Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Demokrasimizin hasta kökleri

Gayrimüslimlerin kazanacağı haklar üzerinden ortaya çıkacak olası eşitliğe veya denkliğe yönelik olarak Yeni Osmanlıların sergilediği korku veya endişe, bu ülkede demokrasinin köklerinin ilk hastalıklarından birini gösterir.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en önemli dönüm noktalarından biri olacağı iddia edilen Mayıs 2023 seçimleri, odağı tarih olan bu köşenin de birkaç yazıyla konusu oldu.

Muhtemelen ‘dönüm noktası’ derken farklı çevreler farklı şeyler kastediyordu, ama çoğu insan için bir iktidar değişimine yol açacağı düşünülen seçimlerde, hem mecliste hem de cumhurbaşkanlığında iktidar bloku için ‘devam’ kararı çıkmasının nedenlerini ve daha önemlisi sonrasında kısa ve orta vadede olabilecekleri doğal olarak bugünlerde herkes tartışıyor, tartışacak.

Bu köşeyi daha fazla ‘güncel’ meselelerle meşgul etmemek üzere, hem seçim sonuçlarının analizini hem de (ilk etapta muhalefet partileri üzerinde görülen) kısa ve orta vadedeki etkileri hakkında söylemek istediklerimi başka mecralara bırakmak istiyorum.

Seçim meselesine bağlı olarak tarihyazımı ve paradigma düzeyinde ele almaya devam etmek istediğim mesele, önceki yazılarda sözünü verdiğim popülizm tartışmaları bağlamında parlamentarizm ve demokrasi meselesi olacak.

Bu kısa yazıda yapabileceğim ise bu tartışmaya sadece genel bir giriş olabilir…

xxxxx

20. yüzyılın tamamında küresel düzeyde hâkim olan cumhuriyetçiliğin ve özellikle ikinci yarısında hâkim olan demokrasiciliğin kökenlerine bakmak gerekiyor. Buna baktığımızda, aydınlar başta olmak üzere erk talipleri için zamanla bir baş belasına dönüşecek millet denen illetin ve onunla dolaysız ilişkili halk denen mahlukun politik özne olarak dönüşümünü görmeye hazır olmak gerekiyor.

Modern öncesi dönemin erk dayanağı/kaynağı olan soy, kılıç ve ilahiyata alternatif veya ek olarak Avrupa’da güce talip ve sonra ortak olan burjuvazinin erk kaynağı olan sermaye, zamanla kapitalist dünyada asli erk kaynağına dönüşecektir.

Bu süreçte ortaya çıkan modern eğitimli orta sınıfların keşfettiği, daha doğrusu ortaya çıkardığı modern erk kaynağı olarak kamuoyu, 19. yüzyılda yaygınlaşarak kıtanın büyük bölümüne hâkim bir dönüşüme kaynaklık etti. Birer toplum sözleşmesi olarak anayasalar da bu erk paylaşımının metinleri olarak öne çıktı. Ancak bu dönüşüm, başından itibaren bir ucu karar süreçlerine doğrudan veya tam katılımdan, diğer ucu ise dolaylı veya temsili katılımdan oluşan geniş bir yelpazede yaşandı. Temsili katılım, katılımın sadece temsilciler üzerinden değil, kısmi ve anlık olması anlamına da geldi zamanla. Katılımın ‘anlık’ olması, seçimden seçime olması anlamına gelmektedir. Kısmilik ise niteliksel düzlemde karar sürecinin hayatın sadece belli alanlarıyla sınırlı olmasıyla, niceliksel düzlemde de katılım güç ve olanağının sınıf ve (cinsel, etnik, dinsel, vs.) kimlik yönünden sınırlarıyla ilgilidir.

Sonuçta hâkim olan temsili katılım anlayışının araçları olarak seçimler ve sandık önce Avrupa’da sonra tüm dünyada hâkimiyetini kurdu. Sovyetik kurum olarak şuralar ile farklı güçlerdeki parlamentoların farklı versiyonları arasında yaşanan rekabet sürecinde katılımın hâkim kurumları bugün parlamenter dediğimiz rejimler oldu.

xxxxx

Bugün popülizmin kaynağı olarak görülebilecek cumhuriyetçilik ve (parlamenter) demokrasiciliğin bu topraklardaki köklerini, öncelikle Genç Osmanlılar’ın 1860’ların ikinci yarısından itibaren gündeme getirdiği anayasacılık ve parlamentarizm anlayışının oluşturduğunu hatırlamak gerekiyor. Genç Osmanlılar öncülüğünde başlatılan ve Türkiye’de demokrasi mücadelesinin kökleri olarak değerlendirilen, ‘meşrutiyetçilik’ olarak özetleyebileceğimiz bu çıkışta elbette karar süreçlerine katılım (demokrasinin çekirdeği) merkezi rol oynar. Devletin ‘aşırı Batıcı’ olduğu düşünülen modernleş(tir)me sürecinde gayrimüslimlerin kazanacağı haklar üzerinden ortaya çıkacak olası eşitliğe veya denkliğe yönelik olarak meşruti rejim taraftarı olan Yeni Osmanlıların sergilediği korku veya endişe ise bu ülkede demokrasinin köklerinin ilk hastalıklarından birini gösterir: Denklik/eşitlik korkusu veya benim tercih ettiğim isimle ‘egalofobya’.

Şerif Mardin’in öncü çalışmaları sayesinde, öncelikle Jön Türkler (İttihatçılar ve devamı niteliğindeki Kemalistler) tarafından inşa edilen Genç Osmanlılar’ın ‘Batıcılığın öncüleri’ (onunla aynı anlama gelmek üzere modernleşmenin, uygarlaşmanın, cumhuriyetçiliğin, demokrasinin vs. öncüleri) olduğu algısı sorgulanmaya başladı. Daha sonra Genç Osmanlılar’ı aynı zamanda İslamcılığın da öncüleri olarak karşımıza çıkaran Mümtaz’er Türköne’nin ezber bozucu çalışmasından itibaren anlaşıldı ki sonraki radikal modernistler tarafından öncüler ve hatta atalar olarak kabul edilen bu ‘ilk modern sivil muhalif kuşak’, düpedüz sentezci modernleşmecilerdi!

Hem yukarıdakilerin tekrar hatırlanması hem de buna bağlı olan, ama konumuz açısından daha merkezi konumda bulunan iktidar kaynağı olarak kamu(oyu)nun ‘keşfi’, katılım süreçleri ve parlamentarizm bağlamında egalofobi çelişkisi gibi konuları sonraki yazılarda detaylıca ele almayı umuyorum.

xxxxx

Bazılarınca Genç Osmanlılar’ın mücadelesinin doruğu olarak görülen, ama halkın örgütlü mücadelesi değil, sonuçta karmaşık bir darbe süreci sonrasında ilan edilen 1876 anayasası (Kanun-ı Esasi) ve 1877-78 parlamentosu (Mebusan ve Âyan meclislerinden oluşan Meclis-i Umumi) aracılığıyla yaşanan ilk deneyim çok kısa sürdü. Sonradan hep karşımıza çıkacak olan ‘halkın hazır olmadığı’ düşüncesiyle Kanun-ı Esasi’yi ve Mebusan Meclisi’ni askıya alan Abdülhamid liderliğinde modern bir istibdat rejimi 1880’lerin başından itibaren inşa edildi. Bu süreç boyunca henüz saltanat karşıtlığı veya cumhuriyetçiliğin söz konusu olmadığına özellikle dikkat etmek gerekiyor. Katılımcılık bağlamında demokrasi tarihinin köklerini öncelikli olarak aramamız gereken I. Meşrutiyet dönemine baktığımız zaman karşımıza çıkan hastalıklı köklerin ayrıca ele alınması gerekiyor.

xxxxx

Bugün de meydanlarda haykırılan “Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet” sloganıyla 1908 ‘Devrim’ini gerçekleştiren Jön Türkler ise cumhuriyetçi bir anlayışla saltanatı kaldırmak bir yana sultanı bile tahttan indirmeden ‘kısmi devrim’ ve ‘denetimli iktidar’ ile yetindiler. Jön Türkler kuşağı arasından sıyrılarak devlet ve özellikle ordu içindeki örgütlenmeleri sayesinde iktidar savaşında öne geçen İttihatçılar, karşı devrimci bir darbeyi bastırma iddiasıyla 1909’da Abdülhamid’i tahttan indirdiklerinde, cumhuriyet sadece bazı radikallerin kafasının en gizli köşelerinde bir hayal olabilirdi sadece. İttihatçılar da cumhurun cumhuriyete hazır olmadığına inanıyordu, ama birkaç yıllık çoğulcu meclis deneyiminden sonra kurdukları modernist parti diktatörlüğü, aslında halkın karar süreçlerine katılmaya yani milletin milli idareye katılmaya hazır olmadığı inancını/düşüncesini de sürdürdüklerini gösteriyordu.

xxxxx

Birinci Dünya Savaşı hezimeti sonucunda bu rejimin yıkılmasıyla ortaya çıkan olağanüstü koşulların ürünü olarak 1920’de Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi, tüm eksikliğine rağmen katılım ve özellikle çoğulluk bağlamında bu topraklarda bugüne kadar görülmüş belki de en radikal örnek oldu. Ancak onun da ömrü kısa sürdü, çünkü mecliste gücü ele geçirenlerin Nisan-Ekim 1923 arası gerçekleştirdiği bir dizi operasyon sonucunda meclis, onun yerine getirilen başkanlık rejimi nedeniyle devletin karar süreçlerinde ve erk hiyerarşisinde adeta tasfiye edildi.

Yani aslında, bundan 100 yıl önce anayasa maddesinde yapılan bir değişiklikle oldubittiye getirilen Cumhuriyet’in ilanı, aslında bu toprakların gördüğü en katılımcı ve çoğulcu parlamenter rejimden (meclis yönetiminden) başkanlık rejimine (tek parti ve zamanla tek adam diktatörlüğüne) geçiş sürecinin başlangıcından ibaretti.

Bugün demokrasi savunusunu neredeyse sadece başkanlık rejimine karşı parlamenter sisteme geçişe indirgeyen sağ ve sol Kemalist siyaseti düşünürken, unutulmaması gereken bu gerçekleri tarih terslerinde bilahare konuşacağız.

Şimdilik kısaca şunu söyleyeyim ki bu adım sadece ‘cumhura rağmen cumhuriyet’ rejiminin başlangıcı değil, aynı zamanda İttihat ve Terakki’den devralınan ‘jakoben modernizm’in doruğu anlamına geliyordu.

xxxxx

1923 yılında kurulan cumhuriyet rejiminin 1925 sonrası bir parti diktatörlüğüne dönüşmesi, sadece mecliste değil, hayatın her alanında halkın iyiliği için halkın karar süreçlerinden uzak tutulması anlamına gelecekti. İkinci Dünya Savaşı sonrasının antikomünist Amerikan demokrasiciliği bağlamında, gündeme gelen çokpartili sisteme geçiş sürecinde adeta bir patlama olarak ortaya çıkan tek parti diktatörlüğüne tepki, önce 1945-50 arasında İnönü hükümetinin muhafazakâr popülizm manevrasıyla aşılmaya çalışıldı.

Ancak bu yetmeyince CHP içinden çıkan icazetli muhalefet partisi olarak DP ‘Yeter, söz milletin’ şiarıyla 1950 yılında yine muhafazakar popülist söylemi daha iyi kullanarak iktidara geldiğinde her şeye rağmen katılımın görece arttığını söylemek yanlış olmaz. Ancak hâlâ çok sınırlı olan katılımdaki bu genişleme ve derinleşme, on yıllık DP iktidarı döneminde, ‘çokpartili sistemde tek parti diktatörlüğü’ ve ‘parti devlet’ rejimi inşa denemesine dönüştü. Bu dönemi bitiren askeri darbenin amacının da milli iradenin tecellisi olması, hastalıklı kökler üzerinde yükselen cumhuriyet ve demokrasi ağacının sürmekte olan zayıflığını daha iyi anlamamızı sağlar.

xxxxx

Son olarak, AB üyeliği dalgası üzerinden 2002 sonrasında Cumhuriyet tarihinin en katılımcı on yılını yaşatan AKP iktidarının, sonraki on yılda ülkede ikinci kez ‘çokpartili sistemde tek parti diktatörlüğü’ veya ‘parti devlet’ inşa denemesi, birinciyle karşılaştıramayacak kadar ‘başarılı’ ve son seçimlerden anlaşıldığı kadarıyla sanıldığından daha uzun ömürlü olacağa benziyor. Ancak günümüzün ve geleceğin meselesi olarak bunu, tarih tersleri köşesinde değil, güncel konuları ele alabileceğim başka mecralarda tartışmayı tercih ederim.

xxxxx

Daha başından itibaren ‘milli iradenin hâkimiyeti’ iddiasıyla kurulmuş bu ülkede popülizm ve parlamentarizm tarihi ya da Türkiye demokrasi tarihi terslerine giriş niteliğindeki bu yazıyı, meselemizin odağındaki popülizm boyutuna değinerek bitirmek isterim: Milliyet(çilik), cumhuriyet(çilik), kamu(culuk) ve demokrasi(cilik) tarihinin doğal parçası olduğu için her zaman kaçınılmaz olarak karşımıza çıkan popülizm, iki kutbunu devrimci-dönüştürücü popülizm ve muhafazakâr popülizmin oluşturduğu geniş bir yelpazede, her dönemdeki farklı yüzleriyle ele alınmalıdır.


Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bilmez Hocadan Tarih Tersleri Arşivi