'Normalleşme'nin gör dediği

Bugün, anakım medyanın 'normalleşme' etiketiyle pazarlamak istediği süreç, bu totaliter hedefe ulaşmada 'muhalefet'in en büyük örgütünün katkısının ne düzeylerde olabileceğini gözümüze sokmaktadır.

Son bir kaç gündür hava biraz döndü gibi. Dedikoducu medyaya yansıyanlara göre Erdoğan, CHP’yi işaret ederek, “iâde-i ziyâreti hazmedemediler” gibi bir cümle kurmuş. Özgür Özel de bu lafı hiç üstlerine alınmayıp, “ortağını kastetmiştir” diye bir karşılık vermiş. Bu bir yana, toplumsal kesimlerin, örneğin emeklilerin, asgari ücrete bir ara zam beklentisi içinde olan kesimlerin taleplerini siyaseten sahiplenmek isteyen CHP Genel Başkanı, bu taleplerin karşılanması ile “normalleşme” denilen süreç arasında doğrudan bir bağ kurmuş.

Yâni, yoksul, emekçi, dar gelirli toplum kesimlerinin taleplerine duyarsız kalırsanız, normalleşme de olmaz demeye getirmiş. Görseliyle, yazılısıyla, anaakım medyaya 31 Mart yerel seçimleri sonrasında hâkim olan “normalleşme” retoriği, bu son gelişmelerle birlikte bir soruya odaklanmış gibi: Acaba “normalleşme” tehlikede mi?

ACAYİP İŞLER

Medyatik etiketi “normalleşme” olan sürece baktığımızda, çok acayip işlerle karşılaşıyoruz. Süreci en başından aldığımızda, şöyle bir gözlem yapıyoruz. 31 Mart yerel seçimlerinden CHP birinci parti olarak çıkarken, AKP ikinciliğe geriliyor. Buna ek olarak, CHP yerel yönetimlerde Türkiye’nin hem ekonomik varlık olarak, hem de nüfus büyüklüğü olarak kâhir ekseriyetini “yerel” düzeyde yönetme yetkisini seçmenden almış bir parti olarak öne çıkıyor. Sanırım bu ikincisi daha önemli. Yani CHP, yalnızca geçerli oyların en çoğunu alan bir parti değil ayrıca, nitelik olarak da hayati önem taşıyan kentlerde yönetime gelmiş bulunuyor.

Acayiplik şurada ki, CHP bu pozisyonunu kendi eliyle itip, Erdoğan’ın yöneteceği sürecin içinde yer almaya çalışıyor. Ne yapıyor, meselâ? Yerel yönetimlerdeki başarısını müstakbel bir iktidar zaferinin adeta kesin işareti gibi algılıyor ve sanki kısa bir süre sonra iktidara gelecekmiş gibi bir havaya giriyor. Bununla da yetinmiyor, ekonomi ve maliye yönetiminde -Mehmet Şimşek’le birlikte kaynak arayışına girmek gibi- iktidara yol göstermek de dâhil, hani neredeyse bir koalisyon ortağı gibi çalışmaya teşne olduğunu ortaya koyuyor. Buna karşılık Erdoğan, CHP’nin başarısını “demokrasinin bir gereği” olarak kabul etmiş bir lider havasında, CHP’yle karşılıklı ziyaretler ve bir diyalog arayışına giriyor.

İlk bakışta belki, “bunda ne acayiplik var” diyebilirsiniz. Şu: Bütün bu “normalleşme” denilen süreçte Özgür Özel CHP Genel Başkanı sıfatıyla yer alırken Erdoğan, kendisini AKP Genel Başkanı olarak değil, Cumhurbaşkanı olarak konumlandırdı. CHP de bunu kabul etti. Böylece, 2014’ten beri birbiri içine geçmiş olan ve nihayetinde parti-devlet özdeşleşmesine kadar varan parti başkanlığı ile cumhurbaşkanlığı makamlarının tekleşmesi CHP tarafından da teyit edilmiş oldu.

Buna ek olarak, CHP liderliği bu “normalleşme” sürecinde, sürekli olarak Erdoğan’dan kendilerini onaylayan bir “Cumhurbaşkanı” olarak söz etmeyi ve hatta bu nedenle kendisine teşekkür etmeyi de adet haline getirdi. Örneğin, “dış politikada siyâsi partiler arasında farklılık olmamalı” gibi hayli acayip bir gerekçeyle, Özgür Özel Erdoğan’dan dış gezileri öncesinde kendisine “brifing” verilmesini istiyor ve Cumhurbaşkanı’nın da bu yönde talimat verdiğini, hayli memnun bir edayla kamu oyuna açıklıyor. Ekonomi ve maliye konularında birlikte çalışma tekliflerinin yine Cumhurbaşkanı tarafından kabul gördüğünün söylenmesini de buna ekleyebiliriz. Nihayet, sosyal medyaya yansıyan bir kayıtta, yine Özgür Özel, Filistin konusundaki girişimlerini Cumhurbaşkanı’nın takdirle, teşekkürle karşıladığını vatandaşlara söyleyerek bunu bir övünç vesilesi yaptığı görülüyor.

Bu acayip işlerin özeti, yerel seçimlerde güçlü bir ivme yakalamış gibi görünen CHP’nin, muhalefetin bütün demokratik potansiyelini Erdoğan’ın liderliğine teslim etmeye amade bir hâl ve tavır içine girmesi olarak ifade edilebilir. Gerçekten de çok acayip!

YERELDEN VE YERİNDEN DEMOKRASİ

Oysa, 31 Mart’ta doğru kullanılabilmesi hâlinde Türkiye’nin demokratik geleceğini inşa edebilmek bakımından önemli bir imkan ortaya çıkmıştı. CHP, hem nüfus, hem de ekonomik değer olarak Türkiye’nin nitelikli çoğunluğunu yönetme yetkisini eline almış bir parti olarak, AKP iktidarı altında, yerel yönetimlerin nasıl merkezî iktidara bağımlı hale getirildiğini, bu bağımlılığın yerel ve yerinden demokrasiyi inşa etmek için nasıl ortadan kaldırılabileceğine dair bir politika izleyebilirdi. Yapmadı, bundan sonra da yapmayacak, belli.

Bayram tatilinden önce başlayıp devam eden Adalar’daki “azmanbüs vak’ası” da bu konuda bir gösterge. Anlaşılan, Adalar halkının ekseriyetle karşı çıkmasına rağmen İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Adalar’da bu azmanbüsleri çalıştırmaya kararlı. Yerel seçimlerden önce aksi yönde verilmiş sözlere rağmen sürdürülen bu kararlılık, sonuçta vatandaşların demokratik protesto haklarının sert kolluk müdahalesiyle önlenmesine, gözaltı uygulamalarına kadar varan “Erdoğanvâri” bir sonuç da üretti. O kadar ki, bazı gözlemciler İmamoğlu’nun kendi eliyle Adalar’da bir ikinci “Gezi direnişi” yaratabileceğini dahi dile getirdiler. Eh, bravo İBB!

Oysa, yerel ve yerinden yönetimin demokratik ilkelerine uygun bir karar alma, uygulama sürecine riayet edilebilirdi. Olmadı. Bu yapılabilseydi, yerel demokrasi için nelerin değiştirilmesi gerektiği de net olarak ortaya konur ve bu yönde toplumsal bir talep, bir inisiyatif başlayabilirdi. Mesela, Büyükşehir Belediye Başkanı’nın geniş yetkileri, Büyükşehir Belediyesi’nin ilçe belediyeleri üzerindeki tahakküme varan, kendi içindeki merkeziyetçi yapısı, köylerin mahalleye dönüştürülmesiyle ortaya çıkan köy tüzel kişiliğinin kaybı, yine bu bağlamda imar dahil pek çok alandaki yetkilerin merkezî hükümete devredilmiş olması gibi konularda kademeli bir dönüşüm için CHP’nin hazır olduğunu anlayabilirdik. O da olmadı. Yerel ve yerinden yönetimin demokratikleştirilmesi konusuna CHP’nin de neredeyse AKP gibi yaklaştığını görmüş olduk.

GELECEĞİN SİYASETİ

“Normalleşme” diye etiketlenen bu sürecin Türkiye’nin gelecekteki siyasi doğrultusu hakkında da bize gösterdiği bazı şeyler var. Bunları net görebilmek için, perspektifimizin de net olarak ortaya konulması gerekir ki, bunu “demokrasi” terimiyle belirleyebiliriz. Demokrasi, yasaların yapılması ve uygulanması süreçlerine, bu yasalardan ve uygulamalarından doğrudan veya dolaylı olarak etkilenebilecek olan herkesin eşit ve özgür bir müzakere yoluyla katılabilmelerini ifade eder. Bu katılımın düzeylerinin yerel, bölgesel, merkezi (ulusal), uluslararası ve ulusötesi gibi terimlerle belirlenmesi mümkündür. Hangi düzeyde olursa olsun, müzakere terimiyle ifâde ettiğimiz demokratik karar alma ve uygulama süreçlerinde geçerli olması gereken “eşitlik ve özgürlük” ilkeleri, hiçbir istisnâ içermemesi, farklılıkları tektipleştirmekten uzak durması zorunludur.

Türkiye’nin bugünkü sorununa bu perspektiften baktığımız zaman, tasfiye edilmesi gereken bir yapıyla karşı karşıya olduğumuz açıktır. Bu yapı, aşırı merkeziyetçidir ve merkeziyetçiliğini de tek adam yönetiminde somutlaştırmış, otoriterliği tüm topluma yaygınlaştırma gayretinde, hedefi totaliterlik olan bir yapıdır. Bugün, anakım medyanın “normalleşme” etiketiyle pazarlamak istediği süreç, bu totaliter hedefe ulaşmada “muhalefet”in en büyük örgütünün katkısının ne düzeylerde olabileceğini gözümüze sokmaktadır.

Aslında, CHP’nin böyle bir yolda olduğunun işaretleri yok değildi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi