Yiğit Bener
#Di girtîgehê de nemîne, di malê de bimîne[1]
Leylan’ı okumanın -okuyanlar için yeniden okumanın- tam zamanı.
Yok, hayır, sadece yazarının kimliğinden ötürü değil.
Gerçi bu bile başlı başına bir gerekçe elbette: Ne kitabın yazarını ne de onunla aynı kaderi paylaşan diğer siyasi tutuklu ve hükümlüleri -hele bu korona günlerinde yaşamları hapishanenin enikonu sağlıktan yoksun koşullarında ağır tehdit altındayken- unutmuş değiliz kuşkusuz. Unutacak da değiliz.
Gelgelelim Leylan’ı asıl şimdi okumalı dememin asıl nedeni, Selahattin Demirtaş’ın romanının sanki, salgın nedeniyle herkesin evlerine kapandığı ve bir bakıma ev hapsine mahkûm olduğu bu dönemde ola ki hepimizin yüreğine çöreklenen duyguları dillendiriyor olması.
"İnsanın duygudaşlık kapasitesini artıran bir özelliği var Demirtaş’ın" diye boşuna dememiş Behçet Çelik, K24’te Leylan hakkında yazdığı Bir Serap-Roman başlıklı yazısında.
Tecridi, uzakta kalan yakınları için endişelenmeyi, onları bekleyen tehditler karşısında eli kolu bağlı olmanın çaresizliğini, ümitsiz gibi görünen koşullarda dahi inadına sevgiyi, dayanışmayı ve aşılmaz gibi görünen mesafelerin ötesinde temas kurma çabasını dile getiren bir roman bu.
Gerçi, iç içe geçmiş iki ayrı öyküyü buluşturan, birden fazla zaman ve ziman[2] derinliği olan Leylan’ın tek giriş kapısı bu değil kuşkusuz.
Romanın yüzeydeki ilk katmanına ulaşmak için Diyarbakır’ın henüz yerle bir edilmemiş kûçe’lerine[3] dalmak gerekiyor. Karşımıza çıkan ilk deri[4], romanda belirtildiği gibi, "Kürtçe konuşmanın eğitimle iyileştirilmesi gereken bir akıl hastalığı" muamelesi gördüğü bir dönemde yetişen bir Kürt delikanlının, Kudret’in, dünyasına açılıyor.
"Kîr"den asla kurtulamayan Kudret’in, çocukluktan ilk gençlik yıllarına kadar kesintisiz biçimde asimilasyoncu zihniyetle kirletilen eğitim sistemiyle ve yoksullukla mücadelesi; bilinçlenme süreci… Yan karakterlerin de katkısıyla yakın zamanın Diyarbakır tarihi, fonda kirli savaş… Ve elbette çocukluğundan beri Serap’a[5] "en saf haliyle, uzaktan" duyduğu kirden yoksun, "temassız" aşk…
Romanın ilk bölümünde yoğunlaşan bu anlatı, özellikle de yazarın mizahi bir yaklaşımla değindiği Kürtçe ve Türkçe arasındaki gelgitler, dil, anadili, çok dillilik gibi sorunsallar sanırım başlı başlına ayrı bir incelemeyi hak ediyor.
Gelgelelim, kitabı içinde yaşadığımız tecrit sürecine doğrudan bağlayan, daha çok "Hayat Hep Yarımdır" başlıklı ikinci bölüm.
Yazar, roman içinde roman olarak ortaya çıkan bu bölümde, Kürtçe konuşmakta inat etmenin kan dökerek caydırılması gereken terörist bir eylem muamelesi gördüğü bildik dönemlerden birinde yaşayan Bedirhan’la Sema’nın trajik ilişkisini anlatırken, hiç beklenmedik bir biçimde gerçeküstücülükle bilimkurgunun kesiştiği bir anlatıya geçiveriyor.
Düşle gerçeğin, düşün dönüştürdüğü anılarla salt akıl yürütmenin iç içe geçtiği bu anlatıda, trafik kazası geçiren Bedirhan, kızı Deniz’in aynı kazada öldüğünü sanarak kendinden geçiyor, komaya giriyor. Yapılan tıbbi müdahalelerle organik sorunlar hallolduğu hale, Bedirhan bir türlü komadan çıkamıyor.
Tam umut kesilmek üzereyken yurtdışıdaki bir deneysel tıp merkezi, mucizevi bir yöntemle Bedirhan’la eşi Sema’nın beyinlerinin birbirine bağlanmasını sağlayarak "çoklu bilinç ortamı" yaratmayı öneriyor:
Kendi de başarılı bir doktor olan Sema bu şaşırtıcı olduğu kadar gizemli öneriyi eşini komadan uyandırmanın son çaresi olarak görüp kabul ediyor: "Kendi beyni ile Bedirhan’ın beyni birbirine bağlanacaktı. Kendi bilinç dünyası Bedirhan’ın bilinç dünyası ile birleşecekti. Bedirhan’ın aklından geçen ne varsa –tabii eğer varsa– görebilecek ve tek beyinmiş gibi hareket edebileceklerdi. Bedirhan’ın bilincinin açılması için onunla aynı hayal dünyasının içinde kalıp ona yardım etmeye, sorunların kaynağını bulup onları çözmeye çalışacaktı."
Ulaşılamaz olana ulaşmak… Komadaki bir insanın zihniyle temas kurmak… Bu sayede aşılmaz mesafenin ötesine geçip anılarını canlandırarak duygularıyla iletişime girmek…
Roman kendi kurgu gerçekliği içinde imge, duygu, düşünce yoğunluğuyla kendi yolunda ilerlerken, okur bir an soluklanarak bu romanın hangi koşullarda yazıldığını anımsama ihtiyacını hissediyor.
Leylan, en sağlam hapishanenin bile düş gücünü asla tutsak edemeyeceğini bizlere kanıtlamak için yazılmış olsaydı da sırf bunun için bile başlı başına okunmayı hak ederdi.
Ancak roman bu basit işlevin epey ötesine geçiyor. Romanda yaratılan "çoklu bilinç ortamı", Bedirhan’ın komaya girerek dış dünyaya kendini kapatan zengin zihin dünyasının kapılarını aralıyor. Böylece bizlere iradenin, düş ve zihin gücünün tecrit koşullarını nasıl aşabildiğinin ve dış dünyayla ne şekilde temas kurabildiğinin ipuçlarını veriyor, dış dünyayla teması koparılan bir bireyin zihnini nasıl işlediğini gösteriyor, bu anlamda şu günlerde her birimizin yaşadıklarına da ışık tutuyor.
Ola ki bu vesileyle roman, kindar bir iradenin dört duvar arasına hapsettiği yazarın zihniyle de temas kurma fırsatını sunuyor okura. Ne de olsa o da tıpkı çoklu bilinç ortamında Bedirhan’ın yaptığı gibi, belli ki romanı sayesinde sevdikleriyle, yakınlarıyla buluşuyor, dost ve yoldaşlarıyla, halkıyla temas kurarak tecridi kırıyor.
Bedirhan’ın zihninde dolaşırken, kendi kimliğine, düşüncelerine, geçmişine, duygularına sonuna kadar sahip çıkan, ama aynı zamanda kendine, tarihsel işlevine de abartılı bir değer biçmeyen, kendini dev aynasında görmeyen sade bir eylem ve düşünce insanının iç dünyasını keşfediyoruz, toplum hakkındaki düşüncelerine, kaygı ve umutlarının ifadesine erişebiliyoruz.
Duvar Kitap’taki söyleşinde Selahattin Demirtaş, amacının "sorunları hatırlatıp insanları bunalıma, karamsarlığa, umutsuzluğa sevk etmek değil, bunların ilanihaye mutsuzluğumuzun kaynağı olamayacağını, bir gün hepsini çözerek aşabileceğimizi hissettirmek" olduğunu vurgulamış.
Zaten kimse romanın satır aralarında süblüminal mesaj aranmasın boşuna! Her şey ortada: Yazar, düş gücünü ve kalemini kullanarak tünelini kazmış, çoktan firar etmiş bile. Söyleyeceklerini açık açık dile getirmiş, hem de güle oynaya, mizahla, hicivle, ama sözünü de sakınmadan, hiçbir acı gerçeği gizlemeden, kimseleri de kollamadan.
Öte yandan, Leylan’da yazar kendini de asla esirgemeyen bir yaklaşım sergiliyor: Sadece genel olarak toplumun tümüne değil, özel olarak kendi yakınlarına yönelen tehditlerin de bilincinde, onlar için endişe eden, onları bekleyen tehlikelere karşı yanlarında duramamanın acısını çeken bir babaya, bir eşe de sokuluyoruz romanın satırlarında.
Roman kahramanı Bedirhan da sonuçta, tıpkı korona günlerinde kendini evlere kapatan ve uzakta kalan yakınları için endişe eden bizler gibi, tıpkı yazarı Selahattin Demirtaş gibi etten kemikten, sıcacık bir insan: Bizden biri, bizim gibi biri…
Ve romanın diğer kahramanı Doktor Sema da, tıpkı dört duvar arasına hapsedilen eşiyle temas kurabilmek için çırpınan, onun için endişe eden, onu yeniden evine getirmenin yolunu arayan, elinden gelen her şeyi yapan Başak Demirtaş gibi güçlü bir kadın: Bizden biri, bizim gibi biri…
Sonuç olarak Leylan’da yazar Selahattin Demirtaş, edebiyatı kullanarak politik mesaj vermeye çalışan bir siyasetçi gibi davranmıyor. Tam aksine, kendi hakikatinin peşine düşen gerçek bir edebiyat insanı kimliğiyle kendini de tüm samimiyetiyle ortaya koymaktan çekinmiyor: Kesin ve yer yer keskin kanaatleriyle, düşünceleriyle, ama aynı zamanda kuşkularıyla, sorgulamalarıyla, duygularıyla…
Ne de olsa bütün bunların ötesinde Leylan, aynı zamanda salt bir aşk romanı olarak da okunabilir: Kudret’le Leylan’ın, Bedirhan’la Sema’nın birbirini tamamlayan aşklarının romanı.
Tıpkı muhalif siyasiler, akademisyenler, insan haklar savunucuları, sendikacılar ya da gazeteciler gibi, yazarların yeri de kesinlikle hapishane değildir, olmamalıdır. Hele her an ölüm riski altında oldukları korona salgınında.
"Ve senin evin dünyadaki en güvenli yerdir" demiş Leylan’ın yazarı. Evîn sözcüğü Kürtçede "aşk" anlamına geliyormuş, roman sayesinde öğrendim.
Yazar Selahattin Demirtaş’ın da -sadece düşlerinde değil, maddi hayatta da- güvende olacağı yere, sevdiklerine, evine, bir an önce ve iş işten geçmeden kavuşması dileğiyle…