Bilmez Hocadan Tarih Tersleri
Büyük resim
Bu haftaki köşeyi, günümüzde yaşanan demokrasi krizini anlamak üzere, kökleri Osmanlı’ya uzanan hastalıklara ayırmak ve nihayet Osmanlı-Türkiye demokrasi tarihi için genel bir dönemlendirme tablosu sunmak istiyordum. Ancak gelen tepkiler ve cevaplar üzerine, kavramsal çerçevenin biraz daha açılmasının elzem olduğunu anlıyorum. Bunun için de öncelikle tematik çerçeveyi en genelden özele doğru net olarak sunmak gerekiyor.
Tematik Çerçeve Denemesi
Dünyada son birkaç onyılda yaşanmakta olan demokrasi krizinin, daha genelde modernizm krizinin bir parçası olduğunu görmeden anlamlı tartışma yapılamayacağını iddia ediyorum. Bunun ilk belirtilerinin, post-modernizm tartışmalarının 1980lerden itibaren yaygınlaşmasıyla ortaya çıktığını düşünüyorum.
Kısaca ‘demokrasi tarihi’ adını verdiğimiz sürecin, modernleşme sürecinin (a) iktisadi ve (b) sosyal boyutlarıyla birlikte dört boyutunu oluşturan (c) siyasi ve (d) entelektüel kültürel boyutun/düzlemin bir parçası olduğunu ve son tahlilde bu dört düzlemin birbirleriyle diyalektik ilişki içinde olduğunu unutmamak gerekiyor. Benim kullandığım anlamda ‘siyasi’ boyut veya düzlem, aynı zamanda bu süreçteki idari/bürokratik, askeri ve hukuki dönüşümleri de kapsıyor. Böylece, demokrasi tarihi, başlangıcı modernleşme sürecinin belli bir aşamasına uzanan, düşünsel bağlamda entelektüel-kültürel ve pratik/uygulama bağlamında siyasi boyutun parçası olarak, dünyanın herhangi bir yerinde incelenecek girift ve kapsamlı bir tema olarak karşımızda durmaktadır.
xxxxx
Bir örnek-vaka olarak Türkiye ele alındığında, kökleri on sekizinci yüzyıla uzanan ve aynı zamanda Avrupalılaşma/Batılılaşma anlamına gelen modernleşme sürecinin diğer boyutlarıyla diyalektik ilişki içindedir. Özellikle on dokuzuncu yüzyılın başında siyasi ve entelektüel-kültürel düzlemde yaşanan değişim/dönüşüm sürecinin ürünü olarak demokrasi tarihi, en basit anlamıyla karar süreçlerine katılımdaki ve bu bağlamda erk ilişkilerindeki değişim ve dönüşümden ibarettir. Modern öncesi dönemin ‘geleneksel’ yapısından kopuş ve bu anlamda paradigmatik bir değişim olarak bu süreç, mevcut karar mekanizmalarının temelden reddi şeklinde karşımıza çıkabileceği gibi, daha yaygın olduğu üzere (değişik nedenlerle) geleneksel/kadim söylem ve değerlere yeni anlam ve işlev yükleme bağlamında dönüşüm olarak da yaşanabilir. Bu süreci olumlayan ve savunanlar (modernistlerin) veya yürütenler (modernleştiriciler) arasında aşırı veya ılımlı yol seçimine göre kamplaşmalar söz konusu olmuştur. Bu tercihler sonucunda karşımıza, radikal veya aşırı Batıcılık ile muhafazakar veya sentezci modernizm arasındaki fark, gerginlik veya çatışma çıkabilmektedir. Ancak Osmanlı modernleşme tarihinde bu sıfatların herhangi birini hakkıyla ve tutarlı bir şekilde taşıyabilecek şahıs veya grup aramak bizi yanılgıya götürebilir. Buna rağmen bu kategorizasyon (eğer eleştirel ve dikkatli kullanılırsa) hala anlamlı ve oldukça yararlıdır.
xxxxx
Her yerde demokrasi tarihinin asli meselesi olan ve taban-tavan, yönetilen-yöneten, ezilen-ezen, ahali-elit, avam-havas vb. ikilemlerle karşımıza çıkan, karar sürecinde hakkın/yetkinin tepeden tabana doğru yayılma süreci veya mücadelesi, elbette Osmanlı’da da yaşanmıştır. Modern öncesi toplumlarda olduğu gibi, en otoriter rejimlerde bile karar yetkisine sahip olmak, tabanın rızası veya bu yetkiyi onaylaması ihtiyacını ortadan kaldırmaz. Bu onayın veya rızanın sağlanması (üretilmesi) ve konsolidasyonu için modern öncesi toplumlarda gerekli ve yeterli araçlar din (ilmiye/ruhban sınıf), ordu (seyfiye/silahlı güçler) ve soy (hanedanlık/kan/akrabalık/aşiret) iken, modernleşmeyle birlikte seküler güç olarak sermaye/kapital ve kamuoyu da bunlara eklenmiştir. Nitelik değiştirse de diğer araçlar varlıklarını büyük oranda korurken kapitalin erk ilişkisinde başat olması anlamında kapitalizmin doğuşu ve gelişmesi ile (tüm sorunlarına rağmen) modernleşme kavramını eş anlamlı olarak kullanıyorum. Elbette sadece dar anlamıyla (ekonomik) değil, aynı zamanda siyasi, sosyal ve entelektüel-kültürel bir olgu olarak geniş anlamıyla Marx’ın kapitalizm kavramını kastediyorum.
Demokrasi tarihi bağlamında bence temel meseleyi ise - daha önce bu köşede dile getirdiğim üzere -kamu(oyu)nun veya aynı anlama gelmek üzere halk desteğinin bir erk kaynağı olarak modern elitler (aydınlar) tarafından keşfedilmesi oluşturuyor. Bu keşfin sonucunda çoğu zaman bir inşa ve manipülasyon mekanizması aracılığıyla kendisine başvurulan toplum (millet, halk, ahali, tebaa, vs.) öncelikle milliyetçilik ve ulus devlet bağlamında insanlığın başına bela olmuştur. Ona eşlik eden cumhuriyet ve demokrasi inşası sürecinde gelinen bugünkü noktada, popülizm ve çoğunlukçuluk krizi nedeniyle aynı ‘toplum’, bugün kendisine nasıl yaklaşılacağı, ne şekilde ele alınacağı veya nasıl uğraşılacağı bilinmeyen bir ‘sorun’ konumuna gelmiştir.
Kısaca, demokrasi tarihinde odaklandığım kamuoyu ve halk sorunsalını, günümüzde dünya çapında demokrasi krizinin (çoğunlukçuluk veya popülizm çıkmazının) asli unsuru olarak ele almayı öneriyorum. Dünya tarihinde (maalesef Amerika ve Haiti örnekleri ihmal edilerek) yaygın etkisi nedeniyle Fransız devrimiyle birlikte bu konu tartışılmaya başlanırken, buna bağlı olarak günümüzde farklı bağlamlarda tartışılan şu olguların aslında aynı sorunsalın farklı yüzlerinden ibaret olduğu unutulmaktadır:
a. Sayısız versiyonuyla milliyetçilik/ulusçuluk;
b. Anayasal-parlamenter saltanat anlamında meşrutiyetçilik;
c. Saltanat sonrası bir ‘cumhur/halk yöntemi’ olarak cumhuriyetçilik;
d. Parlamentarizmi aşan bir (sivil) toplum katılımını öngören, yine bir ‘demos/halk yönetimi’ olarak demokrasicilik;
e. Sosyal demokrasi, sosyalizm, komünizm ve (bireyci olmayan) anarşizm versiyonlarıyla toplumculuk;
f. Halkçılığın farklı versiyonları anlamında popülizm.
Fransız devriminin özgürlükle [Liberté] birlikte üç mottosundan ikisini oluşturan kardeşlik (Fraternité) ve eşitlik (‘egalofobi’ kavramının kökündeki Egalité) iddiası, bu sorunsalın temelini oluşturmaktadır. İleride tartışacağım bu iki ilkeyle ilgili olarak şimdilik bunların iç içe ele alınması gerektiğini belirteyim ve aralarındaki çelişki potansiyeline dikkat çekeyim.
xxxxx
Bu olguların tek dayanağı olan millet, ulus, toplum, halk, demos, populus vb. kavramların bu sorunsal etrafında tartışılmadıkça doğru ve tam anlaşılmayacağı açıktır. Buna rağmen özellikle akademide, ama genelde toplumun her kesiminde karşımıza çıkan problem, bu bütünsel ve diyalektik kavrayışın eksik olmasıdır.
Bu tartışmada temel mesele, kimlerin dolaylı veya dolaysız olarak karar sürecine hangi oranda ve hangi yollarla katılacağıdır. Genelde egemenliğin/hakimiyetin kime ait olduğu bağlamında tartışılan bu meselenin aslında ‘kendi kaderini tayin hakkı’ (KKTH) sorunsalının parçası olduğu da maalesef unutulabilmektedir. Egemenliğin/hakimiyetin (kayıtsız-şartsız) millete ait olması retoriği ve bu bağlamda cumhuriyet ve demokrasi tartışmaları, ancak ulus-devlet (hakkı) tartışması ve bu bağlamda ulusların kendi kaderini tayin hakkı (UKKTH) ile aynı çerçeve içinde tartışılırsa doğru anlaşılabilir.
Burada en zorlu soru ise kaderini tayin edecek ‘kendi’ veya hakim olacak ‘millet/ulus/halk’ olgusudur. Israrla ayrı kulvarlarda tartışılan bu meseleler, kaçınılmaz olarak bizi, hem genelde demokrasi hem ulusçuluk mücadelesinde karşımıza çıkan modern eğitimli orta sınıfların kendinden menkul temsiliyet ve yetkilerine, oradan da modern elitizme götürür. Günümüzde bu gerçeklik ihmal edilerek popülizmin tartışılması önemli bir sorun olarak karşımızda durmaktadır.
xxxxx
Osmanlı-Türkiye tarihinde bu genel sorunla ilişkili bir şekilde ayırt edici özellik oluşturan çoğunluk kompleksi ve denklik korkusu, daha sürecin başında (yani günümüzün demokrasi ağacının köklerinde) bir ‘toplumsal hastalık’ olarak gözlemlenebilir. Diğer yandan, tarihyazımında karşımıza çıkan ve çoğunluğun kolektif hafızasında yer eden ‘Gayri Müslimlerle özdeşleştirilmiş kompradorduk’ iddiası ile günümüzde pek popüler hale gelen ‘yerli ve milli’ retoriği ve tükenmez anti-emperyalizm ergenliği de bu hasta ağacın hastalıklı meyvelerinden bazılarıdır.
xxxxx
Şimdi bu tematik çerçeve içinde demokrasinin hastalıklı köklerini ve bu bağlamda denklik korkusu (egalofobi) ve çoğunluk kompleksini detaylı konuşmaya hazır olduğumuzu ümit ediyorum.
Daha sonra ‘kavramsal çerçeve’ bağlamında bu iki kavramı yeri geldikçe sıkça ele alacağım, ama sanırım meramımı daha iyi ve doğru anlatmak için en uygun yöntem somut tarihi süreci örnek olaylara aktarmak olacak.
Bunun için yararlı olabilecek genel bir dönemlendirme denemesiyle devam edeceğim.
Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme. (İletişim için: [email protected])