Fadıl Öztürk
Devletin ‘YÜZSÜZ’leri
Bazen bir şeyi arasanız da bir türlü bulamazsınız. Hele aradığınız bir eşya değil de devlet için çalışmış biriyse işiniz daha da zordur. Ama olmadık anda, o aradığınız şey- kişi gelip bulur sizi. O ana inanıp, inanmama arasında gidip gelirsiniz…
Cumhuriyetin kuruluşundan beri özellikle Kürt isyanlarını, onları bastıran asker- sivil resmi şahsiyetleri her birimiz az çok biliriz. Ama olayları arka planda ince ince örgütleyen, belgeleyen MEH, MAH, MİT gibi devletin gizli kolundan kimseyi bilemeyiz. Onlar yaşıyorlar, ama bizler gibi adları ve adresleri yoktur. Onlar en amansız suçları işleseler bile yargılanmıyorlar. Eşleri, çocukları ve bir geçmişleri olsa da görev yaptıkları devletin o organı ve kendileri dışında kimse bilmez hayatlarını. Hatta bir yüzleri, o yüzlerinde gözleri, kulakları, ağız ve burunları var mıdır, bilinmez. Görünür oldukları çok çok azdır. Karanlık bir bilinmezlik içinde yaşar, görevlerini yapar, yine karanlık bir bilinmezlik içinde kaybolurlar.
İşte onlardan biriyle tesadüf etmiş, kısa da olsa sohbet etmiştim. Diğer bir anlatımla o gelip, beni Mecidiyeköy-Avcılar metrobüsünde bulmuştu. Metrobüsün orta kapısının tam karşısında, cam kenarında ayakta duruyordu. Ben de Mecidiyeköy'de metrobüse binince, oturacak yer olmadığından onun yanında, cam kenarında ayakta durmuştum.
Saçları beyazlasa da mavi gözlerinden gençliğinde sarışın biri olduğu anlaşılıyordu. Bir kaç kez göz göze geldiğimizde gülümsemişti bana. İçimden 'yaşlı benimle sohbet etmek istiyor' diye geçirmiş, yine de aldırmamıştım. Babamın her hastane gidiş ve dönüşünde yanına oturduğu insanlara o aralar okuduğu kitaplardan bahsettiği gelmişti aklıma, gülümsemiştim içimden. Babam Alzheimer hastasıydı ve kardeşlerim zihnini diri tutması için okusun diye ona evdeki kitapları veriyorlarmış. Babam da otobüste oturduğu koltukta yanında oturana okuduğu kitapla ilgili öğrendiklerini anlatıyormuş. Bu, bazen Hz. Ali'nin bir cengi, bazen Deniz Gezmiş'in hayatına ilişkin bir ayrıntı, bazen de Hacı Bektaş'ın bir kerameti olurmuş. Okuduğu kitapların sonuna da kendi el yazısıyla 'okudum' diye yazıp, imzalıyormuş. Evdeki bütün kitapları okuyunca, kardeşlerime 'babamın imzaladığı sayfayı yırtın verin yeniden okusun' demiştim. Yoksa aldığı emeklilik maaşının tümünü kitaplara yatırsak bile babamın okumalarına yetişmek mümkün olmayacaktı.
Babamın bu halleri aklıma gelince, yanımda benim gibi ayakta yolculuk yapan, güleç yüzlü yaşlıya takılarak 'yaşlı nerelisin?' diye sormuştum. Balkan göçmeni olduğunu, zamanında Sarıyer'de oturduklarını, şimdi ise Kadıköy'de kendisine ait dairede oturduğunu anlatmış, o da bana nereli olduğumu sormuştu.
Ben, Dersimli olduğumu söyleyince, başını sallayarak yine güler bir yüzle, ama gözlerini camdan dışarıya çevirerek, 'Tunceli… İyi insanların memleketi… Hakiki Türk onlardır. Oğuz Türklerinden geliyorlar…' demiş, ben de 'İyi oldukları için mi 38'de soykırımdan geçirdiler?..' diyerek manidar bir biçimde cevaplamıştım onu. Ama benim cevabıma cevap bile verme ihtiyacı duymayarak, geçiştirmişti. Yaşlıyla tartışmak istememiştim, ama dilinin altında başka şeyler olduğunu, sohbete devam edersem ilginç bir şeyler söyleyeceği hissi doğmuştu içime. Bu arada çevremizde gençler vardı bizi de sessizce dinliyorlardı.
Kaç yaşında olduğunu ve nereye gittiğini sormuştum kendisine. Tam olarak hatırlamıyorum, ama doksan küsur yaşında olduğunu söylemiş ve ben yaşını babamın yaşıyla kıyaslayarak hayret etmiştim. Babam seksen dört yaşında yürüyemez olmuştu, hayatında oturduğu koltuk, kehribar tespihi, gözü gibi baktığı saati ve mendili kalmıştı. Bu yaşlı ise doksan küsur yaşına rağmen tek başına ayakta yolculuk yaparken bile yüzünden gülümsemeyi düşürmüyordu…
Avcılar’da 72 yaşındaki kızını ziyarete gittiğini, eşi öldüğünden beri yalnız yaşadığını, bir sevgilisinin olduğunu da ekleyerek, yüzünü tekrar cama doğru çevirmişti. 'Sen neymişsin be abi' demiş, takılmış, ama özel hayatına ilişkin soru sormamış, geçiştirmiştim. Bizi can kulağıyla dinleyen yanımızdaki gençler de kendi aralarında gülüşmüşlerdi.
'Peki, yaşlı sen ne iş yapıyordun?' diye sorduğumda, 'Devlet' demiş ve ayrıntıya girmemiş, ben devamla 'Devlette ne iş yapıyordun, hangi kurumdan emekli oldun?' diyerek ayrıntılı cevap versin diye sorumu daha da somutlaştırmıştım, . Gözleri camdan gecenin karanlığını süzerken, bir müddet sustuktan sonra, kendisiyle övünür gibi bir edayla 'Suriye'de bile çalıştım demiş, yine yüzünü cama dönmüştü.
Yaşlı, bir balkan göçmenisin, devletin bir yerinde çalışmışsın anladım, peki Suriye'de ne işin vardı senin, deyince. Susmuş cevap vermemişti, ama bizim sohbetimize kulak misafiri olan gençlerden biri 'Ne işi olacak, MİT'miş demek ki' diye sohbete dışarıdan katılmıştı. Yaşlı yüzünü camdan alarak, o sözü söyleyen gence bir bakış atıp, tekrar camdan dışarı bakmıştı. Aslında camdan dışarıya değil, camdan kendine bakıyordu. Dışarısı karanlık olduğu için, metrobüsün camı ona ayna görevi görüyordu adeta.
Kısa bir suskunluktan sonra ' Atatürk'le Sarıyer sahilinde kahvaltı yaparken tanıştırıldığını, onun emriyle işe alındığını' söyleyince, Cumhuriyetin kuruluşuyla MEH (Milli Emniyet Hizmet) adıyla kurulan, daha sonra adı MAH (Milli Amellere Hizmet) olarak değiştirilen, Seyit Rıza ve arkadaşlarının Elazığ Bit Pazarı'nda asılıp, bir gün teşhir edildikten sonra cesetlerini yakıp, kalan kemiklerini Elazığ-Yolçatı arasında bir yere gömen ve bunu rapor haline getirerek İhsan Sabri Çağlayangil'e teslim eden, zamanın istihbaratı MAH’da çalışan biri olduğu kanaatine varmıştım.
Devletin kritik noktalarında çalışanlar bir yaştan sonra altlarını tutamadıkları gibi, ağızlarını da tutamıyorlardı. Tıpkı devletten eli ayağı kesildikten sonra, Ecevit'in dedesinin bir Kürt olduğunu itiraf etmesi gibi. Oysa onun Karaoğlan zamanında yaptığı mitinglerde biz zamanın gençleri 'Halklara Özgürlük' sloganını az atmamış, az kapışmamıştık onunla. İnkârları, sorunu çözememiş, Kürt isyanını büyütmesine hizmet etmişti…
Suriye'de göreve gitmesi ise, Baytar Nuri gibi Cumhuriyete muhalif olan, başarısızlığa uğramış Kürt isyanlarında Suriye'ye sığınan Kürt aydın ve Beylerini takip için olabilirdi. Sohbeti bu konuya evirecektim ki, metrobüs Avcılar durağına gelmiş, kapılar açılmış, yüzünde maske gibi taşıdığı gülümsemesiyle eski MAH elemanı, tıpkı karanlık bir yolda lambalarının altına geldiğinde görünür olan, karanlıkta kaybolanlar gibi karanlıktan gelip, yine karanlığa karışmış devletin bir ‘yüzsüz’üydü…