Sözde hak, hukuk, özde zorbalık, sözde anti-emperyalizm, özde faşizm!

Günümüz faşizmleri, kendilerini var eden tarihî koşullara göre farklı biçimlerde, içinde ortaya çıktıkları toplumun hukuk düzenine meydan okuyorlar. Bu söylem, doğru hukuku kurmayı vaad ediyor ancak, altından kural tanımaz bir kuvvet fetişizmi çıkıyor.

Zaman zaman gündeme gelen bir konu, bugün yine ele alınmalı. Uluslararası ilişkilerde hukuk mu yoksa kuvvet mi hâkim olmalı? Aslında soruyu ulusların kendi içlerindeki ilişkiler için de sorabiliriz. Bir ulusun, yâni devletin kendi içindeki ilişkilerde hukuk mu, yoksa kuvvet mi hâkim olmalı? Soruyu biraz daha dar bir ölçekte, bir devletin içinde yer alan gruplara yönelik olarak da tekrarlayabiliriz. Örneğin âilede, okulda, çalışma hayâtında, dernek, sendika vb. kurumlarda veyâ arkadaşlık gruplarında, hukuk mu yoksa kuvvet mi hâkim olmalı?

Böyle formüle ettiğimizde, cevâbın “tabiî ki hukuk!” biçiminde belireceği açık. Formel bir anlamda kullanmadığımız “arkadaşlık hukuku” terimini bir kenara bırakırsak, diğer bütün ilişkilerde, o ilişkileri düzenleyen kuralların varlığını hemen tesbit edebiliriz. Bunlar öyle kurallardır ki, eğer o kurallara aykırı bir davranış olursa, mutlaka bir müeyyide ile karşılaşılır. Aile’de, okulda, çalışma hayâtında, siyâsî kamusal ilişkilerde hâkim olan böylesi müeyyideli kurallar, yâni bu anlamda hukuktur. Bu ilişkilerin hiçbirinde, “kurallar değil de kuvvet hâkim olsun!” görüşünü savunmak, zorbalığı savunmaktan başka bir anlam taşımaz.

ULUSLARARASI İLİŞKİLER: HUKUK MU, KUVVET Mİ?

Uluslararası ilişkilere gelince, işte orada iş biraz değişiyor. Özünde devletler arası ilişkileri ifâde eden bu terim gündeme geldiğinde, yaygın bir kanaat, devletlerarası ilişkilerde hâkim olan esâsın hak, hukuk vs. değil kuvvet olduğu yolundaki görüşün hayli taraftarı bulunmaktadır. Bu “kuvvet taraftarlığı”, kimi zaman “gerçekçilik”, kimi zaman da “olması gerekeni ifâde” olarak sunulursa da, birincisi biraz da ağır basar. Çünkü, uluslararası hukuk kitaplarında hâlâ rastladığımız bir ifâdeyi tekrarlamak gerekirse, uluslararası hukuk aslında, tam da hukuk niteliği taşımaz zîrâ etkili müeyyideli bir kurallar düzeninden yoksundur.

Doğru mu? Bir bakıma öyle. Baksanıza, İsrâil Devleti, gemi azıya almış, tüm insanlığın önünde açık açık soykırım yapıyor. En son, onlarca yıldır Gazze şeridine terim yerindeyse tıkıştırdığı Filistinlilere, “daha güvenli” diye zorla iteklediği güneydeki Refah bölgesinde bomba yağdırıyor. Bu açık ve çok ağır, insanlığa karşı suç niteliğindeki uluslararası hukuk ihlâllerine karşı İsrâil Devleti’ni durdurmak, bugüne kadar işlediği suçlardan ötürü etkili müeyyideler uygulamak mümkün oluyor mu? Birleşmiş Milletler’in bâzı kararları ve Uluslararası Adâlet Dîvânı’nda devâm etmekte olan yargılama gibi etkisiz girişimler de dâhil olmak üzere, kocaman bir hayır!

Neden? Çünkü, bugünkü uluslararası hukuk düzeninin ana kurumu olan BM’in yapısı, II. Dünyâ Savaşı’ndan gâlip çıkan devletlere son söz hakkını verecek şekilde kurulmuş. Bu devletlerin dâimi üye olduğu Güvenlik Konseyi, oybirliği ile karar almadıkça, etkili bir müeyyide süreci işletilemiyor. Buna, son günlerde gene İsrâil sorunu ile ilgili olarak kamusal alanda dile getirilen bir değerlendirmeyi de ekleyelim. Avrupalı bir politikacının dile getirdiği ileri sürülen ve Uluslararası Adâlet Dîvânı’nın İsrâil yöneticileriyle ilgili aldığı tutuklama kararı da dâhil bâzı tasarruflarını eleştiren görüş şöyle: “Biz [Avrupalılar] bu mahkemeyi Afrikalılar ve Putin gibi haydutlar için kurmuştuk!”

Duyunca, “yok canım, uydurma, hiçbir Avrupalı bunu söylemez!” diyebiliyor muyuz? Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen hakkında, İsrâil’in işlediği soykırım suçuna destek olduğu iddiâsının resmen dile getirildiğini de hatırlayarak, cevâbım elbette hayır. İsrâil’in hak hukuk, insânîyet tanımayan eylemlerini kınayan Avrupalı, Amerikalı, Batılı halk kitlelerinin, bugünlerde tepkilerini Filistin Devleti’ni tanıma kararlarıyla ortaya koyan AB üyesi bâzı devletleri de unutmadan, bu cevâbı verdiğimi belirteyim.

SÖZDE HAK- HUKUK

Şimdi, bu İsrâil örneği ile ilgili ilginç bir nokta var. Ekim 2023’ten bu yana İsrâil Devleti’nin eylemlerinin açık soykırım niteliğinde olduğu bence çok net, ortada. Buna karşılık, İsrâil’in de, destekçilerinin de kendilerini savunmak üzere dayanmak istedikleri bâzı gerekçeler var. En temel gerekçe de, İsrâil Devleti’nin vâr olma hakkı ve buna bağlı olarak kendi varlığına yönelik tehditleri bertaraf etme hakkının olduğu. Bu gerekçe, ABD, Almanya ve İngiltere gibi İsrâil destekçisi devletlerin de paylaştığı bir gerekçe.

Buna ek olarak, İsrâil Devleti’nin varlığına yönelik tehditlerle veyâ bu devletin varlığına karşı çıkmakla, dünyâ üzerinde Yahudi varlığını tehdit etmenin, Yahudi varlığına karşı çıkmanın aynı şey olduğu tezi. Bu tez, İsrâil Devleti’nin bugünkü yönetiminin tezi gibi görünse de, aslında somut olarak İsrâil’in hayli tartışmalı bir süreçten sonra 2018’de kabûl ettiği ve anayasa değerinde olan bir yasayla destekleniyor. Bu yasaya göre İsrâil Devleti, vatandaş olsun olmasın, dünyâ üzerindeki tüm Yahudilerin “ulus-devleti” niteliğinde. Temel yasalarından biri bu ölçüde ırk esâsına dayanan bir devletin, kendisine yönelik tehditleri de ırkçı bir temelde algılayıp, “söze” savunmasını da böyle bir ırkçılık ve dolayısıyla onun doğal uzantısı olarak soykırımla bütünleştirmesi gâyet normal.

Anormal olan ise, İsrâil Devleti’nin bu ırk esaslı niteliğini en uç noktaya taşıyan Netanyahu yönetimi altında işlemekte olduğu suçları, aynı mantığı kullanarak görmezden gelen, gizlemeye çalışan, hattâ bu suçlara karşı protesto hareketlerini, beyanatları, akademik veya akademi dışı yayınları “anti-semitizm” olarak nitelendiren, Almanya gibi iyice uç bir noktada, Filistin’i destekleyen en ufak sesi bile “Holocaust savunusu” ile birleştiren yaklaşımlar. Batılı devletlerin çoğu, en başta da ABD, Almanya, İngiltere ve en tepedeki yöneticileri bakımından AB, “Yahudi Soykırımı”nın târihi yükü altına, İsrâil Devleti’ni savunmakla dünyâ Yahudiliğini savunmayı özdeşleştiren “sözde hak-hukuk” retoriğine sarılıyorlar. Oysa, işin altındaki gerçek bize, hak-hukuk retoriğinin arkasında gizli bir ırkçılığın yattığını işâret ediyor.

YÜKSELEN FAŞİZM

Haksızlık etmemek gerek. Amerika ve Avrupa halkları, somut olarak Ekim 2023 sonrası Gazze sorununda ve genel olarak Filistin konusunda, devletlerinin tercihleriyle çatışan tavırlar sergilediler. Öğrenci gençliğin son dönemdeki tavrı ve katkısı, ayrıca ihmâl ve inkâr edilemez. Bununla birlikte, yaşananların uzunca bir süredir Batı dünyâsında vâr olan “göçmen karşıtlığı”na ve bugün artık göçmen karşıtlığını da geçip, düpedüz yabancı ve farklı olana düşmanlığa dönüşen bir toplumsal ortam yarattığı da bir sır değil.

Ne yazık ki, bu ortam sâdece Batı dünyâsıyla da sınırlı değil. Yine uzunca bir süredir dünyâ üzerinde yaygınlaştığını bildiğimiz “otoriter rejimler”, “popülist liderler”, hukuk devletine dayalı demokratik rejimlerin gerilemesi gibi olgular da bu ortamın ürünü. Pek çok ülkede, bu arada tabiî Türkiye’de de bunların farklı tezâhür ediş biçimlerini görmekteyiz.

Bütün bu olguları birleştirdiğimizde, dünyâ ölçeğinde, uluslararası ilişkilerin hukukun hâkim olduğu bir zeminde değil, kuvvet esâsına göre şekillenmesinden yana olanların üstün olduğu bir politik atmosferde olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu atmosferin içinde, Ugo Palthea’dan ödünç alacağım faşizm tanımının ilgi çekici olduğunu söylemek isterim. Buna göre “[b]ir hareket olarak faşizm, kendisini hem ‘sistem’e meydan okumaya hem de aynı zamanda ‘kanun ve nizam’ı yeniden tesis etmeye muktedir bir güç olarak sunarak gelişir ve geniş kitlelere ulaşır. Özlemleri ve çıkarları taban tabana zıt toplumsal kesimleri cezbedebilmesini sağlayan da reaksiyoner isyanın bu derinden çelişkili boyutu, sahte yıkım ile aşırı muhafazakârlığın patlayıcı karışımıdır.”[1]

Tanımın ilginçliği şurada. Yukarıda değindiğim bütün otoriter rejimler ve kurucuları olan “popülist-otoriter” liderler, iktidara gelsinler veya gelmesinler, her durumda “sisteme meydan okuyan” hareketler ve kişiler. İktidara geldiklerinde de, bâzıları (Erdoğan-Türkiye) “kanun ve nizamı yeniden tesis etmeyi” becerebiliyor, bâzıları (Trump-ABD) ise beceremiyor ama bu tanıma uygun bir politik tarz olarak varlığını ve gücünü muhafaza ediyor. Uluslararası ölçekte de İsrâil-Netanyahu, “uluslararası hukuka kafa tutması” bakımından iyi bir örnek ve bu açıdan bir istisnâ değil.

Ortak noktalar şöyle görünüyor: Günümüz faşizmleri, kendilerini vâr eden somut târihî koşullara göre farklı biçimlerde, içinde ortaya çıktıkları toplumun hukuk düzenine (yâni, sisteme) meydan okuyorlar ve onun yerine yeni bir hukuk düzeni (yeni bir kanun ve nizam hâkimiyeti) getirmeye çalışıyorlar. Bunu yaparken, örneğin popülist bir söylemle, vâr olan sistemin “elitleri koruyup, gerçek halkı ezdiğini” ileri sürüyorlar ve taraftar topluyorlar. Bu söylem, adına hukuk kelimesi eklenmiş bir kurulu sistemin aslında doğru hukuk olmadığını içeriyor ve yeni ve doğru hukuku kurmayı vaad ediyor ancak, altından kural tanımaz bir kuvvet fetişizmi, bir zorbalık tapınması çıkıyor. Yine benzer bir biçimde, uluslararası alana çıktığında bu hareketlerin ortak noktası, uluslararası hukukun bir emperyalist düzenek olduğu, bunun ulusların egemenlik haklarını yok etmeye yöneldiğini ileri sürerek, ulusun hak ve menfaatlerini korumak için uluslararası hukuku ulusal olana tâbi kılmanın yollarını bulmak. Bulunan yol da, hak-hukuk söyleminin altında yatan, uluslararası hukuku yok edip, kuvvetin ve kuvvetlinin hâkimiyetini yerleştirmek.

* * *

Yine de, Uluslararası Adâlet Dîvânını harekete geçiren Güney Afrika gibi Apartheid’dan çok çekmiş bir bilinçli devlet, Namibia gibi Almanya’nın ilk soykırımının vahşetini yaşamış bir mazlum ülke, insanlığın uluslararası hukuk altındaki birikimini daha insânî bir dünyâ için geliştirmeyi ciddîye alan başka devletler, kurumlar ve bireyler varlıklarını ve mücâdelelerini sürdürüyorlar. Şimdilik, faşizmler öne geçmiş gibi görünüyor, anti-faşist mücâdele o yüzden çok kıymetli.

[1] http://imdatfreni.org/fasizm-fasistlesme-antifasizm-ugo-palheta/


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi