adam yaralar veya öldürür. Ancak bu cinayetler “toplum sözleşmesi”nin gereği sayıldığı için, “iyi” mafya katil olarak görülmez. Böylelikle mafya, bir yandan yasa dışı faaliyetler yürütürken, öte yandan “iyi” ya da “kötü” olarak kategorize edilerek meşrulaştırılır. İyi mafyanın en belirgin özelliği, devlete karşı gelmemesi ve hatta devleti kutsamasıdır. Bu tutum, mafyanın ilk ortaya çıkışından beri özen gösterdiği bir yaklaşım olarak dikkat çeker. Devletle çatışmaktan olabildiğince kaçınan iyi mafya, çoğu zaman devletin gözetiminde veya bilgisi dahilinde faaliyet gösterir. Bu sayede, hem kendi “kanunlarını” sürdürebilir hem de devletin resmî kanunlarıyla doğrudan çatışmaya girmekten kaçınır. Bu durum, iyi mafyanın halka “iyilik” yaparken aynı zamanda devlete sadık kalması ve bu sadakati meşruiyet aracı olarak kullanması anlamına gelir. Mafya konusunda hem devlet hem de toplum olarak çoğu zaman ikiyüzlü bir tutum sergilediğimiz söylenebilir. Resmî söylem, mafyayı kınarken; sinemada veya gündelik yaşamda, “iyi” mafyanın hikâyeleri bir cazibe unsuru olarak öne çıkar. Bu çelişki, mafyaya dair tutumumuzun aslında ne kadar çelişkili ve katmanlı olduğunu gösterir.
Mafya, çoğu zaman devletin göz yumması veya koruması olmadan varlığını sürdüremez. Devletle mafya arasında, ilk ortaya çıktığı dönemlerden itibaren iç içe geçmiş bir ilişki söz konusudur. Örneğin Sicilya’da mafya, faaliyete başladığında faşist hareketlerce desteklendi ve devletin koruması karşılığında işçi hareketlerini bastırma, komünistlere baskı uygulama ve onları öldürme işlerini üstlenmişti. Pek çok ülkede mafya, devletin “illegal” ve “kirli” işlerini yapar. Türkiye’de de mafya, uluslararası yasadışı işlerle uğraşsa bile “yerli ve millî” kabul edilir; faili meçhul cinayetler dahil pek çok karanlık eylemde rol alır.
Bu ilişki ikiyüzlü bir nitelik taşır. Devlet, “milleti korumak” adına mafyayı kendi çıkarları doğrultusunda kullanırken, uyuşturucu ticareti yapan mafyayla da kimi zaman iş birliğine girer. Öte yandan, narkotik şube ve organize suç birimleri de mafyayla resmen “savaşır.” Millî duygulara vurgu yapan bu mafya örgütleri, yalnızca Türkiye’de değil, Japonya’da Yakuza, İtalya’da Cosa Nostra, Kolombiya’da Escobar, Meksika’da El Chapo örneklerinde de görüldüğü gibi “millî” kimliğe sahip olduklarını vurgularlar. Bu örgütlerin etrafında oluşan mitolojiyi ise devlet büyük ölçüde besler. Alaattin Çakıcı, Sedat Peker gibi isimlerin, devlet eliyle parlatılması ve korunması da bu tabloyu doğrular.
Mafya, politika ve devlet ilişkilerinde çoğu zaman “işveren” konumunda hareket eder. Sedat Peker patrondur, işyerleri vardır. Devlet bir yandan mafyayla mücadele ederek “uyuşturucu sorunuyla mücadele” vaadini yerine getirdiğini ileri sürer ve bazen bu yolda çatışmaya da girer. Öte yandan, aynı devletin içindeki bazı unsurlar, farklı menfaatler doğrultusunda mafyayla sessiz bir anlaşma içinde olabilir. Bu nedenle, mafyayla mücadele söylemleri sıklıkla popülist bir araca dönüşürken, meselenin köklü bir çözüme kavuşmaması da tesadüf değildir. Bazı devletler ise mafya devletleridir.
Dinsel anlatılar, kontrol ve uyuşturucu karşıtlığı üzerine
Dinsel anlatılar çoğunlukla evrenin düzenli, planlı ve denetim altında olduğu fikri üzerine inşa edilmiştir. Bu çerçevede kaos, kutsal olanın karşıtı olarak konumlandırılır. Kontrol kaybı, yalnızca dünyevi düzene değil, aynı zamanda kutsal olanın da kontrol dışına çıkacağına dair bir tedirginliği içinde barındırır. Dolayısıyla dinî yapı, her şeyin Tanrı’nın güvencesinde ve iradesi doğrultusunda olduğu bir evren tasavvurunu sürdürür. Bu anlayış, denetim dışına çıkma fikrine karşı köklü bir direnç üretir. Uyuşturucu kullanımı, bu bağlamda kontrolden çıkma arzusu ve bilinç durumunu dönüştürme isteği olarak görülebilir. Bu yönüyle dinsel düşünceyle gerilimlidir. Çünkü kutsal olan, bu tür bir bilinç kaymasını tehlikeli bulur; yalnızca fiziksel değil, ontolojik bir “sapma” olarak değerlendirir. Ancak bu karşıtlık mutlak değildir. Tarih boyunca bazı dinsel ritüellerde uyuşturucu veya psikoaktif maddeler kullanıldığı da bilinmektedir. Buradaki fark, esrikliğin (trans halinin) kontrolsüz bir şekilde değil, ritüel aracılığıyla düzenlenmesidir. Ritüel, bir yandan esrikliği mümkün kılar; öte yandan, onun sınırlarını belirler. Ritüel bir tekrar sistemidir ve her tekrar, içinde bir öngörülebilirlik barındırır. Böylece makro-dinamikler korunurken, mikro-değişikliklere sınırlı bir alan açılır. Örneğin bir dans ritüelinde, genel yapı sabittir (makro düzlem), ancak belirli hareketlerde özgürlük tanınabilir (mikro düzlem). Bu da ritüel çerçevesinde kullanılan uyuşturucunun yalnızca bu mikro değişimlere izin verdiği, sistemin genel bütünlüğünü tehdit etmediği anlamına gelir.
Diktatörlük rejimlerinde, kontrol ihtiyacının artmasına paralel olarak dinsel bağlılıklar ya da uyuşturucu kullanımı yaygınlaşabilir – kimi zaman da ikisi bir arada görülebilir. Bu noktada Karl Marx’ın “din halkın afyonudur” ifadesi, yalnızca dinin uyuşturucuya benzetilmesi açısından değil, aynı zamanda dinin kontrol edici, yatıştırıcı ve bastırıcı işlevi bakımından da açıklayıcı olabilir. Bu nedenle, dinin uyuşturucuya karşı duruşu yalnızca ahlaki değil, egemenlik alanını koruma refleksiyle de ilişkilidir. Çünkü din, bilinç durumunu dönüştüren bu “rakip” yapıyı tehdit olarak algılar. Günümüzde uyuşturucuyla mücadele çoğu zaman bilimsel veya tıbbi değil, ahlaki argümanlarla gerekçelendirilmektedir. Bu yaklaşımların tarihsel kökleri ise büyük ölçüde dinsel günah anlayışına dayanmaktadır. Bu bağlamda, insanın kontrolünü kaybetmesi, dinsel bakış açısından yalnızca bireysel bir zaaf olarak değil, toplumsal bir felaketin habercisi olarak görülür.
Uyuşturucu meselesi ile ırkçılık arasında çok belirgin bir ilişki var. Uyuşturucunun tarihsel süreci, bağımlılığın psikoanalizi ve diktatörlüklerde uyuşturucunun yaygınlığı gibi konular ise ayrı bir araştırma ve tartışma alanı oluşturuyor. Bu konu, aslında birkaç yazılık geniş bir tartışma gerektiriyor. Umarım bir gün bu alanlara dair yazıları da fırsat bulup yazabilirim.