Levent Köker
Devrimin çelişkileri ve cumhuriyet
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin “devrimci” nitelik taşıdığı, neredeyse ittifakla kabûl edilen bir görüş. Bununla birlikte, “devrim” sözcüğü ve kavramı üzerinde ortak bir anlayış olmamasının da etki yaptığı bir dizi anlaşmazlık da söz konusu. Gerçekten, genellikle Batı dillerindeki “revolution” karşılığı kullandığımız “devrim” sözcüğünün eski karşılıkları yerine göre “inkılâb” veyâ “ihtilâl” olabiliyor.
İhtilâl ve devrim birlikte düşünüldüğünde, örneğin Fransız İhtilâli veya Fransız Devrimi diyebiliyoruz ve burada iki sözcüğün de işâret ettiği esas nokta, siyâsî iktidarın radikal bir biçimde değişmesi. Buna karşılık, siyâsî iktidarın radikal değişiminin arkasında, yüzyıllardır süregelen bir toplumsal yaşam tarzının, onun ürettiği hukuk düzeninin de tasfiyesi söz konusu ise, o zaman basitçe bir iktidar değişmesinden değil, bir “düzen” veyâ değişmesinden söz edilebilmektedir. Bu anlamıyla devrim de “inkılâb” ile eşanlamlı hâle gelir ki, nitekim Fransız İhtilâli yerine Fransız İnkılâbı da yaygın olarak kullanılmaktadır.
Türkçe’nin bâzen bir zenginlik getiren yeni-eski kelimeler (ya da sözcükler) dağarcığı, bâzen de kavram karışıklığına sebeb olmaktadır. Devrim, bunun iyi örneklerinden biridir ve özellikle resmî görüşte “Atatürk devrimleri” veyâ 12 Eylül sonrasının terminolojisiyle “Atatürk inkılâpları” gibi bir tamlamada iyice açığa çıkmaktadır. Burada çoğul anlamda “devrimler” veyâ “inkılâplar”, en iyimser yorumla, bâzı toplumsal alanlarda, köktenci, yâni radikal değişim niteliği taşıyan “reform” anlamına gelmektedir. 12 Eylül 1980 Cuntasının yerleştirdiği resmî görüş, devrimin “sol” çağrışımlarından kurtulma isteğinin yanında, reform sözcüğünü da fazla küçümseyici bir terim gibi gördüğünden olsa gerek, bu bağlamda da inkılâp teriminden yanadır.
CUMHURİYET: NASIL BİR DEVRİM?
Ben, bu yazı bağlamında devrim kelimesini tercih ediyorum ve bunu “revolution” karşılığında kullanıyorum. Ancak, sorun bitmiyor. Türkiye’nin Birinci Dünyâ Savaşı’nın ertesinde yaşadığı dönüşüme “devrim” diyeceğiz, demeliyiz de, bu devrimin niteliği nedir? Bilindiği gibi, târihî devrimlerin önüne bâzı sıfatlar gelmektedir. Örneğin, devrimin gerçekleştiği ülke öne çıktığında, Fransız, Amerikan, hattâ biraz kenarda duran İngiliz devrimleri veyâ Rusya’da olduğu için “Rus”, Sovyetler Birliği’ni kurduğu için “Sovyet” devrimi gibi. Bâzen de devrimin sınıfsal karakteri vurgulanır ve “burjuva devrimi”, “proleterya devrimi” terimlerini görürüz.
Sonuçta, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’i îlân eden “devrim” nasıl bir devrimdir? 12 Eylül öncesinde, Türkiye üniversitelerinde okutulan dersin adı, “Türk Devrim Târihi” idi, yâni devrim “Türk Devrimi” olarak niteleniyordu. Bu, devrimin Türkiye ülkesi üzerinde yaşayan “etnik” bir unsur olan Türkler tarafından yapılmış olmasından mı, yoksa Türkiye ülkesi üzerinde gerçekleşmiş olmasından mı ileri geliyordu? Sanırım üzerinde çok düşünülmemiş bir husus ama üzerinde durmaya değer. Kestirip atamayız çünkü Cumhuriyet’in îlân edilmesi sürecinde, bizzat “devrimin lideri” Türkleri, Kürtler, Lâzlar, Çerkesler gibi ülke üzerindeki etnik gruplardan biri olarak niteliyor, Anayasa’ya “Türkiye ahâlisi” diye geçen bu grupların vatandaşlık olarak adı sonradan Türk olarak konuyor.
Cumhuriyet’in sınıfsal açıdan bir “burjuva devrimi” olup olmadığı mes’elesi var bir de. Malûm, memleketin burjuva addedebilecek en gelişmiş sınıfları, soykırımla ve mübadele ile tasfiye edilen gayrimüslim “anâsır”. Devrimi onlar yapmadığı gibi, devrimde dışlanmış olanlar da onlar. Uzatmayayım, muteber târihçiler arasında Jön Türk hareketini ve bu hareketin ürettiği 1908 ve 1923 momentlerini burjuvazinin yokluğunda gerçekleşen “öncü burjuva devrimi” gibi niteleyenler var. Kezâ, benzer bir akıl yürütme ile, toplumsal sınıfların târihî şartlarının bir burjuva devrimi üretmeye yetmediği koşullarda, üstyapıda, yâni siyâsî ve hukukî düzende gerçekleşen ve toplumu siyâset ve hukuk aracılığıyla “ilerletmek” amacında olan bir “tepeden devrim” tezi de mevcut.
Her hâlükârda, Cumhuriyet, târihî olarak bir devrimi belirliyorsa, önüne getireceğimiz sıfat ne olursa olsun, bu devrimin nasıl tezâhür ettiğini ortaya koymamız gerekiyor.
DEVRİM ANI: 1921 Mİ, 1923 MÜ?
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde “devrim” olarak anılmayı hak eden iki önemli hâdise var. Biri 1908, yâni Kanun-ı Esâsî’nin uygulanmasıyla yeniden başlayan ve 1909 sonrasında parlâmenter monarşinin kurulmasına varan “İkinci Meşrutiyet”, diğeri ise 1918’de ilk Müdafaa-i Hukuk örgütlenmesinin oluşumuyla başlayıp Cumhuriyet’in îlânına uzanan Cumhuriyet devrimi. Birincisi, yâni 1908, halk hareketinin ürünü bir iktidar değişikliği niteliğinde olması hasebiyle “devrim” adını alıyorsa, ikincisi hem halk hareketi ve hem de bunun sonucunda temel bir siyâsî-hukukî rejim değişikliğini gerçekleştirmesi bakımından “devrim” adını hak ediyor.
Burada, bu son noktayı biraz açmak gerekiyor sanırım. “1908 Devrimi”, aslında siyâsî ve hukukî düzeyde “temel” bir değişiklik yapmıyor. Sâdece, II. Abdülhamid’in “istibdâd” adını haketmiş olan otokratik yönetimine son veriyor ve kapsamlı anayasa değişiklikleriyle Padişah’ın gücünü hayli sınırlandıran bir meşrûtî (yâni anayasal) monarşiye geçişi sağlıyor. Dolayısıyla, bu değişimin hukukî veyâ siyâsî anlamda bir devrim olarak nitelenmesi hayli sorunlu.
Çünkü, her şeyden önce, hukukî düzeyde bir devrimden söz edebilmek için, ya (a) kurulu hukuk düzeninin dayandığı temel normun değiştirilmesi ya da (b) kurulu hukuk düzenini inşâ edici nitelik taşıyan siyâsî kararın değişmesi gerekmektedir. Birinciye de, ikinciye de örnek olarak “monarşiden cumhuriyete geçiş” süreçlerini verebiliriz. Örneğin, Fransız Devrimi, 14 Temmuz 1789 öncesinde vâr olan ve toplumun farklı zümrelerinin (états) eşitsiz temsilinin dayandığı temelleri ve kurumları (kral+états généraux) değiştirerek, hem “bütün insanlar hür ve eşit doğarlar” temel normunu hem de bu norm üzerine kurulu olan cumhuriyet düzenine geçişi gerçekleştirmiştir. 1908 ise, Kanun-ı Esâsî’nin temel normatif dayanağı olan monarşinin kutsal ve sorumsuz olduğu kabûlünü değiştirmeksizin parlâmenter monarşiye geçiş yapmıştır.
Buna karşılık Cumhuriyet, “Padişah’ın nefs-i hümâyûnu mukaddes ve gayri mes’uldür” temel normunu yıkmış, yerine millî egemenlik normunu getirmiş olmakla, hukukî anlamda bir devrim gerçekleştirmiştir. Bu devrimin, yukarıda değindiğim (b) şıkkı açısından bakıldığından, monarşiden cumhuriyete, çok uluslu bir imparatorluktan bir “ulus-devlet”e geçme yönündeki “siyâsî karar”ın tezâhürü olarak da görülmesi mümkündür ki, bu açıdan da bir devrim ile karşı karşıya olduğumuz nettir.
O zaman, soru: Yukarıdaki kavramsal açıklamalar da göz önüne alındığında, Cumhuriyet’in devrimci ânı nasıl tesbit edilmelidir? Benim cevâbım, 29 Ekim 1923 değil, Ocak 1921’dir.
1921 DEVRİMİ VE ÇELİŞKİLER
Neden 1921?
Çünkü, 1921 Anayasası ile birlikte “millî egemenlik” ilkesi benimsenmiş ve Türkiye Devleti adıyla yeni bir devlet îlân edilmiştir. Bu, birdenbire, bir-iki kişinin o anki indî düşüncelerinin ürünü olarak ortaya çıkmış bir durum da değildir. Birinci Dünyâ Savaşı’nın sona ermesinden sonra, Mondros Mütarekesi’nin ardından başlayan Müdafaa-i Hukuk hareketinin ürettiği yerel örgütlenmeler ve kongreler zincirinin sonucunda varılmış olan bir ortak siyâsî kararın hukuk düzeninin temeline yerleştirilmesi anlamına gelmektedir.
Bilindiği gibi, 1921 Anayasası, Kanun-ı Esâsî’yi yürürlükten kaldırmamış, ama 1921 Anayasası ile çatışmayan hükümlerinin geçerli olduğunu hükme bağlamıştır. Bu açıdan baktığımızda, “Hâkimiyet bilâ kayd-ü şart milletindir” diyen 1. maddesi, Saltanat kurumuyla uyumsuzdur ve aslında 1 Kasım 1922’de bir kanunla ilgâ edilmiş olan Saltanat aslında 1921 Anayasası ile kaldırılmıştı sonucuna varmamız pekâlâ mümkündür. Esâsen, bu sürecin devrimci niteliği, İstanbul ve Ankara’daki “ikili iktidar” yapısı ve aradaki çatışmada da gözlenmektedir. Kaldı ki, 1921’in 3. Maddesi, çok açık bir şekilde, “Türkiye devleti, BMM tarafından idâre olunur ve hükûmeti ‘BMM hükûmeti’ unvanını taşır” demek sûretiyle, Osmanlı Devleti’nin yerine Türkiye Devleti adıyla yeni bir devletin kurulduğunu îlân etmektedir.
Bu, 1921 Anayasası’nın aslında bir Cumhuriyet kurduğunu göstermektedir. Nitekim, 29 Ekim 1923’te “Cumhuriyet’in îlânı” denilen târihî olay, 1921’de îlân edilmiş ama açıkça adı telâffûz edilmemiş olan Cumhuriyet’in duyurulması ve bu vesîleyle Cumhurbaşkanlığı makamının ve bir bakanlar kurulunun oluşması sûretiyle, “meclis hükûmeti”nden “parlâmenter sistem”e geçilmesinden ibârettir.
29 Ekim sonrasında gerçekleştirilen radikal reformlar, bunların toplumsal ve siyâsî düzen üzerindeki dönüştürücü etkileri ve bunların “devrimci” nitelikleri ayrı bir tartışma konusudur.
Bununla birlikte, 1921 Anayasası ile gerçekleşen devrimin kendi içinde yarattığı çelişkilerin 1923 sonrasındaki gelişmeleri belirleyici olduğunu da gözlerden uzak tutamayız. Ne kasdediyorum?
En temel çelişki, “millî egemenlik” ile “halkın kendi mukadderâtını bizzat ve bilfiil idâresi esâsı” arasında yaşanmıştır. 1921, “hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir” kuralıyla, hâkimiyetin doğrudan halk eliyle, yâni özerk vilâyet ve nahiye şûralar yönetimi ile kullanılması ilkesini ve bunun pratiğe geçirilmesinin mekanizmalarını birlikte düzenlemişti. 1923 sonrasında bundan vazgeçilmiş ve millî egemenliğin, milletin temsilcilerinden oluşan TBMM’de, yâni TBMM çoğunluğunda somutlaştığı anlayışı benimsenmiştir.
Bu, anayasa ve siyâset teorisinde kurucu iktidar-kurulu iktidar ilişkisinde de gözlenen paradoksun net bir görünümüdür. Milletin egemen olması ile, devletin herhangi bir organının egemen olması aynı şey değildir. Çünkü, egemenlik, tanımı gereği en üstün, bölünemeyen mutlak iktidardır. Bu iktidarın soyut olarak “millet”e âit olması ile, milletin temsilcilerinden oluşan bir organın çoğunluğuna âit olması arasında büyük farklar vardır. Cumhuriyet, 1924 Anayasası ile birlikte bu farkı inkâr etmiş, egemenliği önce -tek parti döneminin “özgüveniyle” olsa gerek- TBMM çoğunluğuna vermiş, sonra bunun sakıncalarını görüp, 1961’de bu çoğunlukçuluğu sınırlandırma yoluna gitmiş ama, bir kez açılmış olan bu kapıdan şimdi, tek kişilik yürütme organının egemenliği anlamına gelen yeni bir çoğunlukçu anlayış geçmiş ve siyâsetin orta yerine kuruluvermiştir.
Öyle anlaşılıyor ki, demokratik bir anayasal düzen için devrimin ve cumhuriyetin çelişkilerini gidermek, egemenlik-sonrası bir anayasal birliktelik tasavvur etmeyi gerektirmektedir.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.