CHP’nin anlaşılmaz kanun teklifi

Unutmayalım ki, hak ve özgürlüklerin gerçek güvencesi, demokratik hukuk devletine yaraşır bir hukuk nosyonunun yargı da dâhil tüm karar vericilerde içselleştirilmiş olmasından geçmektedir.

CHP, geçtiğimiz günlerde TBMM Başkanlığı’na üç maddelik bir kânun teklifi sundu. Teklif, bir yandan Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun uzunca bir süredir dile getirdiği “helâlleşme” bağlamında somut bir adım olarak değerlendirilirken, diğer yandan “başörtüsüne yasal güvence” getirerek CHP karşıtı propagandayı boşa çıkarma çabası olarak da dikkat çekti. Buna karşılık, teklifi eleştirenler de oldu.

İlk eleştiri, teklifin zamanlaması ile ilgiliydi. Buna göre teklif, TBMM’nde, ifâde özgürlüğünü neredeyse tümüyle yok etme potansiyeli taşıyan bir sansür girişiminin “dezenformasyon yasası” diye sunularak kânunlaştırılması sürecinde, kamu oyunun dikkatini dağıtan bir hareket olarak algılandı. Zamanlama yanlışlığına, bir de gereksizlik nitelemesi eklenmişti. Türkiye’de başörtüsü sorunu ortadan kalkmıştı, böyle bir sorundan kimse söz etmiyordu. Olmayan sorunu yeniden gündeme getirmekteki amaç ne olabilirdi? Üstelik, başörtüsü sorununu yeniden gündeme getirmek, AKP’nin ve Erdoğan’ın elinde yeniden bir polemik konusuna dönüştürülerek, AKP seçmen tabanındaki erimenin durdurulması, hattâ kopan seçmenlerin yeniden kazanılması gibi sonuçlar da doğurabilirdi. Nitekim Erdoğan, hemen bir karşı hamleyle konuyu Anayasa değişikliğiyle halletmeyi, bu arada da âile ve LGBTİQ+ birey ve gruplarla ilgili düzenlemelerin de yapılmasını önerdi.

Eleştirilere karşı çıkan görüşler ise, iktidarın dışındaki kesimlerin Kılıçdaroğlu’na karşı bir kişisel alerjilerinin olduğunu vurguladılar. Kılıçdaroğlu’nun doğru hamleler yapmakta olduğunu, bu tarz eleştirilerle konuyu uzatmanın muhalefet cephesini yıpratacağını, önceliğin bugünkü otoriter rejimden kurtulmak olduğunu hatırlatarak, muhalefeti yıpratıcı bu gibi tavırların iktidarın işine yarayacağını da dile getirdiler.

Ben, öncelikle bu söylenenlerin her birinde az veya çok bir haklılık payı gördüğümü söylemek isterim. Teklif, gerçekten “helâlleşme” söyleminin somutlaştığı örneklerden biri, buna îtiraz etmek zor. Yine teklif, “CHP iktidara gelirse başörtüsüne gene yasak getirecek” propagandasının önünü kesmeyi, mütereddit seçmenin CHP’ye yönelişinin önündeki bir engeli kaldırmayı amaçlıyor. Buna da îtiraz etmek zor. Zamanlama hatâlı oldu, bu da doğru. Bununla birlikte, Teklifte bir çok sorun var.

Teklifin sorunlu olan yanlarından ilki, “helâlleşme” bağlamıyla ilgili. Malûm, geçmişte CHP, başörtüsü yasaklarının siyâsî alandaki öncü savunucularındandı. Bu savunuculuk üniversitelerdeki eğitim hakkı ihlâllerinin onaylanmasıyla sınırlı kalmamış, “türban Çankaya’ya çıkamaz!” ifâdesiyle özetlendiği üzere, 2007’de patlak veren Cumhurbaşkanı seçimindeki krizde de rol oynamıştı. CHP, şimdi, başörtüsünü “dinî inanç ve kanaat” hürriyeti ile ilişkilendirmekte ve bu hürriyetin demokratik, lâik hukuk devletlerinde hiçbir sınırlamaya tâbi tutulamayacağını ileri sürmektedir. Sorun da burada çünkü bu ifâde doğru değil. “Dinî inanç ve kanaat hürriyeti”, Anayasa’nın ilgili maddesinde gösterilen sebeplerle, kânunla, demokratik bir toplumda zorunlu addedilen nedenlerle ve ölçülülük ilkesine uygun olarak sınırlandırılabilir. Demokratik, lâik hukuk devletlerinde böyle sınırlandırmaların mevcut olduğu bir gerçektir. Önemli olan, bu sınırlandırmaların niteliğini doğru anlamaktır ve bu da hukuk kuralları ile serbestlik ilişkisini doğru anlamayı içerir.

Modern hukuk, bireyin özerkliğini kabûl eden bir temel üzerine kuruludur. Bugünkü ölçülerde temel hak ve özgürlükler, bireyin dokunulması mümkün olmayan bir alanda, kendi hayâtıyla ilgili kuralları kendisinin, özgürce belirleyebilmesini güvence altına almaktadır. Bireyin bu özerk hayât alanıyla ilgili hak ve özgürlükleri ulusal ve uluslararası bağlamda, kamu sağlığı, genel ahlâk vb. gerekçelerle sınırlandırılabilmekte ama özgürlüğün kural, sınırlamanın istisnâ olduğu ve istisnânın da dar tutulması, dar yorumlanması gerektiği kabûl edilmektedir. Genel olarak kılık kıyâfet, özel olarak da başörtüsü, bireyin kendi hayât tarzı tercihlerine bağlı olarak, özgürce, kendisine tanınan özerk alan içinde karar vereceği bir konudur. Bu nedenle, kılık kıyâfet ve bu bağlamda başörtüsü ile ilgili sınırlamalar da “istisnâî” olmak zorundadırlar. Dolayısıyla kural, başörtüsünün bireyin özerk ve özgür tercihine bağlı olarak serbest olmasıdır. İstisnâî olarak, hangi durumlarda başörtüsünün yasaklanabileceği veyâ mecbûr edilebileceği düzenlenebilir. Ancak, bu düzenlemelerin Anayasa’ya uygun olarak, mutlaka bir kânunla, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine uygun olarak yapılması gerekir.

Türkiye’nin somut tecrübesindeki sorun da burada ortaya çıkmaktadır. Cumhuriyet’in îlânından sonra çıkarılan ve bugün Anayasa’da “İnkılâp Kânunları” adı altında korunan kânunlarla vatandaşların kılık kıyâfetleri düzenlenmiş, cübbe, sarık gibi dinî kisvelerin giyilmesi yasaklanmış, şapka mecbûriyeti getirilmiştir. Ancak, dikkat edilecek olursa, kılık kıyâfetle ilgili tüm bu yasaklar ve mecbûriyetler, “erkek”lerle ilgilidir. Kadın kıyâfeti ve özel olarak da başörtüsü ile ilgili tek bir düzenleme mevcut değildir. Buna ek olarak, başörtüsü yasağının gündemde olduğu ve bir toplumsal ve siyâsî sorun hâline geldiği 12 Eylül 1980 sonrası süreçte de, başörtüsü yasağının dayanağını oluşturan herhangi bir kânunî düzenleme bulunmamaktadır.

Başörtüsü yasakları, kamuda istihdam edilen ve kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına mensup olarak bir meslek icra eden kadınların tâbi tutuldukları bâzı yönetmeliklerle düzenlenmişti. Aynı şekilde, üniversite öğrencisi kadınlara da bir yönetmelikten de alt düzeyde bir norm olan bir genelge ile başörtüsü yasağı getirilmek istenmesiyle birlikte meselenin ortaya çıkıp yaygınlaştığı bilinmektedir. Oysa, bir yanda çalışma hakkını, diğer yandan da eğitim hakkını ilgilendiren bu sınırlamaların mutlaka Anayasa’da gösterilen sebeplerle, mutlaka ve mutlaka bir kânunla, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine uygun olarak getirilmesi gerekmekteydi. Dolayısıyla, bunların hiçbirine uymayan, tümüyle hukuksuz bir sürecin işlediği ve kadınların çalışma ve eğitim haklarının ihlâl edildiği açıktır.

Nitekim CHP de, “Kadınların Yürüttükleri Mesleğin İcrası Kapsamındaki Kılık ve Kıyafeti Giymek Dışında Herhangi Bir Zorlamaya Tabi Tutulamaması Hakkında Kanun Teklifi”nin Gerekçe’sinde de, bu hukuksuzlukla yüzleşmeye çalışılmaktadır: “Geçmişte yaşanmış bazı baskıcı uygulamalar toplumsal hafızamızda olumsuz izler bırakmış, ayrıca siyaseten istismar aracı olagelmiştir. Yakın geçmişimizde üniversite öğrencilerinin başörtüsüyle eğitim hakkı engellenmiş, kamuda kadınların başörtülü çalışmasına izin verilmemiştir.” Kanımca burada iki önemli sorun karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan ilki, çok doğru olarak “toplumsal hafızamızda olumsuz izler bırakmış” diye ifâde edilen hak ihlâllerinin aynı zamanda “siyâsî istismar aracı” hâline gelmiş olmaları.

Bu ifâde CHP’nin teklifinin içinde yer aldığı düşünülen “helâlleşme” bağlamıyla çelişmektedir. Gerçekten, 12 Eylül cuntasının çıkardığı yönetmelikler ve 1982’de YÖK’ün bir genelgesiyle başlayıp daha sonra bâzı kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütlerinin getirmeye çalıştığı kurallarla süren hak ihlâllerine karşı çıkmak, bunlarla mücâdele etmek, nitelik îtibâriyle “siyâsî” faaliyet kapsamına girer. Bu mücâdelenin zirvesi ise, 2008’de başörtüsünü yasal güvenceye kavuşturmak için yapılmak istenen Anayasa değişikliği olmuştur. Bunların “istismar” olarak nitelendirilmesi, aynı paragrafta dile getirilen “hak ihlâlleri” yapıldığını kabûl etme ifâdesiyle büyük bir çelişkidir. Asıl istismar, TBMM’nin Cumhurbaşkanı seçimine Anayasa Mahkemesi’nin el koyması, ardından başörtüsüne sözde yasal güvence için yapılan Anayasa değişikliğini merkeze alan bir iddianâme ile AKP’nin kapatılmak istenmesi ve hattâ iptâl edilen bu değişiklik ile birlikte AKP’nin de lâiklik karşıtı eylemlerin odağı hâline geldiğine karar verilmesi gibi gelişmelerde karşımıza çıkmıştır. Özetle, bu teklif, helâlleşme bağlamına oturtulmak isteniyorsa, helâlleşmenin, helâlleşmek için gereken yüzleşmenin böyle yapılamayacağı açıktır.

Ayrıca, teklifin belki çok daha büyük bir sorunu bulunmaktadır. Gerekçe’de şöyle deniyor: “Genelge, talimat, yönetmelik ya da diğer idari düzenlemeler ve hiyerarşik amirlerinin emirleriyle kadının ne giyeceğine ya da giymeyeceğine yönelik yapılmış zorlamalara son vermek ve kadının kıyafet seçme özgürlüğünü kanuni güvence altına almak için bu teklif hazırlanmıştır.” Buna karşılık, Türkiye’de yaşanan başörtüsü sorununun odağında kamuda çalışan kadınlardan çok daha görünür olarak yer almış bulunan üniversite öğrencileri bu teklifin kapsamı dışında bırakılmıştır. Teklif, anlaşılmaz bir biçimde, kamu kurumlarında veyâ kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütlerinde bir mesleği yürüten kadınlarla ilgilidir. Gerekçe’de de belirtildiği gibi, “Kamu hizmetlerinin yürütülmesinde görev alan ve her statüde istihdam edilen kadınlar” ile “Anayasanın 135. maddesine göre kurulan meslek örgütlerine bağlı olarak bir mesleği icra eden kadınların başörtüsüne yasal güvence getirilmek istenmektedir. Anlaşılmaz bir iş, doğrusu.
Aslında, hâlen geçerli olan hukuk düzeninde başörtüsünün yasal güvenceye ihtiyâcı yoktur. Geçmişte de yoktu. Geçmişteki yasakların ve uygulamaların açık hak ihlâli ve hattâ suç niteliğinde olduğu artık herkesçe kabûl ediliyor. Kaldı ki, kamu çalışanlarıyla ilgili olarak, en son Danıştay’ın silâhlı kuvvetlerde başörtüsünü serbest bırakan düzenlemenin iptâl istemini reddetmesiyle, hiçbir kesimde bir sorun kalmamıştır. Üniversiteler için de, “kılık kıyafet serbesttir” hükmü 1990’dan beri yürürlüktedir. İş uygulamada ve unutmayalım ki, hak ve özgürlüklerin gerçek güvencesi, demokratik hukuk devletine yaraşır bir hukuk nosyonunun yargı da dâhil tüm karar vericilerde içselleştirilmiş olmasından geçmektedir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi