İnci Hekimoğlu
Deprem ‘kader’ ama ‘algı’ her şey
Bunca acı, yıkım, travma, boşvermişlik, yolsuzluk, yoksulluk ve üstüne tehdit, hakaret, yargı baskısı… İnsan nereden başlayacağını şaşırıyor, neresinden tutsan elinde kalıyor.
AKP Genel Başkanı Erdoğan diyor ki, "20 yıldır bu hükümet depreme yönelik ne yapmış diyecek kadar ahlaksızca paylaşımlar var"…
Bu sözler bana Doç. Dr. Fikret Başkaya’nın 2011 yılında Biamag’daki "Neden Kapitalizmde Ahlâk İstisna, Ahlâksızlık Kuraldır?" başlıklı makalesini anımsattı.
"Ahlak" kavramına, siyasetçilerin değil bilim insanlarının tanımlarıyla bakmak tartışmasız çok daha güvenilir.
Fikret Başkaya makalesine "…Kapitalizm denmiyor da ‘ekonomi’ veya ‘piyasa ekonomisi’ deniyor. Dolayısıyla söze yalanla başlanıyor. Eğer kapitalizm denirse, sömürü, yağma, talan, kolonyalizm ve emperyalizm, ekolojik yıkım gibi kelimelerin ve kavramların imâ edilme riski vardır" sözleriyle giriş yaptıktan sonra kapitalizm ve ahlaksızlık ilişkisini o kadar net ifade ediyor ki başka söze yer bırakmıyor:
"Kapitalizm her ikisi de yıkıcı, birbirlerini karşılıklı olarak yeniden üreten, besleyen ve azdıran iki temel dinamik üzerinde yol alıyor: 1. Sınırsız büyüme/genişleme/ yayılma; ve 2. Yıkıcı veya 'çılgın' rekabet. Her ikisi de tahripkâr bu iki temel eğilim, artık sınır diye bir şeyin de olmaması demektir. Oysa ahlâk sınır demektir, gerektiğinde potansiyel olarak yapılabilir olanı yapmamak, ondan sakınmak, kendini sınırlamak demektir. Sınırlama yoksa 'sorumluluk' kaygısı yoksa, ahlâk da yoktur."
Demek ki, ahlakı da ahlaksızlığı da nerede arayacağımız ve hangi ilkeler ışığında değerlendireceğimiz belli.
O nedenle ne Sayıştay raporlarında kayda giren yolsuzluklardan, izi bulunamayan deprem vergilerinden, ne ruhsat vermeye yetkili kılınan özel büroların kuşkulu denetimlerinden ve yeterliliklerinden söz edeceğim ne de imar affındaki "deprem güvenliği size aittir" diye mülk sahipleriyle, mütaehhitlerle girişilen rant ilişkilerinden.
Başta Pelin Cengiz olmak üzere pek çok değerli meslektaşım hepsini ayrıntılı yazdı.
Daha basit, daha somut, daha gündelik örneklere dönmek istiyorum. Çünkü o "gündelik"leştirilen, olağanlaştırılan, inanılmaz bir pişkinlikle "kader"e havale edilen her olgunun enkaza çevirdiği ülkede tesadüfen bile yaşayamayacak haldeyiz.
Hani Elazığ’da canlı yayında depremzede kadın öfke içinde "Depremi soracağına şimdi ne yaşadığımızı sorsana, ne gelen var ne giden. Çadırları atıp gittiler" diye bağırıyor ya bir muhabire, öyle işte. Yakınları, komşuları gitti, hayatları boyunca biriktirdikleri anıları evleriyle gitti. Ve eksi 5 derecede belirsizliğe bakıyorlar.
Hadi Elazığ’da bir yıl önceki depremi unutalım, hadi bu deprem daha bir iki gün önce oldu diye hoş görelim peki ya Manisa?
Manisa’da bir yandan artçılar sürüyor, bir yandan halk korkudan evlere giremiyor. Binaların denetimi yapıldı mı, kaç bina oturulamaz durumda, Manisalılar niye hâlâ sokakta kalmak zorunda?
Felaketin, felaketle unutulduğu bir ülkede hayatta kalmaya çalışıyoruz.
Onları o kadar iyi anlıyorum ki. 99 Gölcük depremini merkez üssünde yaşadım. Sadece çalınıp çırpılmadan yapıldığı için binadan sağ salim çıktık. Tek bir kolon çatlamamış, bir kaç yerde sıva dökülmüştü. Hem de fay 300 metre önümüzden geçtiği halde. O korkunç travmayla baş ederken, aylarca belirsizlik içinde yaşamanın insanı nasıl kemirdiğini iyi bilirim.
Ama orta ve ağır hasarlı binalar, çeşitli kanallarla "hasarsız"a dönüştürülüp satıldı, kiraya verildi ya da oturulmaya devam edildi. Olası İstanbul depreminde o binaların akıbeti belli. Peki sorumlusu kim olacak?
Benzer şekilde Avcılar, Bahçelievler, Bağcılar, Güngören gibi bölgelerde olacak ölümlerin?
Sevgili Aykut Barka, ölümünden kısa süre önce yaptığım röportajda şunları söylemişti:
"Avcılar’daki insanlara içim sızlıyor. Çoğu emekli parasıyla, krediyle bir ev almışlar. Ne binayı yıkıp yaptıracak maddi güçleri var, ne de gidecek başka yerleri. Devletin yapması gerekir."
Yaptı mı?
Artı TV Diyarbakır temsilcisi Bahar Kılıçgedik, Elazığ’dan haber aktarırken aynı gerçeği bir kez daha gözler önüne serdi.
Sürsürü mahallesinde yıkılan 38 yıllık binanın, hem eski hem de geçen yılki depremde hasar gördüğü biliniyor. Çaresizlik içindeki bina sakinleri 4 ay önce tam dört kez belediyeye başvuruyor ve çare bulunmasını istiyor. Belediye müteahhite havale ediyor. Malum olduğu üzere müteahhit "bu ekonomik krizde 10 kat verseler kurtarmaz" diyor. Yani insanlar göz göre göre ölüme terk ediliyor. Tıpkı Mavi Göl apartmanı örneğindeki gibi.
Sayın iktidar mensupları "kader" demeye, "Allah’a havale" etmeye devam etsinler. İşin aslını yine bir bilim insanı Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan söylüyor: "Depremde hiçbir durumda varlıklı kişiler ölmez, sürekli yoksullar ölür."
Yalnız depremde mi? Su baskınında, selde, toprak kaymasında hatta yangında!
Tabii ki deprem ülkesiyiz, yüzyıllardır deprem olan bir coğrafyadayız. Ama en azından tesadüfen yaşama şansına sahipti insanlık, çünkü iktidarların elinde doğanın kendi devinimine müdahale edecek teknoloji yoktu. Belki de o kadar hırs, aymazlık, yolsuzluk da yoktu.
Mesela bir kara parçasını ikiye ayırarak iki boğaz yaratmış deprem şaheserine, kimse çılgınca bir hırsla kanal yapmaya kalkmamıştı. Fay hatları üzerine nükleer santral kurmaya, HES’lerle kaynak sularını tüketerek yeraltındaki dengeyi bozmaya, siyanürle tüm ekolojik sistemi zehirlemeye de…
Bunları söylemek siyasete giriyor ama yapmak siyasete girmiyor galiba.
Her felaket ya da savaş öncesi "milli birlik beraberlik" nutukları boşuna atılmıyor. Elazığ Valisi’nin HDP’nin depremzedelerle dayanışmasına izin vermemesi falan da siyaset değil! Olsa olsa ‘algı’ meselesi. Ya önyargılar esner, Kürtleri siyaseten imha politikasında gedik açılırsa?
Bizim gerçeğimiz yıkımlara, ölüme, ötekileştirilmeye, susmaya razı olmaya zorlanmak, iktidarın gerçeği ise Elazığ Valisi Çetin Oktay Kaldırım’ın bakanlara söylediği "kamuoyunda algı çok iyi" sözlerinde…