Aysuda Kölemen
‘Cumhuriyet’in erkekleri’: Hani neredeler?
Ülkenin büyük çoğunluğu Cumhuriyet derken, laikliği kast ediyor. Laiklik de anlamı, çeşitleri, sınırları çok iyi tanımlanmış bir kavram değil ama Türkiye’de anlaşılma ve tarihi olarak uygulanma biçimi az çok belli.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında gelişen laiklik, din ve devlet işlerinin ayrılması değil, dinin devlet kontrolünde olması anlamına geliyor, çünkü Cumhuriyet ideolojisi dini vatandaşın ve devlet işleyişinin üzerinde baskı kuran bir kurum olarak algılıyor ve onları bu baskıdan kurtarıp, sadece bireysel alanda bırakmayı, bu yolla da özgürleşme sağlamayı istiyor. İşte burada işler karışmaya başlıyor. Kimisi bu uygulamaları devlet baskısı, kimisi ayrımcılık, kimisi de özgürleşme olarak deneyimliyor ve laikliğe tavrını da bu deneyim belirliyor.
Kestirmeden söyleyelim, laikliği özgürleştirici olarak deneyimleyen ya da düşünen insanlar, Cumhuriyet’e sahip çıkıyor. Onu baskıcı ve ayrımcı olarak düşünen ya da deneyimleyenler de ona karşı tavır alıyor. Cumhuriyetçilik dediğimizde, Türkiye bir yönetim biçimi, demokrasi, sınıf, mezhep veya etnisiteden ziyade laikliği düşünüyor. Hıncal Uluç, bir zamanlar Cumhuriyet’i demokrasiye tercih ettiğini söyleyip, çok da destek görürken, bunu kast ediyordu. Gerekirse demokratikleşmeyi, belirli bir laiklik anlayışına feda edebileceğini söylüyordu. Demokrasi çok havada kalıp, tam olarak neye yaradığını kitlelerin tam anlamadığı bir şey. (Bu Türkiye’ye has değil. Hiçbir yerde halkın büyük kısmı -özellikle ezilen azınlıklara mensup olmayanlar- demokratik ilkeleri içselleştirebilmiş, demokratik ilkelerin kendine nasıl yaradığını tam olarak çözebilmiş değil) Oysa laikliğin hayatı nasıl etkilediği herkese aşikar.
Yaşam tarzına ilişkin hafife aldığımız kaygılar o kadar somut ve o kadar her güne ait ki, demokrasiyi hep başkalarının soyut hakları olarak, teorik bir tartışma gibi gören insanlar, laikliği hemen kendi yaşamlarına bağlayabiliyor. En çok da kadın-erkek ilişkilerine. Çünkü laiklik öncelikle kadını etkiliyor. Bunu herkes anlıyor. O nedenle Cumhuriyet, diye başlayınca söze, kadın, diye devam ediyoruz. Cumhuriyet erkeğinden değil, Cumhuriyet kadınından bahsediyoruz. Ama büyük bir hata yaparak, dindarlığı da laikliği de kılık kıyafete indirgiyoruz.
Bir kadının özgürlüğünün kaynağının giydiğinde değil, beyninin içinde, cüzdanındaki parada, eğitiminde, yasaların verdiği korumada, devletin ve toplumun verdiği destekte, özgüveninde olduğunu görmezden gelip, özgürlüğü kestirme yoldan ölçebiliriz, diye düşünüyoruz. Bu hiçbir zaman doğru değildi ama dünya değiştikçe ölçülerimiz daha da karmaşıklaşıyor. Biz gene de bu indirgemecilikten vazgeçemiyoruz, çünkü kadın özgürlüğünü kıyafete indirgemek, her kesimden erkek için çok faydalı bir işlev görüyor. Özellikle de laikliği benimsediğini söyleyen kesimdeki erkekler için.
Karısının evde çocuk bakması gerektiğine inanan adam, mayoyla denize girmesinden rahatsızlık duymadığı için kendini laik; laik olduğu için de cumhuriyetçi ve özgürlükçü olarak görüyor. Televizyona çıkıp, tek bir kadının olmadığı stüdyoda, kadın konusunu tartışmakta beis görmeyen bu adam, kendini özgürlükçü de sayıyor. Karısını döven adam da saçlarını boyatıp, açmasına "izin verdiği" için laik tarafta kabul edebiliyor ve ettirebiliyor kendini. Erkek karısının, kızının saçları üzerinden tarafını ifade edebiliyor. Bu işlerde kolay yolları, kestirmeleri seçenler, gerisine cesareti ve niyeti olmayanlar, özgürlük ve baskıyı kadın bedenini saran bir şal, bir pardesü, bir şortla anlayabilirmiş gibi yapıyor. Bu da gerçek sorunların görmezden gelinmesine olanak veriyor.
Cumhuriyet’in demokrasi eksiğinin de laikliğin kısıtlayıcı değil, özgürleştirici bir laiklik olarak yeniden tanımlanması gerektiğinin de üstünü örtüveriyor. Kadın plastik bir vitrin mankeni gibi sadece kıyafeti üzerinden konuşuluyor, laiklik namus gibi yine kadın üzerinden ve nihayet Cumhuriyet laiklik üzerinden buluyor etiketini.
Bu kadar karmaşık meseleleri kılık kıyafete indirgemenin dilimizden düşüremediğimiz Cumhuriyet kadınına bir hayrı dokunmadığı kesin. Ben giydiğim kotun da açık bıraktığım saçın da kadın yürüyüşünde beraber pankart taşıdığım, hakkını arayan kadının başındaki örtünün de başka şeylerin sembolü olmasını istemiyorum. Bizim üzerimizden hesap görmenin bırakılmasını istiyorum.
Kıyafet sembol müdür? Semboldür, tabii. İster istemez bir şeylere işaret eder mi? Nasıl etmesin? Bu nedenle konuşulur mu? İstemesek de dikkat çeker, konuşulur. Bunlar gerçek. Ama daha önemli bir gerçek var.
İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in, Bursa’nın, Adana’nın, Antalya’nın, Trabzon’un belediye başkanları arasında kadın yok. Meclis’te CHP, AKP ve MHP’nin kadın milletvekili seviyeleri yerlerde sürünüyor. Kıyafetleri ne olursa olsun, kadınları siyasette erkeklerin kolundaki eşten öte bir rolde nadiren görebiliyoruz.
Biz kadınlar, birer yaşam tarzı markası, birer aksesuar değiliz, vatandaşız. Sokaklar kadınlar için güvenli değil. Emzirme politikaları kadını eve hapsediyor. Çocuğu olan kadınların çalışması zorlaştırılıyor. Şehirler kadınların ihtiyaçlarına aykırı şekilde tasarlanıyor. Çocuk, yaşlı, hasta bakımı kadınların sırtına ücretsiz, karşılıksız olarak yükleniyor. Kadınlar eğitimden mahrum, ücretli işlerden mahrum, erkek adaletine mahkûm, şiddet ve muhtaçlık içinde yaşıyor. Bunlara karşı mücadelelerinde kadınlar birbirlerinden başka kimseye dayanamıyorlar.
Ben yorgunum. Kadınları belediye başkanı eşi, bakan eşi, cumhurbaşkanı eşi değil, belediye başkanı, bakan, cumhurbaşkanı olarak görmediğimiz sürece, ne giyerse ve nereye tatile giderse gitsin, "Cumhuriyet kadını"nın özgürleşemeyeceğine kanaat getirdim. Keşke Cumhuriyet’in sadece laikliğine değil, eşitliğine de sahip çıkılsaydı; hukuk devleti oluşuna da sosyal devlet olma niteliğine de… Keşke Cumhuriyet’i yalnız kadınlar değil, erkekler de sırtlansaydı. Cumhuriyet’in yalnız kadınları değil, erkekleri de olsaydı. Ama yok! Sahi, niye?