Levent Köker
Krizlerin ve baskıcılığın temel sebebi olarak kimlik ve meşrûiyet
Biri bitiyor, diğeri başlıyor. Kriz, ardından bir kriz, bir kriz, bir kriz daha. Türkiye’nin kaderi midir? Böyle bir kaderciliğe siyâsî bilinç düzeyinde teslim olmak, krizlerle beslenip büyüyen otoriter, baskıcı, düpedüz neofaşist bir rejimin yerleşmesine destek vermek anlamına gelir. Ancak, görmemiz gereken bir gerçeklik var. Ekonomik, siyâsî ve kültürel sorunlara eleştirel yaklaşmak isteyen geniş bir literatürün, sâdece Türkiye için değil, dünyâ ölçeğinde geçerli olduğunu ileri sürdüğü bir tesbit: Elli yıldan fazla bir süre önce oluşmaya başladığında serbest piyasa-liberal demokrasi birlikteliğini ideolojik olarak savunduğunu bildiğimiz neoliberalizm, liberal demokrasi yerine piyasa güçlerinin emrinde güçlü, baskıcı bir devlet ile artık varlığını sürdürebiliyor. Neoliberalizmin bu “neofaşist” evresinin kuşkusuz her somut toplumsal formasyonda, o formasyonun kendine özgü niteliklerince farklı tezâhür biçimleri de olabiliyor.
Türkiye’de yaşanan bitmeyen krizler ve bu krizlere yaslanarak tırmanan neofaşist rejim, krizin siyâsî ve ideolojik düzeylerde normalleşmesinin de, Türkiye’nin kendi târihî formasyonundan gelen ciddî sebebleri var ve kanımca bunlar arasında kimlik ve ona bağlı meşrûiyet öne çıkıyor.
KİMLİK VE KİMLİK SORUNU
Belki bin kere yazılmıştır, Türkiye devletinin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecine damgasını vuran ve bugün de devam eden temel sorunları arasında birinci sırayı “kimlik sorunu” alır. Burada kimlik teriminden kastım ve yürüttüğüm muhakeme tarzı şöyle: Kimlik, “anayasal kimlik”tir ve her anayasa düzeninin yalpalamadan, krizden krize savrulmadan işleyebilmesi için asgarî bir gerekliliği ifâde eder.
Osmanlı’nın sona erdiği, Cumhuriyet’in îlân edildiği süreçte kurulan “Türkiye devleti”, bir hânedanlık (şahıs egemenliği) değil, millî egemenliğe dayalı bir tüzel kişilik niteliğindedir. Anayasasız bir tüzel kişilik, devlet düzeyinde düşünülemeyeceği için, anayasal kimlik de Türkiye devletinin temelini oluşturur. Bu temel, hem devletle vatandaşların ilişkilerinin kuruluş tarzını, hem de devlet mekanizmasının işlediği normatif-kurumsal çerçeveyi belirler.
Şimdi, göğüslememiz gereken bir karşı çıkış var. Kimlik sorununa îtiraz edenler, kimlik sorunu yaklaşımının daha maddî temelleri olan sınıfsal eşitsizlik ve buna dayalı sömürü gerçekliği ile mücâdeleyi baltalamak üzere, neoliberal küreselciliğin veya benzer bir anlama gelmek üzere emperyalizmin gündeme sokuşturduğu yanılsamalar olduğunu ileri sürüyorlar. Böyle bir boyut var, doğru ama bu Türkiye’nin kendi târihî formasyonuna özgü koşulların ürünü olan “anayasal kimlik” sorunundan farklı. Hemen şöyle örnekleyebiliriz:
Siyâset biliminde, ampirik, nicel araştırma tekniklerini en yetkin bir biçimde kullanmakla ün yapmış yaygın bir literatür, adına neoliberal küreselleşme dediğimiz süreçte, toplumsal kesimlerin taleplerinde farklı bir boyutun belirginleştiğini ortaya koyuyorlar. Buna göre, insanın özgür ve eşit bir yaşam sürebilmesi için, böyle bir yaşamı mümkün kılan kaynaklara da sâhip olması gerektiğini, bu kaynakların da kamusal kurumlar aracılığıyla sağlanmasının zorunlu olduğunu kabûl eden, bildiğimiz liberal-demokratik ve sosyal hukuk devleti formülâsyonuna ek olarak, şimdi -yâni 21.yüzyılın başlarına doğru geldiğimiz süreçte- insanlar kendi hayat tarzlarının eşit saygı görmesi gerektiğini, bunun için etnik, dinî veyâ inançsal yâhut toplumsal cinsiyet ya da cinsel yönelim farklılıklarının da devlet düzeni içinde tanınmasının şart olduğunu ileri sürmekteler.
Konunun önde gelen araştırmacılarından müteveffâ Ronald Inglehardt’ın “Sessiz Devrim” diye nitelediği bu tarz “kimlik sorunları”nı, nitelik olarak başka kimlik sorunlarıyla aynı kaba koyamayız. Örneğin, bir dönemin “çokkültürcülük” tartışmalarına zemin oluşturmuş bulunan Kanada’daki Quebec federe devletinin kendi Fransız/Frankofon kültürünü Anglo-Saxon kültürünün istilâsına karşı korumak ve hattâ bunun için Kanada federasyonundan ayrılmayı bile önermek biçiminde beliren talebi, “Sessiz Devrim”le temas hâlinde olduğu kadar ve ondan farklı olarak bir halkın kolektif kimliğinin korunması ve geliştirilmesi anlamını içermektedir.
Kezâ, Güney Afrika’dake Apartheid rejimine karşı mücâdele, “neoliberalizme özgü bir kimlik siyâseti” diye geçiştirilemeyeceği gibi, bugün Filistin halkının İsrâil’in uyguladığı Apartheid rejimine ve soykırım siyâsetine karşı gösterdiği direnişi de, “Sessiz Devrim”in kimlik siyâseti kategorisinde değerlendiremeyiz. Bunlar, baskı ve soykırım tehdidi altındaki halkların özgürlük ve eşitlik için mücâdelelerinin tezâhürleridir ve bunlara gereken siyâsî değer verilerek çözülmediği takdirde, kriz üstüne kriz yaşanmasının da önüne geçilememektedir.
TÜRKİYE’NİN “KİMLİK SORUNU”
Türkiye’nin kimlik sorununun kökleri Osmanlı’nın son döneminde iktidara gelen İttihat ve Terakki zamanından başlar ve bugünlere kadar çözülmemiş ve dolayısıyla sürekli kriz üreten bir sorun olarak varlığını sürdürür.
“Kemalizm/Osmanlılar’dan Sonra” başlığını taşıyan önemli incelemesinde Perry Anderson, son dönem Osmanlı tarihi, özellikle de İttihat ve Terakki hakkındaki bilgi birikiminin eleştirel bir biçimde damıtılması niteliğinde bir değerlendirmeye yer vermektedir. Anderson, İttihat ve Terakki’nin, farklı dil (etnisite), din, inanç farklılıklarıyla bölünmüş olan bir toplumda ortak bir vatandaş kimliği oluşturmak için, “yurttaş milliyetçiği” diye Türkçe’ye aktarabileceğimiz “civic nationalism” anlayışına ihtiyaç olduğunu gördüğünü, buna karşılık, böle bir farklı unsurları birleştirici (İttihâd) vatandaşlığın aynı zamanda saltanat ile birlikte yerleştirilebileceğini ama saltanat kurumuna kendilerinin dahi saygı duymadığını söylemektedir. Bu değerlendirmenin özeti, İttihat ve Terakki’in, 1908’den sonraki süreçte, Osmanlı İmparatorluğu’nu bir Türk millî devleti formatında yeniden inşa ederek devam ettirmeye çalıştığı şeklinde de yapılmıştır ki, doğrudur. İmparatorluk, İttihatçılara göre artık Türk milliyetçiliğinin emrinde yaşayabilecektir!
Târih, imparatorluk ile millî devlet formatlarının birlikte barınamayacağını bize gösterdiğinde, takvim (1918-sonrası) Kemalist millî devlet inşâ sürecinin başladığını göstermekteydi. Burada tedricen oluşan kimlik “Türklük”tür ve zaman içinde 1923’te îlân edildikten sonraki anayasal formunda Cumhuriyet, “imparatorluk olmayan” bir “Türk Devleti” olarak yerleştirilmiştir. Bu yerleştirmenin içinde, başlangıçtan beri vâr olan bir turatsızlık, devletin ülkesi ile millî kimlik arasındaki uyumsuzluk, Türkiye’nin kimlik sorununun da tanımını vermektedir.
Şöyle ki: Henüz Cumhuriyet îlân edilmeden önce, 1876 târihli Kanun-ı Esâsi yürürlükteyken, 1921 Anayasası ile duyurulan Türkiye devleti, bundan sonraki bütün anayasalarda da varlığını 1. maddede ve hem de değiştirilemez hüküm olarak korumuştur. Buna göre, “Türkiye devleti, bir Cumhuriyettir.”
Dikkat edilecek olursa burada devletin ülke unsuruna bağlı bir tanım yapılmaktadır ve bu tanım 1921’den beri değişmemiştir. Buna karşılık, bir Cumhuriyet’te özellikle büyük önem taşıyan “eşit vatandaşlık”, yâni devlete hukukî bağlarla bağlı olan bireylerin temel hak ve özgürlüklerden eşit bir biçimde yararlanması gerektiği” anlayışı yerine, Türk etnik kimliğinin diğer etnik kimlikleri Türkleştirmek üzere bir dayatma zemini olarak işlev görmesi ve benzer bir biçimde müslüman kimliğinin de buna eşlik etmesi gibi bir ayrımcı durum ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan, Taner Akçam’ın bu yakınlarda yayınlanan “Yüz Yıllık Apartheid” başlıklı incelemesi, bu ayrımcılık sorununu net olarak sergilemektedir.
Bu kısa yazı çerçevesinde, şöyle bir çarpıcı ekleme ile konuyu daha da vurucu bir biçimde sergileme imkânımızın olduğunu düşünüyorum. Bilindiği gibi, hayli rağbet gören anaakım medya organlarından Hürriyet gazetesinin logosunda “Türkiye Türklerindir” yazmaktadır. Bu, yalnızca son zamanlarda gözden düşmüş gibi görünse de uzun yıllar Türkiye medyasının “amiral gemisi” olarak adlandırılagelmiş olan bu gazetenin zihniyetini yansıtmamaktadır.
Kanımca “Türkiye Türklerindir” cümlesiyle, Anayasa’nın vatandaşlık tanımında yer alan “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herken Türktür” cümlesi arasında tam bir özdeşlik bulunmakta, gazete bu sloganıyla Cumhuriyet’in etnik nitelikteki ve dolayısıyla dışlayıcı millî kimlik anlayışını sahiplenmekle kalmayıp, bu anlayışın Türk olmayan halklar üzerinde bir baskı kurduğunu gizleyen bir ideolojik devlet aygıtı işlevi görmektedir. Tabiî bu noktada, şu soruyu da sormak zorundayız: “Türkiye Türklerindir” değerlendirmesi ile, İsrâil’in 2018’de kabûl ettiği temel yasada yer alan, “İsrail devleti tüm Yahudilerin ulus devletidir” yaklaşımı arasında ne fark vardır?
KİMLİK SORUNUNDAN MEŞRUİYET SORUNUNA GEÇİŞ
Anlaşılmış olduğunu umuyorum ki Türkiye’de geçerli kabûl edilen millî kimlik anlayışı, aynı zamanda resmî ideoloji tarafından, Anderson’ın yukarıda değindiğim İttihat ve Terakki’nin nâfile “yurttaş milliyetçiliği”ne veyâ bu anlama gelmek üzere “anayasal vatandaşlık” kavramına uydurulmak istenmektedir. Oysa, gâyet iyi bilinmektedir ki, vatandaşlığın Cumhuriyet anayasalarında Türk terimiyle karşılanmasındaki ısrar, Cumhuriyet’in kuruluşundaki bir paradigmatik tercihin ürünüdür.
Lozan Barış Andlaşması’nda bir “zafer” kazanıldığını ileri süren bu paradigmatik tercih, Türkiye’de dinî azınlıkların bulunduğu ama dil azınlıklarının bulunmadığı tezini savunmaktadır. “Din” terimi de, bütün inançları/inançsızlıkları içine alacak bir genişlikte anlaşılmayıp, Müslüman ve Gayrimüslim ayrımı biçiminde yerleştirildiği için, devletin geniş vatandaş kitleleri nezdindeki meşrûiyet temeli baştan bozuk kurulmuş ve daha da bozularak sürmektedir.
Örneklemek gerekir mi? Müslümanlık içinde düşünüldüğü için, ayrı bir inanç sayılmayan, dolayısıyla din ve vicdan hürriyetinin bir gereği olarak kendilerine özgü ibâdet yerleri olamayacağı “dayatılan”, nihâyet son zamanlarda bir tür folklorik unsur olarak varlığına râzı olunabileceği devlet tarafından duyurulan Alevîler nezdinde, devletin Diyânet üzerinden izlediği türdeşleştirici İslâmî endoktrinasyon politikası, yetmedi bu politikanın Anayasa’da “millî bütünleşme ve dayanışma amacıyla” devletin temellerine yerleştirilmiş olması ciddî bir meşrûiyet sorunu yaratmaktadır.
Aynı şekilde, Türkiyeli Kürtlerin kimliklerinin inkârı anlamına gelen ve uzun yıllar baskı altında tutulan Kürtçe ile ilgili dil politikalarının eski katılığını kaybetmiş olması, bu sorunun nasıl bir meşrûiyet sorununa yol açmış olduğunun devlet tarafından da fark edilmiş olduğunu göstermektedir. Buna rağmen, Kürtçe anadilinde eğitimin hâlâ kabûl görüp uygulanmaması, gerçekten dev bir meşrûiyet sorunudur.
Şu soruya ne dersiniz: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre (42. madde), Türkçe dışında hiçbir dilin okullarda “Türk vatandaşları”na anadilleri olarak okutulması ve öğretilmesi yasaktır. İstisnaları, Lozan’da anadilinde eğitim hakları tanınmış olan Gayrimüslimlerdir. Yâni: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları eğer Ermeni, Rum veyâ Yahudi iseler kendi anadillerinde eğitim hakları vardır ama Kürt, Laz, Çerkes, Arap iseler bu hakları yoktur. Böyle bir ayrımcılığı hangi ilke veyâ değer temelinde meşrû, yâni haklı, yerinde, adâletli bulabiliriz?
Kaldı ki, anadilinde eğitim yasağı, devletin anayasal görevleri arasında çok temel bir yere sâhip olan vatandaşın maddî ve mânevî gelişmesi için gereken koşulları sağlamak yanında, parasız temel eğitim verme yükümlülüğünü de yerine getirmemesi sonucu doğurmaktadır. Her bakımdan, yazının başlarında sözünü ettiğim türden gayrimeşrû bir dayatma!
Levent Köker kimdir?
Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.