Yalan çok, hukuk yok!

Hukuk varmış gibi yapılarak sürdürülen, sonuçta insanların hukuka aykırı bir biçimde özgürlüklerinden mahrum edilmeleriyle sonuçlanan bir dizi faaliyete tanık oluyoruz ki, bu tanıklıkların vardığı yere “hukuk yokluğu" dense yanlış olmaz.

Kamuoyunda “Kobanê davası” olarak bilinen davada mahkeme kararı açıklandı. Az sayıda beraat kararının yanısıra mebzûl miktarda hapis cezâsına hükmedildi. Yargılama süreci devam ediyor, istinaf ve temyiz aşamalarından sonra verilen kararın kesinleşip kesinleşmeyeceği anlaşılacak. Bununla birlikte, bu davanın daha şimdiden, aslında bâzı hususların net olarak anlaşılmasına büyük katkı yaptığını söyleyebiliriz. Bu net hususların başında, bu yazının başlığını oluşturan dört kelimelik ifâde geliyor: “Yalan çok, hukuk yok!”

KARARIN DEŞİFRE ETTİĞİ YALANLAR VE KARARDAKİ ÇELİŞKİLER

Kararın en dikkat çekici yönlerinden biri, “sanıklar hakkındaki ortak hükümler” başlığı altında yer almaktadır. Bu başlık altında, 36 sanıkla ilgili olarak, aralarında Yasin Börü’nün de bulunduğu çok sayıda adam öldürme suçundan bir bölümü patlayıcı madde kullanmak sûretiyle işlendiği iddîa edilen mala veyâ kamu malına zarar verme, hırsızlık gibi suçlardan beraat kararı verildiği görülmektedir. Bu beraat kararı ile suçsuzlukları tesbit edilen kişiler, hatırlanacağı üzere, devletin en üst makamından başlayarak iktidar yandaşlarının hâkim olduğu medya organlarında, bütün yargılama süreçlerini doğrudan etkilemeye yönelik olarak, 6-8 Ekim Kobanê olayları sırasında meydana gelen şiddet olayları ve 50 civârında ölümden ötürü peşinen suçlanan başta Selâhattin Demirtaş olmak üzere dönemin HDP yöneticileridir. Yâni, yargılama süreçleri devam ederken yapılan bu beyanlar, özellikle en çarpıcı olarak Demirtaş’a yönelik olarak söylenen “kâtil” ifâdesi, bu mahkeme kararına göre tam bir iftirâ niteliğindedir, yalandır.

Mahkûmiyet kararlarının hemen tamamı, sanıkların terör örgütü üyesi, yöneticisi olmaları veyâ örgüt adına hareket etmeleri ve bu yolla devletin birliğini ve ülkenin bütünlüğünü yıkmayı amaçladıkları tesbitine dayanmaktadır. Mahkeme, bu amaçla hareket etmenin sâbit olduğunun anlaşıldığını belirtmekle birlikte, pek çok sanık için ve bu arada Selâhattin Demirtaş için de, eylemlerinin suçun işlenmesine yardım seviyesinde kaldığını belirtmektedir.

Karardaki şu ifâdelere dikkatinizi çekmek isterim. Mahkeme, önce “sanığın üzerine atılı devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma suçunu işlediği sabit görüldüğünden” ağırlaştırılmış müebbet hapis cezâsı vermekte, sonra bu cezâyı Terörle Mücâle Kanunu’na dayanarak yarı oranında artırmakta ama, daha sonra, “eyleminin 5237 sayılı TCK’nın 302/1 ve 39/2-b,c maddeleri kapsamında devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozma suçuna yardım etme kapsamında kaldığı sabit görüldüğünden” diyerek cezayı 20 yıla indirmektedir. Burada bir gariplik yok mudur? Bir taraftan deniyor ki sanık, devletin birliğini ve ülkenin bütünlüğünü bozma suçunu işlemiştir, cezâsı ağırlaştırılmış müebbet hapistir. Sonra deniyor ki, yok, öyle değil, yâni bâzı eylemlerde bulunmuş ama bu eylemler suçun işlenmesine yardım seviyesinde kalmış, yâni devletin birliğini ve ülkenin bütünlüğünü bozma suçunu işlememiş, bu suçun işlenmesine yardım etmiş. Kendi kendini yalanlayan bir ifâde, anlamak mümkün değil!

Aslında, bir çıkış yolu bulabiliriz. Mahkeme, herhâlde çâresiz kalmış. 6-8 Ekim 2014 târihlerinde gerçekleşen ölümler ve şiddet olaylarının baş sorumluları olarak gösterilen Kobanê sanıklarına iftirâ atıldığını tesbit etmiş olan mahkeme, yine de, konuyu tâkip eden bütün ulusal ve uluslararası kamuoyunun yakından bildiği üzere, siyâsî iktidardan gelen baskılar karşısında hissetiği mahkûmiyet kararı verme mecbûriyetini böyle çelişkili ifâdelere tıkıştırmak durumunda kalmış gibi görünüyor.

Şunu demek istiyor: Bütün şiddet olayları, ölümler, hırsızlık, mala zarar vermeler vb. suçlardan bu sanıklar beraat ediyor. Bununla birlikte, büyük kısmı, devletin birliğini ve ülkenin bütünlüğünü bozma suçunu işliyor. Peki, bunu nasıl yapıyorlar? Konuşarak ve sosyal medya da dâhil olmak üzere yazılı beyanda ve çağrılarda bulunarak. Mahkeme de biliyor ki, konuşmayla devletin birliği, ülkenin bütünlüğü bozulmaz. Gerçekçi değil. Ama, ne yapsınlar, önce “siz konuştunuz, ülkenin bütünlüğünü bozdunuz, ağırlaştırılmış müebbet” diyor, sonra “yâni bozmamışsınız ama bozulmasına yardım etmişsiniz” diye düzeltiyor, bâzılarına yirmi, bâzılarına on sekiz, bâzılarına on altı vb. neye göre değiştiği “takdiren” kelimesinin gizemi altına saklanan cezalara hükmediyor.

HUKUK YOKLUĞUNA DOĞRU HIZLA İLERLERKEN

Yalanlar ve çelişkiler bununla sınırlı değil. Aslında Kobanê yargılamasıyla da sınırlı değil. Yıllardır, hukuk varmış gibi yapılarak sürdürülen, sonuçta insanların hukuka aykırı bir biçimde özgürlüklerinden mahrum edilmeleriyle sonuçlanan bir dizi faaliyete tanık oluyoruz ki, bu tanıklıkların vardığı yere “hukuk yokluğu” dense yanlış olmaz. (Burada bir parantez açarak, bu köşede de dile getirdiğim ikili devlet kavramını hatırlatmak isterim. Türkiye devletinin hukuka göre işleyen bir kısmı hâlâ var ama, son gelişmeler, hukukun dışında hareket etme imkânını kendi kendine tanımakta olan “tedbir devleti”nin alanını pervâsızca genişlettiği de bir gerçek.)

Hukukun tümden yok edildiği bir noktaya doğru hızla ilerliyoruz ve bundan bir hayli ürküyoruz. İktidar sâhipleri de aynı psikoloji içinde. O yüzden, tepelerde bir yerde “millî anayasa”, “millî yargı”, “millî hukuk” gibi olmadık kavramlar üretilerek, hukukun ulusötesi ve ulusüstü boyutlarına ve evrensel niteliğine atıfta bulunan muarızlarına bir mesaj da vermek isteniyor. “Bakın, bu da hukuk ama bu, yerli ve millî hukuk!” demeye getiriyorlar. Oysa bu, hukukun yokluğunu, daha doğrusu siyâsî iktidarın hukuku nasıl yok ettiğinin kanıtı olabilecek bir argüman.

Şuradan başlayalım. Anayasa Mahkemesi, bir Türkiye Cumhuriyeti mahkemesi midir? Evet. Anayasa değiştirilip kaldırılmadığı sürece de böyledir. Bu mahkemenin kararları bağlayıcı mıdır? Evet. Anayasa, bâzı kararların bağlayıcı olmayabileceğine dâir bir istisnâ getiriyor mu? Hayır. O zaman, Anayasa Mahkemesi kararlarını ilk dereceden en üst mercie kadar bâzı adlî yargı oranları neden uygulamıyor? “Efendim, iki yargı organı arasında uyuşmazlık söz konusu olabilir!” Bu, öyle bir şey değil, yâni “yalan”!

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, uluslararası bir yargı organı. Kararlarının bağlayıcılığı bakımından “ulusüstü” de diyebiliriz. Peki, AİHM kararları Türkiye Cumhuriyeti’ni, yâni yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlar mı? Evet. Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi egemen irâdesi ile kabûl ettiği bir bağlayıcılıktır. Peki AİHM kararları neden uygulanmıyor?

Örneğin, Selâhattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ ile ilgili kararlar uygulansa, yukarıda ele aldığım Kobanê yargılaması yapılamazdı. Çünkü AİHM, HDP Eski ş Genel Başkanları ile ilgili kararları çok açık bir biçimde, her ikisinin ve bu kapsamda yer alan diğer kişilerin gözaltına alınmaları, tutuklanmaları ve yargılanmaları için gerekli olan makûl suç şüphesinin olmadığına hükmetmiş. Dahası, bu kişilerin özgürlüklerinden mahrum edilmelerinin, muhalefeti sindirmek gibi siyâsî sâiklerle gerçekleştirilmiş olduğuna kanaat getirmiş. Doğru mu? Kobanê yargılamasındaki olup bitene ve açıklanan mahkeme kararındaki çelişkilere baktığımızda, cevâbımız evet!

SORUN YALNIZCA YARGIDA DEĞİL!

AİHM, sâdece bunu söylemekle de yetinmiyor. Selâhattin Demirtaş ile ilgili kararında başka bâzı noktaları da vurguluyor. Bunlardan biri, Demirtaş ve diğer HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldıran Anayasa değişikliğini diğeri de sonraki yargı süreçlerini ilgilendiriyor. AİHM, dokunulmazlıkların bir Anayasa değişikliği ile kaldırılmasını sağlayan kanunun “hukuk kuralı niteliği” taşımadığını tesbit ediyor. Böylece, AİHS’nin temeli olan tüm sınırlamaların kanunî dayanağının olması gerektiği kuralına aykırı bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz. AİHM böyle diyor ama, ulusal mahkememiz olan AYM bu kanaatte değil. Dokunulmazlıkların Anayasa değişikliğiyle kaldırılması usûlünü Anayasa’ya aykırı bulmuyor.

AYM bulmuyor ama TBMM böyle bir tasarrufta tereddüt etmediği gibi, Anayasa değişikliğinin gerçekleşmesinde Anayasa aykırı ama even diyeceğiz yaklaşımını benimseyen ana muhalefet partisinin de katkısını unutmamak gerek. Demek ki, hukuktan uzaklaşma, hukukun yokluğu noktasına doğru ilerlemek yasama organının ve bunun içinde muhalif siyâsî kadroların da payını görmemiz gerek. (Parantez içinde hatırlatayım, aynı yasama organı, şimdilerde 9. Yargı Paketi adı altında, Türk Medenî Kanunu’nun daha önce AYM tarafından iptâl edilmiş olan 187. Maddesini, hem AİHM hem de AYM kararlarına tam anlamıyla zıt bir biçimde yeniden kanunlaştırmanın yollarını aramakta. Öyle yargıya böyle yasama mı diyelim!)

Yürütme cenâhında da işler farklı değil. Kuvvetlerin birleştiği odak olan Cumhurbaşkanlığı makamından ve ortaklarından yükselen sesler, hukuk yokluğunun nasıl teşvik edildiğini gözler önüne seriyor. Hükûmet, yâni iktidar mensuplarının çok sevdikleri tâbirle Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin etkili ve güçlü bireyleri, sâdece Kobanê yargılamasına konu olan olaylardaki hilâf-ı hakikat açıklamalarıyla değil, AİHM süreçlerindeki beyanlarıyla da temâyüz ediyorlar. Demirtaş olayında, örneğin, hükûmet AİHM’e beyânda bulunuyor ve Demirtaş’ın yargılama sürecinde yasama sorumsuzluğundan veya muafiyetinden hiç söz etmediğini beyân ediyor. Oysa Demirtaş, defâlarca, yargılama konusu yapılan konuşmalarının TBMM çalışmaları sırasında dile getirdiği görüşlerin TBMM dışında da tekrarlanması niteliğinde olduğunu ileri sürmüş ve dokunulmazlığı kaldırılmış olsa bile, meclis çalışmaları sırasında dile getirdiği görüşlerini tekrarladığı için sorumlu tutulamayacağını vurgulamıştır. AİHM, hükûmetin gerçeğe aykırı beyanda bulunduğunu tesbit ediyor, bununla da yetinmiyor, Anayasa’nın 83/1 maddesinde yer alan yasama sorumsuzluğunun Demirtaş ve sonra da Yüksekdağ (ve diğerleri) örneğinde ulusal makamlarca, yâni AYM tarafından da incelenmesi gerekirken incelenmediğini de vurguluyor.

Yalanlar, hilâf-ı hakikat beyanlar, mahkeme kararlarına sinmiş birbirini nakzeden cümlelerde gözlenen hukuk kaybına eklenecek daha çok örnek var. Yıllardır özgürlüğünden mahrum edilen Kavala ve diğer Gezi tutukluları hakkındaki yargılama süreçlerindeki yalanları ve çelişkileri buraya eklemek isterdim. Borcum olsun.


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi