Levent Köker
Demokratik Cumhuriyet için TBMM’nin önemi
Muhalefetin iki büyük kanadını oluşturan Millet İttifâkı gibi Emek ve Özgürlük İttifâkı da, seçimlerden sonra geniş kapsamlı ve derinlikli bir değişim istiyor. Kuşkusuz, geniş kapsamlı, derinlikli vb. gibi soyut terimlerle ortaya konulduğunda, sanki iki ittifak arasında büyük benzerlikler varmış izlenimi doğuyor. Çok da yanlış değil, bâzı yakınlıklar var ama, aslâ abartmamak gerek. Örneğin iki ittifak da seçimlerden sonra parlâmenter sisteme dönmekte kararlı görünüyorlar. Tabiî bu, Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın değişim taleplerinin, Millet İttifâkı’nın parlâmenter sistem yaklaşımından temelde ayrıştığı noktayı gözden kaçırmamıza neden olmamalı.
Millet İttifâkı, “cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak” diye târif ettikleri bir “yeniden inşâ” amaçladıklarını söylerken, Emek ve Özgürlük İttifâkı’nın asıl odaklandığı hedef “demokratik cumhuriyet”. Aradaki farkın bir diğer ifâdesi ise şu: Millet İttifâkı’nın “güçlendirilmiş parlâmenter sistem” projesinin bir “restorasyon”, yâni geçmiş parlâmenter sistem deneyimlerinin güçsüz veyâ arızâlı yanlarını mümkün mertebe gidermiş bir “ihyâ” niteliği taşıyor. Buna karşılık Emek ve Özgürlük İttifâkı, Türkiye toplumunu bugünkü neo-faşist tek adam rejimiyle restorasyoncu parlâmentarizm arasına sıkıştırılmışlıktan kurtarmayı ve bu anlamda “demokratik cumhuriyet”i inşâ etmeyi hedefliyor.
Aralarındaki bu temel farka rağmen, sonuçta her iki ittifak için de seçimden sonra en önemli gündem “anayasa değişikliği” olacak. Burada tabiî ortaya çıkacak olan kritik soru, bu anayasa değişikliğinin niteliği ile ilgili. Bir diğer deyişle anayasa değişikliği, mevcut “anayasada yapılacak değişiklikler” biçiminde mi anlaşılacak, yoksa mevcut anayasayı ilgâ edip, yerine yepyeni bir anayasa yapmak mı gündeme gelecek? (“Gündem” demişken hatırlatmadan olmaz, uzun bir süre, neredeyse 30 yıl boyunca “yeni anayasa” arayışında olan Türkiye’de, son on yılın gelişmeleri içinde bu arayış neredeyse unutulmuş gibi. Seçimlerden sonra umarım hatırlanacaktır!)
Eğer değişimi sâdece “sistem”, yâni yasama-yürütme-yargı organlarının düzenlenme tarzının parlâmentarizme uygun hâle getirilmesinden ibâret görürsek, bu durumda sınırlı bir serbestleşme sağlanabilir ve “demokratikleşme” de ancak bu sınırlar içinde söz konusu olabilir. Tıpkı 1945’te çok partili hayata geçilmesinden ve 1950’deki iktidar değişikliğinden sonrası için “demokrasiye geçiş” kalıbının kullanılması gibi. Tesâdüf şimdi, 73 yıl sonra yine bir 14 Mayıs günü yeniden “demokrasiye geçiş”ten söz edilebilecektir. Ancak, 1950’den sonraki düzenin “çok-partili” ama “demokratik olmayan” bir düzen olması gibi,
14 Mayıs 2023 sonrası da, benzer sınırlamalara tâbi bir “serbestleşme” yaratabilecek ama bunu “demokratikleşme” diye adlandırmak doğru olmayacaktır. Neden mi? Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “demokratik cumhuriyet” olarak adlandırılması için, köklü bir yenilenmeye, radikal bir anayasa dönüşümüne gerek bulunmaktadır.
ANAYASA DÜZENİNİN RADİKAL DÖNÜŞÜMÜNÜN İKİ ANLAMI
Kurulu bir anayasa düzeninin radikal dönüşümünün ne anlama geldiğini ortaya koyabilmek için çeşitli bakış açılarından veyâ teorilerden hareket edebiliriz. Örneğin, modern pozitif hukuk anlayışının en geçerli teorilerinden biri olan normcu yaklaşıma göre her anayasa düzeninin dayandığı temel bir norm bulunmaktadır ve bu temel norm o anayasa düzenini geçerli bir hukuk düzeni hâline getirmektedir. Bu temel normun içeriği ise, târihsel olarak “ilk anayasa”ya bağlanmaktadır.
Bu durumda, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasasının hangi anayasa olduğunu sormamız gerekmektedir ki, bu soruya 1921 veyâ 1924 diye cevap verilebilir. Bu iki anayasa arasında temel norm bakımından hem bir benzerlik, hem de bir ayrılma vardır. Benzerlik, iki anayasanın da egemenliği, yâni en üstün hukuk kuralı koyma yetkisini topluma âit bir yetki olarak düzenlemelerinde karşımıza çıkmaktadır. Fark ise, 1921’deki “halk egemenliği” yerine 1924’te “millî egemenlik” normunun ve bunun uzantısı olarak “milliyetçilik”, daha doğrusu “Türk milliyetçiliği” fikrinin temel norm olarak vâz edilmesinde yatmaktadır. 1924’ten sonra iki anayasa daha yapılmış olmasına rağmen, bu temel norm, yâni “Türk milliyetçiliğine dayalı devlet ve hukuk düzeni” değişmemiştir. Böyle baktığımızda, “demokratik cumhuriyet” için sâdece parlâmenter sisteme geçişin yeterli olmayacağı, parlâmenter sistemin içinde yer alacağı anayasa düzeninin temelindeki bu milliyetçilik normunun yerini yeni bir temel norma bırakması gerektiği ortaya çıkar. Bu ise, açıktır ki, en azından hukuk düzeninde bir “devrim” anlamına gelir, tıpkı Osmanlı’daki ilâhî egemenlik normundan 1921 Anayasası’nın “halk egemenliği” normuna geçişte olduğu gibi.
Anayasanın radikal dönüşümüne ikinci bir bakış biçimi ise, “kararcılık” adı verilen bir yaklaşımdır. Buna göre, her anayasa ve dolayısıyla hukuk düzeninin temelinde, onu inşâ eden bir “siyâsî karar” bulunmaktadır. Bir diğer deyişle, her anayasanın öncesinde, o anayasayı yapan kişi veyâ grubun aldığı bir siyâsî karar bulunmakta, anayasanın temelini bu karar oluşturmaktadır. Kararcı yaklaşımın en iyi bilinen örnekleri, millî/ulusal devletlerin oluşumunda gözlenmektedir. Fransız Devrimi ve sonrasındaki süreçte gözlenen bu örneklerde, millet/ulus kimliği ve bu kimliğin bir siyâsî topluluk olarak kendisini ortaya koyması söz konusudur. Burada, millet veyâ ulus denilen topluluğun bir siyâsî varlık olarak kendisini ortaya koymasından kasıt, bu topluluğun bir devlet, yâni bir anayasa düzeni inşâ etme irâdesidir.
Anayasa’yı yaratan bu irâdenin, kendi kimliği ve niteliği hakkındaki kararıdır. Türkiye Cumhuriyeti’ne bu açıdan baktığımızda, yine 1921 ile 1924 arasında bir ayrım gözlenmektedir. 1921 Anayasası’nı yapan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), siyâsî kararın öznesi olarak ülke sınırları içindeki “Müslüman ahali”yi “halk” olarak tanımlamıştı. Cumhuriyet’in îlânından sonra 1924 Anayasası’nı yapan TBMM ise bu kararı değiştirmiş, bir yandan halk ve millet kavramlarını birbirinin yerine geçecek bir biçimde kullanırken, diğer yandan halkın (ahalinin) Türk olarak târif edilmesini benimsemiştir. 1921 Anayasası’nda görülmeyen bu tanım, Cumhuriyet’in bir Türk millî devleti, bu devletin anayasal varlık temelinin de “Türk milliyetçiliği” olduğunu gösteren bir siyâsî karar niteliğindedir.
Normcu ve kararcı yaklaşımlar birbirlerinden çok farklı, hattâ esas hareket noktaları bakımından çelişseler bile, Türkiye’nin anayasal gelişmelerini anlamak bakımından birbirlerini tamamlayıcı yaklaşımlar hâlinde kullanılabilirler. Şöyle ki: 1921’de, radikal bir dönüşümle, ilâhî egemenlikten halk egemenliği anlayışına geçilmiş ve bu geçiş “devrim niteliğinde bir siyâsî karar” ile gerçekleşmiştir. 1924’te, 1921 Anayasası’ndaki bâzı muğlaklıklardan da yararlanılarak, örneğin halk yerine millet kavramını geçirmek ve milletin siyâsî kimliğinin de Türk olarak belirlenmesi gibi ikinci bir “siyâsî karar” devreye girmiştir. Bundan sonraki süreçte gerçekleşen tüm reformlar ve en sonunda 1937’de Anayasa’ya dâhil edilen altı ok, özellikle de milliyetçilik ilkesi, 1924 Anayasası’nın gerisindeki siyâsî kararın somutlaştığı evreler olarak görülmelidir. Sonrası, Türkiye’nin 1961 ve 1982 anayasaları ve o anayasalar üzerinden bugüne kadar uzanan siyâsî gelişmeler içinde, 1924’teki siyâsî kararın temel norm hâline geldiği açıkça ortaya çıkmaktadır.
DEMOKRATİK CUMHURİYET İÇİN TBMM’NİN ÖNEMİ
1924’te kristalize olan ve bugüne kadar değişmeyen temel norm olarak varlığını koruyan Türk milliyetçiliği ve bu norma uygun olarak vâr olan “milliyetçi devlet”, Cumhuriyet’in gerçek anlamda demokratikleşememesinin, daha doğrusu Türkiye’de bir demokratik cumhuriyet kurulamamasının anayasa düzeyindeki ana belirleyicisidir. Demokratik cumhuriyet için bu ana belirleyicinin terk edilmesi gerekmektedir ki bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin “ilk anayasası”ndaki temel normun yerini başka bir temel normun alması, bunun için de yeni ve radikal bir siyâsî karar sürecinin gerektiği anlamına gelmektedir. Normcu yaklaşım açısından baktığımızda, Türk milliyetçiliğinin yerine anayasaya geçerliliğini verecek olan yeni bir temel normun, en geniş anlamıyla siyâsî, ekonomik, sosyal hak ve özgürlükleri esas alacak biçimde târif edilmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Kararcı açıdan baktığımızda ise, demokratik cumhuriyet için “millet-devlet bütünlüğü”nün yerine “halkların siyâsî birliği”ni geçirmek gerektiği ortaya çıkar. İster norm üzerinden, ister anayasayı önceleyen siyâsî karar üzerinden ilerleyelim, her iki gerekliliğin ortaya koyduğu gerçek ise, demokratik cumhuriyet için, tıpkı 1921’deki gibi bir “radikal” (devrimci) dönüşüm zorunluluğudur.
Bugün karşı karşıya bulunduğumuz pratik soru ise şudur: Demokratik cumhuriyet için zorunlu görünen normatif ve siyâsî devrimin gerçekleşmesi mümkün müdür?
Soruyu yanıtlarken, yine normcu ve kararcı yaklaşımları birbirinden ayırarak hareket etmek yerinde olur. Normcu anlayışa göre, demokratik cumhuriyet için yapılması gereken, temel normun değiştirilmesidir. Bu değişim, yeni bir temel norma dayanan yeni bir anayasa (yeni bir devlet) düzeni inşâ etmekle eş anlamlıdır ki, açıkça yeni bir “kurucu irâde”nin ortaya çıkmasını gerektirir. Bu yeni kurucu irâdenin benimseyeceği temel norm ise, yukarıdaki paragrafta sözünü ettiğim en geniş anlamıyla hak, özgürlük ve eşitlik kavramlarının bir ifâdesi olacak biçimde, “halkların eşit siyâsî birliği” olarak formüle edilmesidir. Monolitik bir varlık olarak millet ve onun irâdesiye biçimlenmiş bir devletten halkların eşit siyâsî birliğine dayalı, çoklu ve çoğulcu bir anayasal düzene geçiş böyle bir normcu dönüşüm temelinde olabilir. Peki, TBMM bunu yapabilir mi?
Bu sorunun cevâbı için “kararcı” yaklaşımı devreye sokabiliriz. TBMM’nin “milliyetçilik” yerine “halkların siyâsî birliği”ni temel norm olarak benimseyebilmesi, TBMM’nin vereceği bir “siyâsî karar” ile gerçekleşecektir. Böyle bir radikal karar değişimi için TBMM, 1921’deki “halk egemenliği” kararını mehaz alıp, bu kararın 1921’de mevcut olmayan “çoklu ve çoğulcu” anlaşılışını demokratik cumhuriyetin temeline yerleştirebilir. Bunu yaparken, yine TBMM 1924 Anayasası’nı vâr eden siyâsî kararın 1921’deki karardan bir sapma olduğunu da ortaya koyarak, bu değişimi târihî-normatif süreklilik içinde haklılaştırma yoluna gidebilir.
TBMM ANAYASAL DEVRİM YAPABİLİR Mİ?
Büyük soru şu ki, her halükârda “devrim” niteliği taşıyan bu dönüşümü bir parlâmento, yâni TBMM gerçekleştirebilir mi? Burada, kuşkusuz TBMM’yi oluşturan siyâsî parti ve “ittifak”ların, temsil etme iddiasında oldukları toplum kesimler arasındaki güç dengelerini dikkate almak gerekir. Ayrıca, “devrim” niteliğindeki dönüşümlerin bir parlâmenter yolla yapılabilip yapılamayacağı gibi daha soyut ve teorik bir tartışmaya da girişilebilir.
Bunları, 14 Mayıs seçimlerinden sonra gündeme gelecek konular bağlamında kaçınılmaz olarak ele alacağımız açıktır. Bugün için söylenmesi gereken şu ki, TBMM, 14 Mayıs sonrasındaki dönüşümün bu yazıda temellendirmeye çalıştığım gibi devrimci bir dönüşümü gerçekleştirme kapasitesinin mevcut olmayacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Tek cümleyle söylersek: 14 Mayıs sonrasında TBMM, “demokratik cumhuriyet devrimi” yapamayacaktır. Bununla birlikte, yeni oluşacak olan TBMM, 14 Mayıs sonrasındaki siyâsî gelişmelerin en önemli, en belirleyici öznesi olmaya adaydır. Bu nedenle, yeni TBMM’nin “demokratik cumhuriyet” için gereken devrimci dönüşümün yol haritasını oluşturacak değişiklikler için etkili siyâset üretilebilen bir mecrâ olmasına hiçbir engel bulunmamaktadır. Böyle bir siyâsetin üretilebilmesi için de, Emek ve Özgürlük İttifâkı ve Yeşil Sol Parti vazgeçilmez önemdedir ve mümkün olan en yüksek nitelikli çoğunlukla TBMM’de yer alması hayatîdir.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız"