Armağan Kargılı
Demokrasiyi yok etmeye kalkan başkanın ta kendisiyse…
"Bizzat ülkeyi yönetenlerin eliyle demokrasi yok edilmek istenirse ne yapmak gerekir?"
Geçtiğimiz yıllara dek bu sorunun sadece parlamenter sistemin tam olarak işlemediği ülkelerde yaşandığı düşünülürdü.
Oysa bugün, dünya nüfusunun önemli bölümü, seçimle işbaşına gelen otokrat siyasetçilerin kurduğu bir çeşit dikta rejimleri altında yaşıyor. Avrupa Birliği içinde bile bu örnekleri hiç de zorlanmadan saymak mümkün.
2019 yılı Ağustos ayı sonunda İngiltere’de yaşananlara bu pencereden özel olarak bakmak gerekiyor.
Söylediği yalanlarla ülkesini AB’den çıkarmayı başaran ve böylelikle de popülist sağın en önemli temsilcilerinden biri haline gelen Boris Johnson, sonunda Muhafazakar Parti Genel Başkanlığı ve Başbakanlık koltuğuna oturmayı da başarmıştı.
Göreve geldikten kısa bir süre sonra, Brexit tartışmalarını engellemek ve parlamenterlerin sorularına muhatap olmamak için her yolu deneyen Johnson sonunda işi parlamentoyu kapatmaya kadar vardırdı.
Jonhson’ın tavsiyesiyle Kraliçe’nin parlamentoyu 5 haftalığına kapatması, kamuoyu tarafından demokrasiye darbe olarak değerlendirildi.
Bu olay, demokrasinin beşiği sayılan İngiltere’de bile yönetenlerin demokrasiye tehdit oluşturabileceğinin en açık göstergesiydi.
Boris Johnson’ın parlamentoyu kapattırma girişimi, ülkenin Anayasa Mahkemesi konumundaki Yüksek Mahkeme tarafından yasadışı bulundu ve oybirliğiyle reddedildi. "Yasadışı" bulunan bu eyleme ilişkin kararın arkasındaki isim, ülkenin Başbakanı Boris Johnson idi. Parlamenter sisteme, demokrasiye bir saldırı olarak değerlendirilen bu eylem için azil soruşturması isteyenler azınlıkta kaldı. Bu olaydan 3 ay sonra Brexit tartışmaları nedeniyle güvensizlik oyu ile düşürülmekten korkan Johnson, erken seçim kararı aldı. Mahkemece yasadışı olduğu tescil edilen parlamentoyu kapatma kararının sorumlusu Boris Johnson, erken seçimden büyük bir zaferle çıktı, partisine 80 yeni milletvekili kazandırdı. Seçmenlerin önemli bir çoğunluğu, göçmen karşıtlığı, milliyetçilik, Avrupa’ya kafa tutmak, İngilizin gücünü dünyaya göstermek gibi içi boş hamasetin ya da popülist söylemlerin peşinden gitmeyi yeğlemişlerdi. Anlaşılan o ki, demokrasiye tehdit seçmenin pek de umurunda olmamıştı.
Geçtiğimiz hafta ABD’de yaşanan Kongre binası baskınını izlerken sanırım çoğumuzun kafasındaki soru da aynıydı. Bizzat başbakan ya da başkan ya da yönetenler suç işlerse, o zaman ülkeyi, demokrasiyi, parlamentoyu, hukuku, insanları kim koruyacak?
Washington Post gazetesi yazarı ve siyaset bilimci Brian Klaas da bu soruya yanıt arayanlardan birisi.
Klaas; dünyada demokrasinin gerilemesinde Batı’nın oynadığı rolü ele alan "Despotun Suç Ortağı" ve Donald Trump’ın demokrasiye nasıl saldırdığını ele alan "Despotun Çırağı" adlı kitapların da yazarı.
Washington Post’taki "Demokrasimizi, gelecekteki Donald Trump’lardan nasıl koruruz?" başlıklı yazısını ABD Kongresi baskınından hemen önce kaleme almış.
"Amerikan demokrasisi, son 4 yılını saldırılar altında geçirdi, hem de bizzat Beyaz Saray’ın saldırıları altında. Başkan Trump’ın otoriter popülizmi, cumhuriyetin kurumlarını zedeledi" diyor yazısında Klaas.
"Sistemi zayıflatma çabaları sayesinde Trump, istemeden de olsa, Amerikan demokrasisinde her zaman var olan gizli çatlakları herkesin görmesini sağladı" diye de ekliyor.
Ana başlıklar halinde özetleyeceğim.
Ona göre ABD demokrasisinin üç temel çatlağı var:
Birinci çatlak; Hukukun üstünlüğü ilkesi
Trump, Bir başkan için hukukun üstünlüğü ilkesini siyasallaştırmanın ve onu rakiplerine karşı bir silaha ama yandaşları için bir kalkana dönüştürmenin ne kadar kolay olduğunu gösterdi. Pek çok ülkede hukuk sisteminin bu şekilde çarpıtılması, otoriterliğe giden yolda ilk adımdır.
Örnek, kendisini ve arkadaşlarını soruşturan isimleri görevden alıp yandaşlarını başkanlık yetkisi ile affetmesi. (Hala Trump’ın kendi kendini affetmeye hazırlandığı da konuşuluyor.)
Yapılması gerekenler:
-
İyi niyet ya da kurallara artık güvenemeyiz. Başkanların kendilerine çıkar sağlamak için hukuku eğip bükemeyecekleri ve başkanların hukukun üzerinde olmadığı ilkesini güvence altına alacak yasal düzenlemelere ihtiyacımız var.
-
Beyaz Saray’ın herhangi bir davayı etkileme girişimi yasal olarak engellenmelidir. Adalet Bakanı dahil siyasetçiler, bu davalardan uzak tutulmalıdır.
-
Bağımsız bir gözetim organı, başkanın politik yandaşları, arkadaşları ve akrabaları için verdiği af kararlarını değerlendirmelidir.
İkinci çatlak: Seçim sistemi
Trump, demokratik sürece olan güveni zayıflatmak için ABD’nin seçim sistemindeki kusurları kullanıyor.
İleride bunun önüne geçmek için her şeyden önce seçim komisyonu mutlaka tarafsız olmalı.
Üçüncü çatlak: Yolsuzluk
Trump, başkanların yolsuzluğa karışabileceğini ama bunun bedelini asla ödemediklerini açıkça gösterdi. Başkanların ve siyasetçilerin yolsuzluğa bulaşmasını engellemek için;
-
Etik kurallar, etik yasalar haline gelmeli.
-
Başkanlar, kendilerine çıkar sağlama potansiyeli olan işlerden uzak durmalı.
-
Adayların 10 yıllık vergi beyannamelerini açıklamaları zorunlu hale getirilmeli.
-
Seçim kampanyaların finansmanı çok daha şeffaf hale getirilmeli.
Klaas, en gelişmiş demokrasilerde bile seçimle gelen yöneticilerin neden ve nasıl otoriterleştiğine ilişkin sorunları saptamış. Klaas’ın bu yazısı Trump taraftarlarının Kongre baskınının hemen öncesinde yayınlanmıştı.
Baskınının ardından yayınlanan yazısında ise tahmin edeceğiniz gibi, şaşırmadım" değerlendirmesi yapmış. "Çatışmayı körükleyen, siyasi rakiplerini öcü gibi gösteren, iktidarda kalabilmek için demokrasiyi yıkmaya çalışan otoriter bir popülisti seçtiğinizde tam da böyle olur" diye de eklemiş.
Bazı yazarlar bu kalkışma halini Güney Amerika’daki örneklerden çıkarak başarısızlığa uğramış bir kendi kendine darbe diye tanımlıyor. En az Güney Amerika’daki kadar darbelerle iç içe geçen Türkiye için de bu kavram, çok da yabancı değil. Latin Amerika üzerine çalışan Charles T. Call Brookings İnstitution için yazdığı yazıda Trump yandaşlarının kalkışması için, "Hayır, bu bir darbe değil - Bu, ABD demokrasisini ve liderliğini dünya çapında baltalayacak, başarısız bir ‘kendi kendine darbe’ yorumu yapıyor. Kendi kendine darbeyi de, askeri yetkililer veya başkaları tarafından başkana karşı değil bizzat başkan tarafından yapılır. Seçim sonuçlarını ters yüz etmek ya da anayasaya aykırı bir şekilde devletin diğer güçlerini tahrip ederek iktidarını artırma veya sürdürme çabalarıdır" diyor. Seçim sonuçlarının tanınmaması esasına dayalı bu kalkışma için Call, çarpıcı bir değerlendirme yapıyor: "Dünyanın en eski ve en güçlü demokrasisinde bile çok sayıda insan, demokratik kurumları ve süreçleri terk etmekten mutlu olacağını kuvvetli bir şekilde gösterdi."
Brookings’de yer alan ve Trump’ın demokrasiye yönelik saldırılarını ele alan bir başka yazı da Elaine Kamarck imzası taşıyor. Kamarck, "(Trump ve ekibinin baskılarına rağmen) Mahkemeler seçimleri iptal etmediler, basın kontrol altına alınamadı ya da susturulamadı, kamu görevlileri, Ukrayna başkanı ile yapılan meşhur telefon görüşmesinden Covid-19 aşılarının onay çizelgesine kadar bir çok konuda başkana karşı çıktı" diyor ve Trump'ın demokrasiye yönelik eşi görülmemiş saldırılarının ABD’de kurumların hala ayakta olması sayesinde savuşturulduğunu ifade ediyor.
Bu kurumların Türkiye başta olmak üzere çok sayıda ülkede olduğu gibi yetkilerine el konulmuş olsaydı, ABD’de de Trump’ın da denemeye çalıştığı gibi, sayım bitmeden o da başkanlığını ilan edebilir ya da seçimleri iptal ettirebilirdi.
Örneğin bundan 1-2 gün önce yapılan Uganda seçimlerine bakalım. Diktatör İdi Amin’e karşı mücadele verip onu koltuğundan eden ve 1986’dan bu yana, tam 35 yıldır üstüste kazandığı seçimlerle oturduğu koltuğunu bırakmaya hiç de niyeti olmayan Yoweri Musevi, çoktan ülkesinde dikta rejimi kurmuştu bile. Bu seçimlerde şarkıcı Robert Kyagulanyi, ya da sahne adıyla Bobi Wine, Musevi’ye karşı çelik yelekle muhalefet yürüttü, arkadaşları ve kendisini destekleyen yakın çevresinden en az 50 kişi suikastle öldürüldü. Ona rağmen Bobi Wine, gelen ilk bilgilere göre seçimleri ilk turda kazandı. Geçiş sürecinin ABD’de bile bu denli sorunlu olması, Uganda için kaygıları arttırıyor. Umarım korkulanın tersine barışçıl bir geçiş gerçekleşir.
Son dönemlerde Amerikan medyasında tartışma genellikle bu doğrultuda sürüyor. Tabii ki iktidardayken otoriterleşenler kadar otoriterlerin nasıl olup da seçildiği konusu da önem kazanıyor.
İngiltere örneğindeki gibi, demokrasiyi alaşağı eden bir liderin oylarını arttırmasının gerisinde yatan nedenleri açıkça tartışmalıyız.
Uluslararası tekellerin kontrolündeki medyanın ama özellikle de sosyal medyanın rolünü sorgulamalıyız.
Güçlü baskı gruplarını konuşmalıyız. Örneğin, Kongre'yi basan güruh içinde yer alan silahlanma yanlılarının silah lobileri tarafından nasıl beslendiklerini, açıkça ortaya koymalı ve bunlara karşı mücadele etmeliyiz.
Ekonomiyi konuşmadan devleti konuşmak elbette ki mümkün değil. Bütün bunların gerisinde dünya nüfusunun yüzde 99’unun gelirleri azalırken yüzde 1’inin gelirlerinin arttığı bir adaletsizlik var elbette. Yüzde 99, nasıl oluyor da yüzde 1’in hizmetkarlarını iktidara getiriyor sorusunun yanıtını sadece bulmak yetmiyor, bunu değiştirmek için çaba göstermek gerekiyor.
Üstelik de bu sorun sadece yoksulların sorunu değil artık. Liberal ekonomiyi sürdürmek isteyenlerin de sorunu.
Neo-liberalizmin ABD’de bile yarattığı sorunun açıkça ortaya çıktığı günlerden geçiyoruz. ABD’nin yeni seçilen başkanı Joe Biden’ın Perşembe günü açıkladığı ekonomik paket, bu açıdan oldukça olumlu. Sadece paketteki rakamlar değil, Biden’ın konuşmasında ABD’nin bütün ötekilerini sayması ve onları selamlaması, onların yaşamlarının iyileştirilmesine ilişkin verdiği sözler umarım sadece vaat olarak kalmaz.
Şu gerçeğin altını tekrar tekrar çizmek gerekiyor. ABD’de değişim ötekiler sayesinde gerçekleşti. Yani adına demokrasi denilen sisteme yönelik saldırılar şimdilik savuşturulduysa bu "ötekiler" sayesinde oldu.
Eğer demokrasi ile devam etmek istiyorsa dünya, ötekileri yüzüstü bırakmamalı.