Hamide Rencüzoğulları

Hamide Rencüzoğulları

Doğu Akdeniz ve Libya’da “dünyaya kafa tutma” siyaseti tercih mi zorunluluk mu?

Peki ne oldu da süreç Türkiye-Yunanistan gerilimine evrildi? Olan şu; AKP açısından Libya’da işler iyi gitmiyor.

Doğu Akdeniz’deki gerilim, Türkiye-Yunanistan savaşına doğru bir yükseliş sergiliyor. Bu gerilim, Türkiye’nin Rodos ve Meis adaları arasında kalan deniz bölgesine Oruç Reis adlı sismik araştırma gemisini savaş gemileri eşliğinde göndermesiyle başladı. Bu alanlar için NAVTEX (Denizcilere Duyuru) ilan edilmesi Yunanistan'da tepkiyle karşılandı ve şu ana kadar devam eden gerilimden dolayı tansiyon giderek yükseliyor. Türkiye’nin bu hamlesinin altında yatan sebep, Yunanistan’ın Mısır’la yaptığı deniz yetkilerini belirleme anlaşması olarak gösteriliyor. Aslında Yunanistan ile Mısır’ı böyle bir anlaşmada buluşturan şey de Türkiye’nin Libya ve doğu Akdeniz’deki hamleleriydi. Yani esasında Suriye’deki büyük İdlib hezimetinden sonra yüzünü Libya’ya çeviren AKP’nin her hamlesi bir karşı hamleyi kışkırttı. Ve her karşı tepki yeni bir gerilim halkası oluşturmaya devam ediyor. Elbette ki Türkiye iç kamuoyu açısından bakıldığında her gerilim AKP için oldukça önemli bir işleve sahiptir, lakin ülkeye uluslar arası düzlemde ‘daha çok yalnızlaşma’ olarak dönüyor. Ama AKP için kesintisiz bir gerilim/kaos zinciri önemli ve gereklidir. Bu bağlamda Oruç Reis gemisinin Yunanistan’ı kızdıracak bir bölgeye gönderilmesiyle başlayan şimdiki gerilim halkası da  son olmayacaktır. 

Aslında bu sürecin bir evveliyatı var. 2 Haziran’da Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığının (TPAO) Akdeniz'de yeni araştırma ve sondaj faaliyetleri için ruhsat başvurusunda bulunuldu. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy,  bu sahaların, Türkiye'nin Birleşmiş Milletlere (BM) bildirdiği kıta sahanlığı sınırları içinde olduğunu vurgulayarak, "Türkiye'nin bu sahada egemen haklarını kullanmayı kararlılıkla sürdüreceğini bildirdi." Dışişleri Bakanlığı, aynı zamanda doğu Akdeniz'de yeni ruhsat başvurusu yapılan sahaların yerini gösteren haritayı da paylaştı. O zamanlar kimi Libyalılar bu haritaya karşılık Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS) haritasını paylaşarak şunu söylediler: "BM'ye bildirilmiş olması, kabul edildiği anlamına gelmez. Herkes BM'ye herhangi bir beyan gönderebilir. Ama asıl olan BM Deniz Hukuku sözleşmesidir ve bu sözleşmeyi Türkiye imzalamadı. Ama dünyanın geriye kalanı imzaladı."

O zamanlar Türkiye Yunanistan’ın Meis adasının güneydoğu açıklarına sismik arama gemisi gönderme planını duyurmuş, buna Yunanistan, Güney Kıbrıs ve ABD’den de itiraz gelmişti. Yunanistan Dışişleri’nden; "Türkiye’nin yeni bir yasa dışı Navtex yoluyla Akdeniz’de atacağını duyurduğu adım, bölgemizdeki tansiyonu yükseltecek bir girişimdir. Bu durum Türkiye’nin uluslararası deniz hukukunu ihlal etme konusundaki ısrarını göstermektedir" açıklaması yapılmıştı. ABD ise Ankara’dan planlarını askıya almasını istemişti. Türkiye de, "son kez müzakerelere alan açmak için sismik araştırmalarına ara verebileceğini" duyurdu. Fakat bu ‘ara’ fazla uzamadı. Çünkü herhangi bir müzakere adımı atılmadı. Aksine bu süreçte Libya’da savaş çığırtkanlığı yükselişe geçti. AKP’nin ‘Sirte ve Cufra kırmızı çizgimizdir" tutumuyla birlikte, Mısır ordusuyla neredeyse bir çatışmanın eşiğine gelindiğini hatırlayalım. Şimdi tekrar gündemde doğu Akdeniz sularındaki gerilim ve yine Türkiye’nin karşısında güçlü bir blok var. 

Yunanistan’ın dış politikasına yön veren ve en büyük Yunan düşünce kuruluşu olan Yunanistan Uluslararası ilişkiler Enstitüsü’nün Araştırmalar Bölümü Başkanı Konstantinos Filis, Oruç Reis gemisinin denize açılmasının ikinci gününde şunu söylemişti; "Türkiye’nin doğu Akdeniz’de gaz değil hegemonya peşinde olduğunu herkes biliyor. Erdoğan'ın doğu Akdeniz’e hidrokarbon aramak için bir gemi gönderdiğine zaten kimse inanmıyor. O sadece bayrağını yükseltmekle ilgileniyor ve doğu Akdeniz’de egemen güç olduğunu göstermek istiyor."  Çünkü Filis’e göre savaş gemilerinin eşlik ettiği bir ortamında Oruç Reis gemisinin sismik araştırma yapması zaten imkansızdır!.. 

Peki ne oldu da süreç Türkiye-Yunanistan gerilimine evrildi? Olan şu; AKP açısından Libya’da işler iyi gitmiyor. İki taraf arasında ateşkes süreci başladı, müzakere kanalları açıldı. Üstelik artık bu süreci yöneten çok sayıda bölgesel ve küresel aktör var. Öte yandan AKP’nin desteklediği Ulusal Mutabakat Hükümeti içinde güç paylaşımından kaynaklı çatışmalar açığa çıkmaya başladı. 

Deniliyor ki, Türkiye’nin askeri müdahalesi UMH milislerinin  sahada önemli kazanımlar elde etmelerini sağladı. Ancak bu kazanım, batı bölgesindeki grupların Türk desteğinden faydalanma ve iktidarı ele geçirme konusundaki rekabeti arttırmalarına yol açtı. Özellikle UMH İçişleri Bakanı Fethi Başağa'yı destekleyen Misrata milisleri ile Başbakan Fayez Serraj yanlısı Trablus milisleri arasındaki güç mücadelesi, ‘Milli Ordu’ kurulması kararından sonra iyice açığa çıkmaya başladı. Libyalı siyasi analist Halid Tercüman’a göre;  Milli Ordu'yu kendileri için bir tehdit olarak gören Misrata’daki İhvancı milis grupları çatışma pozisyonu almaya başladılar. Bu gruplar Libya sahnesini tam olarak kontrol etmek için başlangıçta Ankara'nın askeri desteğine güvendiler. Ancak Serraj'ın Türkiye'deki konumunun ağırlığı karşısında şaşırdılar. Sonrasında güçler mücadelesi yavaş yavaş başkanlık konseyine taşındı ve Başağa-Serraj rekabeti çizgisinde ilerledi. Fethi Başağa da Türkiye’nin desteğini arkasına alarak gücünü arttırmayı hedefledi. Bunun uzun zamandır farkında olan Serraj, Başağa’nın Türkiye’de bulunduğu sırada harekete geçti ve onu görevden aldı. Bu hamle gruplar arasındaki çatışmaların sokağa taşmasına neden oldu. Trablus milisleri kutlama yaparken Misrata milisleri Seraj’ın kararını protesto ettiler. Başağa da Libya’ya dönüşünü bir gövde gösterisine çevirerek adeta meydan okudu. Kendisine yönelik soruşturmanın kamuoyuna açık bir ortamda yapılmasını talep etti. Bu görevden alma işi sadece birkaç gün sürdü. Konseyde 5 saat 20 dakika süren soruşturmanın ardından hakkındaki tüm ihtiyati tedbir kararları iptal edilerek İçişleri Bakanlığı görevini sürdürmesine karar verildi. Yani Başağa güçlü bir dönüş yapmış oldu.  Dolayısıyla Seraj’la arasındaki güç mücadelesini şimdilik kazananın Başağa olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Türkiye’den tam destek aldığı biliniyor. 

İtalyan basınına göre aslında Serraj-Başağa arasındaki çatışmanın da arkasında Türkiye vardı. Libya arenasındaki atmosferi bozmak için müttefikleri arasında bile çatışma yaratan Ankara’nın şimdilik sunduğu destek sayesinde, Trablus’un "en güçlü adamı" Başağa oldu. Ama hemen ardından Serraj da İstanbul’da ağırlandı.  

Çatışan iki tarafı peş peşe misafir etmenin, Libya’da yeni başlayan müzakere süreciyle bir ilgisi olduğu düşünülüyor. Şöyle ki; ABD, Fransa, Almanya, İtalya ve Rusya’nın inisiyatifiyle varılan bir ateşkes süreci başladı. AKP’nin Libya’da ilan ettiği "tavizsiz kırmızı çizgi" stratejisine tutunması giderek güçleşiyor. Bu yüzden yeni başlayacak olan müzakerelerde seçeneklerini çeşitlendirmek istiyor. UMH ile Temsilciler Meclisi üyeleri, siyasi müzakere konusunda ufaktan yol alamaya başladılar. Süreç şimdilik "istişare toplantıları" şeklinde ilerliyor. Fayez Serraj İstanbul’dayken Fas’ta gerçekleşen toplantı için her iki taraftan katılımcılar, gayri resmi olmakla birlikte istişarelerin oldukça samimi ve güven verici bir ortamda gerçekleştiğini ifade ettiler. Bu olumlu hava, BM’nin Libya özel temsilci vekili Stephanie Williams’ın ön ayak olduğu Cenevre görüşmelerine de yansımış gibi görünüyor. Deniliyor ki, istişareden müzakereye geçiş olduğunda süreç, AKP’ye rağmen değil, ne yöne evrilirse evrilsin yine bir şekilde AKP’nin kontrolünde ilerlemesi önemlidir!.. Eğer sürecin dışında kalınırsa, Erdoğan’ın hayalleri ve İhvancılara vadettiği her şey Trablus’a sıkışıp kalabilir. Çünkü öncelikle Akila Salih başkanlığındaki Temsilciler Meclisinin siyasi anlaşma için iki şartı var. Birincisi, anlaşmanın atanmışlarla değil, sadece seçilmişlerle imzalanmasını istiyor. İkincisi, UMH’nin masaya oturabilmesi için dış müdahaleleri tamamen reddetmesi ve yabancı paralı askerlerden kendini arındırması isteniyor. Bu koşul aynı zamanda başta Mısır olmak üzere Libya ile sınır komşusu olan ülkelerin (ve diğer destekçilerinin) de vaz geçilmezidir.  Bu talebin doğrudan muhatabının Türkiye olduğu açıktır. Müzakerenin bu çizgide ilerlemesi durumunda AKP’nin Libya üzerinden bütün bölgeye dair planları bozguna uğramış olacak. Görünen o ki, UMH güçleri bu koşulu kabul ederlerse Türkiye’siz yol alırlar, reddederlerse  de muhataplığı kaybederler. Ama her iki durumda kaybeden AKP olur. Bu yüzden AKP’nin UMH içinde bir görüş ayrılığına ihtiyacı var. Bu grupları önce çatıştırıp sonra uzlaştıran AKP, aslında  bu süreçte her iki taraf üzerindeki kendi gücünü pekiştirmiş oldu. Ama görüş ayrılığının varlığını sürdürmesi gerekir, çünkü bu durum, sürecin aleyhe dönmesi halinde  müzakereleri bozma işlevi görecektir. Ya da örneğin Başağa ABD’li yetkililerle yakın ilişki içindeyken Serraj Fransa’ya yakınlaşıyor. Bir tarafın ABD’yi diğer tarafın da Batı’yı muhatap alması "iyi" bir şeydir!... Öte yandan doğu Akdeniz’de tırmandırılan gerilimin Libya’da bir pazarlık aracına dönüştürülmesi de bekleniyor. AKP, Libya’daki pozisyonunu koruma karşılığında doğu Akdeniz’de bir uzlaşmaya onay vereceğini söyleyebilir. Elbette ki bütün bunlar kurgulanmış taktikler olabilir ama gerçekleşme olasılığı, Emevi Camiinde namaz kılma hayalleri kadardır.  Çünkü tam da bu günlerde AKP’nin Suriye’den Libya’ya taşıdığı paralı askerler konusu hem Libya medyasında hem de ABD’de tekrar gündeme taşınmış durumda.

Libya medyasında, Türkiye’nin hala  Suriye’den Libya’ya militan taşımaya devam ettiğine dair raporlara yer veriliyor. Genellikle Suriye İnsan Hakları Gözlemevi SOHR’un bu konudaki raporları esas alınıyordu. Ancak son zamanlarda sadece SOHR değil, ABD Afrika Komutanlığı (AFRİCOM) da Türkiye’nin taşıdığı Suriyeli militanlarla ilgili rapor yayımladı. 2020 yılının ikinci çeyreğini kapsayan bu rapor aynı zamanda Washington Post sayesinde ABD’li okurlara ulaştı.  AFRİCOM’a göre sadece bu yılın Nisan ve Haziran aylarında 5 bin Suriyeli militan Trablus’a taşındı.  SOHR’un geçtiğimiz Cumartesi günü açıkladığı raporu esas alan Libyalı kaynaklara göre, Suriye'den Libya’ya şu ana kadar 19 bin paralı asker taşındı. Bunların içinde yaklaşık 350 "çocuk savaşçı" yer alıyor. Libya'da devam eden çatışmalarda bu "çocuk askerlerin" en az 34'ü öldürüldü ve  diğer 500 kişi ile birlikte cenazeleri Türkiye üzerinden Suriye'ye götürüldü. 

Bu konuda çok sayıda raporun yayımlanmasının ardından son zamanlarda Türkiye'nin paralı asker transferindeki ivmesi bir miktar azaldı. Ancak Libyalı yazar Abdulbaset Gobara’ya göre Türkiye'de eğitim kamplarında hala 500’er kişilik gruplar var ve  ateşkesin çökmesi durumunda Libya'ya gönderilmeyi bekliyorlar.

Yazara göre Libya’da ilan edilen ateşkes, ülkede siyasi bir çözüme ulaşma olasılığı konusunda bir umut oluşturdu. Ancak savaşan taraflar arasında kapsamlı bir siyasi uzlaşı sağlama olasılığını bariz bir şekilde engelleyen Türk müdahalesinin önüne bir türlü geçilemedi. Avusturalya Lowy Enstitüsü’nün Cuma günü yayımlanan raporuna atıfta bulunan Libyalı yazar Türkiye’nin Libya müdahalesinin altında yatan gerekçeleri şu şekilde sıralıyor. "Erdoğan, dikkatleri ülkesindeki ekonomik krizden,  sosyal sorunlardan ve Corona salgınındaki başarısızlıklardan uzaklaştırmak için Libya’ya müdahaleyi arttırdı. Türkiye kötüye gidiyor. Bu nedenle Erdoğan, sosyal ve ekonomik sorunlar karşısında kendini kurtarmak için bir fırsat istiyor ve bunun için Libya'da birtakım kazanımlar elde etmek zorunda. Bu yüzden Libya, Erdoğan'ın  içeride kendini kurtarması için son şansıdır."

Görüldüğü gibi dışarıdan yazarlar-analistler, iç siyasete bir "ulusal çıkar" meselesi olarak propaganda edilen Libya müdahalesi, "mavi vatan" davası, Yunanistan’la gerilim ve benzeri hamlelerini böyle yorumluyorlar. Hatta sundukları çözümler de, fetihçi hayalleri koşulsuz alkışlamaya odaklanmış AKP medyasında görülmeyecek türden rasyoneldir. Örneğin Arap dünyasının Avrupa Birliği ile ilişkileri alanında uzman olan Libyalı yazar Ali Vahida şöyle bir öneride bulunuyor: "Türkler için mevcut tek çözüm, şu anda bölge ülkelerinin çoğunu içeren Doğu Akdeniz'deki Gaz ve Enerji Forumu'na katılmalarıdır. Ancak kapının onlara açık olması için Trablus'taki Hükümet ile imzalanan anlaşmayı resmen terk etmeleri gerekir. Bundan başka bir çözüm yok. Çünkü Mısır, Yunanistan, İtalya, Kıbrıs ve İsrail anlaşmaları uluslararası hukuka uygundur ve hukuken bağlayıcıdır." 

 Aslında "uluslar arası hukuka uygun adım atmak" ile "dünyaya kafa tutmak" arasında tercih yapmak zor değildi belki, eğer siyasi iflası gözlerden uzak tutmak için gerilim siyasetine  tutunma mecburiyeti olmasaydı… Ancak "dünyaya kafa tutma" siyasetine adeta  "can simidi" anlamı yükleyen AKP’nin doğu Akdeniz ve Libya’da  krizi daha ne kadar derinleştirebileceği, keza böylesi bir derinlikten Türkiye için nasıl bir çıkış imkanı olabileceği merak ediliyor. Çünkü "büyük hayaller kuran" biri için ktü haber şu ki, artık sahada çok sayıda aktör var ve bu yüzden ufuktaki bataklık giderek daha görünür hale gelmekte…


1- https://www.sabah.com.tr

2- https://twitter.com/craoft

3- https://www.mc-doualiya.com

4- https://lywitness.com

5- https://twitter.com/afrigatenewsly

6- https://www.afrigatenews.net

7- https://twitter.com/aliwahida

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Hamide Rencüzoğulları Arşivi