Levent Köker
Normsuz normalleşme(!) ve anayasa sorunu
İktidarın açık bir biçimde yenilgiye uğradığı yerel seçimlerden sonra kamu oyunda sıkça duymaya başladığımız iki terimden biri yumuşama ise, diğeri normalleşme. İkisinin de ne anlama geldiği, daha doğrusu gerçek hayatta bir karşılığının bulunup bulunmadığı tartışmalı. Yumuşama, herhâlde, seçimlerden birinci parti olarak çıkan CHP’ye karşı Erdoğan’ın eski sert, dışlayıcı, hattâ kriminalize edici üslûbunu sürdürmekten vazgeçmesini ifâde ediyor. CHP’nin yeni lideri Özgür Özel’in AKP Genel Merkezi’nde Erdoğan’ı ziyâreti, Erdoğan’ın da CHP’yi ziyâret etmek istediğinin açıklanması, bu anlamda “yumuşama” olarak niteleniyor olmalı.
Bunu anlayabiliyoruz. İktidar ile muhalefet arasındaki ilişkilerdeki değişimi anlatan bu anlamıyla yumuşamanın, mevcut başkancı rejimin hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı, demokrasi gibi değerlerin çok uzağında yer alan otoriter niteliği açısından herhangi bir anlam ifâde etmediği de herhâlde gâyet açık.
Gelelim “normalleşme”ye. Siyâsette, iktidar ile muhalefet arasındaki ilişkilerde gözlenen “yumuşama”, aynı zamanda bir “normalleşme” olarak görülebilir mi?
NORM, NORMAL VE NORMALLEŞME
Normalleşme kelimesinin kökü, kural, ölçü veyâ standard gibi anlamları olan norm kelimesi. Nesneler dünyâsından insan davranışlarına kadar her alanda kullanılan bir kelime. Ahlâk ve hukuk gibi alanlarda, örneğin, norm daha çok kural anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Bununla birlikte, biraz durup düşündüğümüzde, herhangi bir insanın herhangi bir somut davranışının uygun, yerinde, doğru, iyi, güzel bir davranış olup olmadığına karar vermemizi sağlayan ölçüyü de ifâde ediyor, norm. Yâni, yalnızca bir emredici kural değil aynı zamanda vâr olan insan davranışlarının değerlendirilmesini mümkün kılan bir ölçü.
Böyle baktığımızda, norm kökünden türemiş bir sıfat olarak “normal”, norma, yâni kurala, bir diğer deyişle ölçüye, standarda uygun anlamına geliyor. Bunun zıddı, yâni kurala, ölçüye standarda uygun olmayan ise, “anormal” -normal olmayan- terimiyle karşılanıyor. Dolayısıyla, normalleşme dediğimiz zaman, normal olmayan, yâni norma, kurala, ölçüye, standarda uygun olmayan, kısaca “anormal” bir durumdan norma uygun bir duruma doğru değişim sürecini anlatmak istiyoruz.
Normalleşme terimini siyâsî hayat için kullandığımızda, mutlaka ve mutlaka siyâsî hayat için geçerli normların varlığını kabûl etmemiz gerekir. Böyle bir takım normlar olmalı ki, siyâsî hayattaki somut durumların “normal” mi, yoksa “anormal” mi olduğu hakkında bir yargıya varabilelim. Başka türlü ifâde etmek gerekirse, siyâsetin normalleşmesinden söz ettiğimizde, normal siyâsetin ne olduğunu da biliyor olmalıyız.
SİYASETTE NORMAL VE NORMALLEŞME
Siyâset, yaygın ve hayli basmakalıp bir tanıma göre devlet yönetimi demektir. Devlet yönetiminin aracı ise iktidardır. Buradan hareketle, siyâsetin asıl anlamının iktidar mücâdelesi olduğu da söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında siyâset, iktidarı ele geçirme ve elde tutma amacıyla yürütülen faaliyetler toplamı demektir. Bu esas üzerinden hareketle varılabilecek en uç nokta, siyâsette normal olanın ölçüsünün “iktidarı ele geçirme ve elde tutma hedefi”ne göre belirlendiğidir ki, kısaca “amaca giden her yol mübahtır” deyişiyle özetlenebilir. Yâni, bir kişi veyâ bir grup, bir örgüt imkidara gelmek veya elde ettiği iktidarı bırakmamak için gereken ne ise onu yapıyorsa, bu “normal”dir. Burada ilk dikkat edilmesi gereken nokta, bu şekilde târif edilen “normal”in aslında “normal olmadığı”dır çünkü, böyle bir iktidar odaklı siyâset tanımında herhangi bir normun varlığından söz edemeyiz. Neden?
Norm, yani kural, ölçü veyâ standard, hangi anlamda alırsanız alın, somut olguların veyâ durumların kendisine uygun olup olmadıkları hakkında bir değerlendirme yapma imkânını bize veren bir soyutluk düzeyinde yer alır. Siyâsî iktidarın ele geçirilmesi ve elde tutulması için, her ân değişebilen somut durumlara göre farklı şekillerde davranmak gerekeceği için ve her somut durum için de bir norm konulamayacağından ötürü, iktidar odaklı bir siyâset için her şey normal, ya da her şey anormal olabilecektir ki, aslında bunun bir “normsuzluk” durumu olduğunu da söyleyebiliriz.
Anlaşılmış olmalıdır ki, siyâsette normalin ve anormalin tesbiti için bir normun ya da normatif bir ölçünün varlığının zorunlu olduğu açıktır. Bu zorunluluk, çağdaş devlet düzenlerinde daha da belirgin bir hâle gelmiştir. Neden? Çünkü çağdaş devletlerin tümü, istisnâsız bir biçimde, çağdaş olmayan, eski iktidar düzenlerinden farklı olarak, hukukî varlıklardır. Daha yerleşik ifâdeyle söylersem, her devlet, bugünün dünyâsında bir tüzel (hükmî-hukukî) kişilik olarak mevcuttur. Devletin bu hukukî varlık olma niteliği, devlet yönetiminin de hukuken düzenlenmesini, yâni siyâsî iktidarın ele geçirilmesi, kullanılması ve değiştirilmesi usûllerinin nesnel ve soyut kurallara (normlara) bağlanmasını da zorunlu hâle getirmektedir. Böylece, herhangi bir somut kişi veyâ grubun kendi iktidarını inşâ etme ve sürdürme amacına göre değişkenlik gösteren davranışlar ortaya koyması, devletin normatif düzeniyle çatışmakta, yâni anormalleşmektedir.
NORMALİN ÖLÇÜSÜ OLARAK ANAYASA
Bugün dünyâ üzerinde vâr olan ikiyüz civârındaki devletin hemen tamâmının bir anayasası bulunmaktadır. Bu anayasaların hepsinin ideal anlamda demokratik, insan haklarına saygılı, hukukun üstünlüğüne bağlı düzenler olduğunu söylemek mümkün değildir. Bununla birlikte, bütün devletlerin kendi içlerinde, kendilerine göre bir normlar düzenini kabûl etmiş olduklarını, siyâsetin de bu düzen içinde gerçekleştiği ölçüde “normal” kabûl edildiğini söyleyebiliriz. Tabiî, belirli durumlarda, somut olarak bir devlet içinde anayasa düzenine aykırı hareket etmeyi bir siyâset tarzı hâline getiren iktidarlar ortaya çıkabilmektedir ki, bu durumda siyasetin normalden saptığını, anormalleştiğini gözlemlemekteyiz. Böyle durumlarda, norma uygun olmayan iktidar, bâzen, anayasayı değiştirerek, kendi normalini üretebilmekte ve böylece eskisinden farklı bir “normalleşme” ortaya çıkabilmektedir.
Türkiye, bu açıdan dikkât çekici bir örnek. Yüz yılını devirmiş bir Cumhuriyet’in siyâsî hayâtında normal ve anormal olanın ölçüsünü tâyin eden bir temel anayasal düzenin varlığından bugün söz etme imkânımız maalesef mevcut değil. Yürürlükteki 1982 Anayasası, onyıllardır süren bir normatif düzen arayışı bağlamında defalarca değiştirildi ama en son 2017 Nisan’ında gerçekleşen ve 2018 Temmuz’undan bu yana uygulanmakta olan son hâli, Türkiye’nin artık bir anayasa düzenine değil, siyâsî iktidarın kendi varlığına göre istediği gibi davranabilmesine imkân veren bir “anormalliğe” dönüşmüş durumda. Yeniden gündeme getirilmeye çalışılan “yeni anayasa” sorunu da bu anormalliğin artık mevcut siyâsî iktidarı da -özellikle 31 Mart seçimlerindeki yenilgi sonrasında- rahatsız ettiği anlamına geliyor olmalı.
NORMSUZLUK ÖRNEKLERİ
Norm, kural, ölçü, standard, hangisini kullanırsak kullanalım, Türkiye’de şu ân îtibâriyle geçerli, yâni olabin biteni değerlendirebileceğimiz bir “normal” mevcut değil. Örnekler çok ve devlet dediğimiz varlığın yasama, yürütme ve yargı erklerinin tümüne yayılmış bir biçimde. Öyle ki, sâdece yürütme ve sâdece yargı değil, yasama da bu “anormallik” içinde yer alıyor. Kısaca hatırlayalım:
Bir süredir, bâzı mahkeme kararları uygulanmıyor. Bunlar arasında özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi öne çıkıyor. AİHM’nin Osman Kavala ve Selâhattin Demirtaş kararları başta olmak üzere, pek çok kararı, Anayasa’daki ve kanunlardaki açık bağlayıcılık hükümlerine rağmen dikkâte bile alınmıyor. O kadar ki, “yumuşama”nın göstergesi olan Erdoğan-Özel görüşmesinde Kavala’nın serbest bırakılmasının konuşulup konuşulmadığı ve Kavala’nın serbest bırakılması için bir yol bulunması gerektiği gibi hususlar gündem konusu hâline bile geliyor. Oysa iş basit: AİHM kararının uygulanması. Bu, bir “normalleşme” adımı olabilir ama o düzeyde bir “norma uygunluk” perspektifi mevcut değil çünkü “norm” (yâni hukuk kuralları) artık mevcut değil.
İkinci örnek AYM’nin Can Atalay kararı. Bu karar uygulanmadığı gibi, üstüne bir de Atalay’ın milletvekilliği TBMM Başkanlığı’nın bir tasarrufu ile düşürüldü. AİHM ve AYM kararlarını uygulamayan adlî yargı mercilerine bu kez de TBMM de eklendi. Ve bu, TBMM’nin ilk hukuksuz, yâni anormal davranışı da değil. Hatırlatmam gerekirse, Mayıs 2016’da, belirli milletvekilleri için -kişiye özel- Anayasaya değişikliği yaparak dokunulmazlıkları toplu olarak kaldırma yolunu seçen TBMM’nin bu tasarrufu, AİHM tarafından hukuk dışı, yâni “anormal” olarak îlân edilmişti.
Aynı TBMM, şimdi, 9. Yargı Paketi içinde, yeni bir anormalliğe imzâ atmaya sevk edilmek isteniyor. 1990’lardan îtibâren kadın-erkek eşitliğine aykırı ve hak ihlâli niteliğinde olan Türk Medenî Kanunu’nun 187. maddesi, AYM tarafından iptâl edilmiş ve iptâl kararı yürürlüğe girmişti. 9. Yargı Paketi, bu iptâl edilen maddeyi, geride bıraktığımız 30 yıldaki AİHM ve AYM kararları ve bu kararların gerekçeleri hiç olmamışçasına, aynı gerekçelerle yeniden yasalaştırmayı öngörüyor ve evli kadının kocasının soyadını kullanma mecburiyetini yeniden getirmeyi amaçlıyor. Normsuzluğun nasıl siyâsetin içine işlemiş olduğunun vahim bir göstergesi.
* * *
Yumuşama tamam. Erdoğan Özel’le görüştü. Özel, daha da ileri giderek, görüşmede devlette devamlılık vurgusuyla dış politikada iktidarla ters düşmemek için brifing istedi, herhalde verilecek, Erdoğan öyle talimat vermiş. Başka yakınlaşmalar da yolda olabilir. Bunların aynı zamanda “normalleşme” anlamına geldiğini söylememiz ise mümkün değil çünkü, anlatmaya çalıştığım üzere, Türkiye’nin artık normalin referansını oluşturan bir normu, kuralı, ölçüsü, standardı bulunmuyor. Yeni anayasa, böyle bir normun tesisi için bir zorunluluk ama mevcut iktidar böyle bir normun ve dolayısıyla normalin değil, kendi iktidarını pekiştirecek bir normsuzluğun arayışı içinde. Yumuşama, bu normsuzluğun pekişmesine izin verebilir mi? Aman, dikkat!
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.