Endişeli modernlerin “kültür kavgası” veyâ burjuvazinin faşizmle imtihanı

Peki, bu nasıl oluyor, populist otoriterleşme seçim kazanıyor, otoriterlik nasıl demokrasinin yerini alıyor?” Fuat Keyman’a göre bunun birinci sebebi “kültür savaşları” ama acaba asıl cevap, “post-faşizm” olabilir mi?

Mayıs seçimlerinin ardından Türkiye’nin siyâsî gidişâtı hakkında ortaya atılan pek çok değerlendirme var. Bunlar arasında Sabancı Üniversitesi’nden Fuat Keyman’ın son yazıları hayli dikkât çekici. Târih sırasıyla, ilk yazı “Kıyamete Giden Dünya ve Atatürk”, ikinci yazı ise “Kültür Savaşları ve Endişeli Vatandaşlar Ülkesi”. Birinci yazı, başlığından da anlaşılacağı üzere, dünyânın gidişâtı üzerine bir dizi değerlendirmeden sonra, bu çok da iyi yönde görünmeyen gidişâtın içinde Atatürk’ün değerini ortaya koymaya çalışırken, güncel olarak Disney platformunun kendi yaptırdığı Atatürk dizisini yayından kaldırmasına bir tepkiyi de dile getiriyor. İkinci yazı da gene küresel politik gelişmelerde demokrasi karşıtı gelişmelerin mevcudiyetinden haklı olarak duyulan rahatsızlığın Türkiye’deki yansımasına odaklanıyor. İkinci yazıdaki kavram ve değerlendirmeleri, ilerleyen satırlarda anlaşılacağını umduğum nedenlerle, önce ele almak istiyorum.

SEÇİM KAZANAN DEMOKRASİ KARŞITI GÜÇLER

Takıldığım ve eleştirilmesi gerektiğini düşündüğüm bâzı noktalar var, onlar üzerinde yoğunlaşmak istiyorum. “Kültür Savaşları ve Endişeli Modernler” başlıklı yazıda Keyman, uzunca bir süredir küresel ölçekte yükselen otoriter rejimlerin veyâ “demokrasinin gerilemesi” gerçeğinin günümüzde de devâm ettiğini, Macaristan, Polonya, Hindistan, Rusya gibi örnekler üzerinden tesbit ediyor ve 2024’te ABD’de yapılacak olan Başkan seçimine dikkât çekiyor.

Ve, kritik soru geliyor: “Peki, bu nasıl oluyor, populist otoriterleşme seçim kazanıyor, otoriterlik nasıl demokrasinin yerini alıyor?”

Keyman’a göre bunun birinci sebebi “kültür savaşları”. Bu kavramı Keyman, meâlen, “haklar, özgürlükler, çoğulculuk gibi değerlerin evrensellik iddiâsına rağmen aslında emperyalizmin hizmetinde araçlar olarak” görülmesi olarak anlıyor. “Savaş”tan kastı da, popülist otoriter liderlerin bu değerleri ülke güvenliğine yönelik tehdit olarak sunmaları ve küresel ortamın ürettiği “endişeler” nedeniyle de bu sunumun kitlesel kabûl görmesi.

Acaba? İnsan haklarının, özellikle de insan haklarının uluslararası korunması ile ilgili mekanizmaların, ülkelerin egemenlik haklarına müdâhele eden bir yanı var. Buna göre, Türkiye’de de örneğin AİHM kararlarının uygulanmama gerekçesinin, “Türk yargısı”na müdahale gibi sunulmak istendiğini ve popüler olarak da kabûl görebildiğini biliyoruz. Buna, AİHM kararlarının “emperyalist Batı”nın bir uzantısı olarak “bekâ sorunu” yarattığını da duymamış değiliz.

SOMUT ÖRNEKLER KARŞISINDA "KÜLTÜR SAVAŞLARI" KAVRAMI

Ancak bu, kültür savaşları olarak kavramlaştırılabilir mi? İnsan hakları, çoğulculuk vb. kavramlar kapsamında, Keyman’ın da yazısında andığı “LGBTI+ hakları” konusunun tartışılma biçimi ve bu bağlamda kadın sorunu, bunlarla ilgili olarak akla gelebilecek olan “İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme” konusunun genel bağlamı, böyle bir terminolojiyi haklı gösterebilir mi?

Kültür savaşları kavramını Türkiye siyâsetinin analizinde kullanan Ersin Kalaycıoğlu, bu kavramın Almancasını tercih ediyor. Kalaycıoğlu’nun kullanımında “Kulturkampf”, Türkiye içinde erişilmesi arzu edilen “İyi Toplum İmgesi”ni “bilim” temelinde tanımlayanlarla bu imgeyi “gelenek olarak istikrar kazanmış din” ile tanımlayanlar arasında cereyân eden bir “kavga”dır. Bunları belki “modernist” ve “gelenekçi” ideal toplum tipleri ve onların taraftarları olarak ifâde etmek de mümkündür.

Şimdi, Keyman’ın kavramlaştırması da bu ikili karşıtlık temeline oturuyorsa, kanımca çok yerinde bir kavramlaştırma gibi görünmemektedir. Çünkü, Keyman’ın haklar, özgürlükler, çoğulculuk, LGBTI+ hakları konularında, Kalaycıoğlu’nun farklı iyi toplum imgelerine sâhip olmakla ayrıştırdığı gruplar içinde farklı duruş sâhipleri bulunduğunu biliyoruz. Daha net bir ifâdeyle, haklar, özgürlükler, çoğulculuk, LGBTI+ hakları söz konusu olduğunda, bunları “emperyalizmin araçları” olarak görmeyen dindar veyâ gelenekçi bireyler ve gruplar bulunduğu gibi, bunların emperyalizmin araçları olduğuna inanan veyâ hak, özgürlük, çoğulculuk vb. değerleri çağdaş ölçülerden farklı ve kısıtlı olarak anlayan, “modern” birey ve gruplar da mevcuttur.

Örneğin, modernist-gelenekçi Kulturkampf veyâ “kültür savaşı”, İstanbul Sözleşmesi’nde geçerli değildir. Biliyoruz ki, İstanbul Sözleşmesi, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde, kadın sorunu ve toplumsal cinsiyet konularında AKP’ye yakın duran örgütlerin de desteklediği bir Sözleşme olarak yapılmış, imzâlanmış ve onaylanmıştır. Yine biliyoruz ki, bu “gelenekçi” çevreler içinden Sözleşme’den çekilme kararına ciddî ve açık itirazlar yükseltilmiştir.

Yine örneğin biliyoruz ki, haklar ve özgürlükler, çoğulculuk vb. ilke ve değerlerin ihlâllerine karşı, bunlara sâhip çıkacağı varsayılan kesimlerin çoğunlukla sessiz kaldıkları bir gerçektir. Ama, kanımca bundan daha da önemlisi, Türkiye’de yurttaşların anayasal eşitliğini engelleyen düzenlemelere, kısaca “eşit yurttaşlık” anlayışına karşı olan Anayasa ve diğer mevzûat ve bunların uygulanışı, “modernist” İyi Toplum İmgesi’ne sâhip olduğu düşünülen birey ve grupları rahatsız etmemektedir. Daha somut olarak, bu birey ve grupların önemli bir bölümünün, örneğin “anadilinde eğitim hakkı”nın tanınmasına karşı çıktığı, Türkiye’nin bir gerçeğidir.

Kulturkampf veyâ Keyman’ın kullandığı anlamda “kültür savaşları”nın, hak ve özgürlükleri ilgilendiren bir diğer hayâtî konu olan “sığınmacılar” konusunda da geçerli olmadığını söyleyebilir miyiz? Sanırım evet. Bildiğimiz gibi, Türkiye toplumundaki tüm bölünmeleri kesen, her kesimden bireyi ve grupları içine alan geniş bir kesim, ister “modernist”, ister “gelenekçi” kampta olsun, sığınmacıların varlığından hoşnut değildir ve bu konuda hak temelli bir yaklaşım geliştirme niyetinde olmadığı gibi, sığınmacılarla ilgili sorunun bu boyuta gelmesinde Türkiye hükûmetince izlenen dış politikanın rolünü, yâni Türkiye’nin bu konudaki sorumluluğunu da düşünmek dahi istememektedir.

"TARİHİN İDEOLOJİK YENİDEN YAZILIMI"

Keyman, bu yazısında “târihin ideolojik yeniden yazımı”nı da otoriter popülistlerin seçim kazanmalarında bir etken olduğunu vurguluyor. Buna Rusya’nın Ukrayna’yı “târihî” anlamda bağımsız bir devlet saymama yaklaşımını akla getiren bir örnek veriyor. Hindistan’da Modi’nin, Macaristan’da Orban’ın toplum yaklaşımlarına işâret ediyor. Kanımca bu “târihî revizyon” ile bitişen bir gelişme olarak milliyetçiliğin yükseltilmesiyle de hâdise bütünlenmiş oluyor. Böylece, diyor Keyman, bu otoriter popülist liderler, içinde bulundukları toplumlarda dünyânın gidişâtının neden olduğu güvensizlik ve endişelere cevap vermiş, onları bir ölçüde giderecek bir başarı sağlamış oluyorlar.

Bu konuda Türkiye örneğinde nasıl bir “ideolojik yeniden yazım” söz konusu, somutlanmıyor. Fakat, konuyla ilgili paragrafta şöyle diyor Keyman: “demokrasiden otoriterleşmeye sapan ülkelerde, kültür savaşları, tarihin yeniden yazımı ve bu temelde oluşan hikaye, daha doğrusu bu hikayenin anlatımında liderin başarısı, temel ihtiyaçlarda ve ödemelerde geleceğe endişeli bakanların oranı yüksek olsa bile iktidara seçim kazandırıyor.”

Bu paragraftan anlıyoruz ki, Türkiye’de de iktidarın bir târih yorumu var ve bu yorumu başarıyla sunup kullanan bir “lider” de mevcut. Liderin kimliğini biliyoruz, târih yorumu da Osmanlı geçmişinin, özellikle de Tanzîmat öncesi geçmişin, tercihen de Kanunî döneminin yüceltilmesine, Cumhuriyet’in ve reformların küçümsenmesine dayanıyor, gibi. Bu da “seçim kazandıran” bir faktör.

PEKİ, NE YAPMALI?

Evet, bu otoriter-popülist liderler bu tür “hamleler” yaparak seçimleri kazanıyorlar. Önümüzdeki yerel seçimler için de, Keyman’a göre bu tür hamleler devam edecek. Peki ne yapmalı?

Bu sorunun Keyman’a göre cevâbı, kendisi farkında mı bilmiyorum ama, bir önceki, “Kıyâmet” yazısında saklı. “Târihin ideolojik yeniden yazımı” ve bunu bir “hikâye” olarak sunmakta başarılı olan “otoriter popülist lider”den kurtulmak için, “Atatürk’e sahip çıkacağız, ondan öğrenerek bugünün kıyamete giden dünyası için ne yapılmalı sorusuna yanıt arayacağız.”

O hâlde soralım, bugünkü sorunlarımızın çözümü için Atatürk’ten ne öğrenebiliriz? Somut olarak Atatürk döneminin uygulamaları değil de, Atatürk’ün “bilimselci, rasyonalist” dünyâ görüşünden öğreneceğimiz çok şeyler var kuşkusuz. Öncelikle de, “somut gerçeklik” zannettiğimiz ve “olgusal tesbit” diye ortaya koyduğumuz hususların aslında bunları önceleyen bir teorik çerçevenin, bir dünyâ görüşünün, bir zihniyetin tercihlerince belirlendiğini kavramamız gerekir.

Böyle yaptığımız zaman, “otoriter popülist liderler nasıl ve neden seçim kazanıyor?” sorusunun cevâbını, Türkiye’nin zengin, iyi eğitimli, beyaz yakalı burjuvazisinin, yâni Keyman’ın tâbiriyle, “ekonomiye, bilime, akademiye, kültüre daha fazla katkı veren kesimlerin gelecekten daha endişeli” olmaları üzerinden okumaya kalkmanın doğru olmayabileceğini görme şansımız olur. Doğru ya, hadi “daha fazla katkı veren” ifâdesindeki problemi geçtim, kimden ya da kimlerden daha endişeliler? Hayatını sürdürmek için emeğinden başka hiçbir araca sâhip olmayan, örgütsüzlüğe ve güvencesizliğe mahkûm yoksullardan mı?

Türkiye’nin bu “daha endişeli” burjuvazisi, yine Keyman’ın tesbiti, %48 oranında muhalefete oy vermiş ama, olmamış! Peki, bu oy verenler haklar, özgürlükler, çoğulculuk, LGBTI+ hakları, Keyman’ın değinmediği, anadilinde eğitim talebi gibi, Kürt sorunu gibi, Alevî sorunu gibi sorunlarda nasıl bir tavır içindeler? “Kültür savaşları” mitosu bir yana, bu kesimlerin önemli bir çoğunluğu bu hakların, özgürlüklerin yanında değil. “Emek ve Özgürlük İttifâkı”nın ve o ittifak içinde de Yeşil Sol Parti’nin (HDP’nin) yüzde on küsurluk payını düşeyim, manzara böyle.

Otoriter-popülist liderler neden ve nasıl seçim kazanıyor? Acaba cevap, “post-faşizm” olabilir mi? Yâni, ıkrçı, ayrımcı, irrasyonel, liderci, etnik/dinî milliyetçi ideoloji kitleselleş(tiril)miş, sokağı hâkimiyeti altına almak için “üniformalı çeteler”e şimdilik ihtiyaç duymayan, seçimleri de kendisini haklılaştırmak için elverişli bir araç olarak kullanma becerisine sâhip lider kadroları ipleri ellerine almış oldukları için mi? Muhalifleri bile kendilerine benzemeye çalıştıklarında, bu duruma ne ad verilir? Herhalde endişeli zenginler ve kültür savaşları vs. vs. değildir asıl mes’ele.


Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Levent Köker Arşivi